Yağmur Altında Yüzmek'ten:
“Gökteki Ay’ı gösteren parmakla
Ay’ı birbirine karıştırmamak”
Yağmur Altında Yüzmek: Dört Büyük Rus yazarla Edebiyat Dersi'nde George Saunders iyi bir öykünün yapıtaşlarını incelemek için Rus edebiyatının büyük yazarlarını mercek altına alıyor. Çehov, Turgenyev, Tolstoy ve Gogol’ün öykülerine eğilerek kurmacanın nasıl işlediğini ele alan ve önümüzdeki günlerde DeliDolu tarafından basılacak olan kitabın giriş bölümünü Tadımlık olarak sunuyoruz.
Başlıyoruz
Son yirmi yıldır Syracuse Üniversitesi’nde, on dokuzuncu yüzyıl Rus öyküsü çevirileri üzerine ders veriyorum. Öğrencilerimin arasında Amerika’nın en iyi genç yazarları var. (Her yıl başvuran altı-yedi yüz kişi arasından altı yeni öğrenci seçiyoruz.) Zaten harika bir şekilde donanımlı geliyorlar. Üç yıl içinde yapmaya çalıştığımız şey, benim “ikonik mekân”[1] dediğim şeyi elde etmelerine yardımcı olmak; yani onları eşsiz olarak kendileri kılan şeyi, güçlerini, takıntılarını, zayıflıklarını, kendine özgü yanlarını, neleri varsa onu kullanarak sadece kendilerinin yazabilecekleri öyküleri kaleme alacakları mekânı elde etmelerini sağlamaya çalışıyorum. Bu aşamada, zaten iyi yazdıkları varsayılıyor; amaç onlara rahat ve neşeli şekilde kendileri olmalarını sağlayacak teknik araçları edinmeleri için yardımcı olmak.
Rus edebiyatı dersinde, biçim denen şeyin fiziksel özelliklerini anlamayı umarak (“Bu şey nasıl işliyor acaba?”) neler yapmışlar diye bazı büyük Rus yazarlara bakıyoruz. Bazen de onlardan ne çalabileceğimizi görmek üzere okuyoruz, diyorum yarı şaka yarı ciddi.
Birkaç yıl önce, bir dersten sonra (sonbahar havasında uçuşan tebeşir tozları, köşede tıngırdayan eski bir radyatör, dışarıda bir yerde çalışan yürüme bandı vb.) hayatımın en iyi anlarını, kendimi dünyaya kıymetli bir şey veriyormuş gibi hissettiğim anları o Rus edebiyatı dersinde geçirdiğimi fark ettim. Derste kullandığım öyküler, üzerlerinde çalıştığımız sırada sürekli yanımda, kendi yazdıklarımı ölçtüğüm yüksek birer çıta olarak duruyor. (Bu Rus öyküleri beni nasıl etkileyip değiştirdiyse benim öykülerimin de başkalarını böyle etkileyip değiştirmesini istiyorum.) Bunca yılın ardından bu metinler, artık eski arkadaşlarım sanki, yani ne zaman bu dersi versem yeni bir grup parlak genç yazarla tanıştırdığım arkadaşlarımmış gibi geliyor bana.
O yüzden bu kitabı yazmaya, öğrencilerimle benim yıllar içinde keşfettiğimiz şeyleri kâğıda geçirmeye ve böylece bu dersin makul bir biçimini sizlere de sunmaya karar verdim.
Bir dönemde otuz öykü okuyabiliyoruz, ders başına iki üç tane ama bu kitabın amaçları çerçevesinde yedi taneyle sınırlı kalacağız. Seçtiğim öyküler Rus yazarlarının geniş bir kadrosunu temsil etmiyor (sadece Çehov, Turgenyev, Tolstoy ve Gogol var), bu yazarların en iyi öyküleri de değil. Bunlar sadece sevdiğim ve yıllardır kolayca ders konusu yapılabilir bulduğum yedi öykü. Eğer hedefim öykü okumayan birine öykü sevdirmek olsaydı ona önereceğim öyküler arasında bunlar yer alırdı. Bu öyküler, bana göre bu biçimin zirvede olduğu bir döneme ait önemli öyküler. Ama hepsi de aynı ölçüde harika değil. Bazıları birtakım kusurlara rağmen harika. Bazıları da kusurları yüzünden harika. Bazıları benim biraz ikna etme çabamı gerektirebilir (bunu zevkle yaparım). Asıl konuşmak istediğim şey öykü biçiminin kendisi ve bunlar da bu amaca uygun öyküler: yalın, açık seçik, doğal.
Genç bir yazarın bu dönemin Rus öykülerini okuması, genç bir bestecinin Bach çalışmasına benzer. Biçimin bütün temel ilkeleri buradadır. Öyküler yalın ama etkileyicidir. Onlarda olup bitenlere ilgi duyarız. Onlar meydan okumak, harekete geçirmek ve öfkelendirmek üzere yazılmış. Ve karmaşık bir şekilde, teselli etmek için...
Büyük ölçüde sakin, evcimen ve apolitik olan bu öyküleri okumaya başladığımız zaman bu fikir size tuhaf gelebilir ama bu, bir direniş edebiyatıdır; baskıcı bir kültürdeki sürekli sansür tehdidi altında olan ilerici yenilikçiler tarafından, bir yazarın politikasının sürgünle, hapisle, idamla sonuçlanabileceği bir zamanda yazılmış bir edebiyattır. Öykülerdeki direniş sessizdir, dolaylıdır ve belki de en radikal fikirden gelir: “Bütün insanlar dikkate alınmaya değer ve evrenin bütün iyilik ve kötülük olanağının kökenlerine, çok sıradan bile olsa, tek bir insanı ve onun aklında olup bitenleri gözleyerek ulaşabiliriz.”
Ben Colorado Madencilik Okulu’nda mühendislik okudum ve edebiyata çok geç, edebiyatın amaçlarını belli şekilde düşünerek geldim. Bir yaz vakti, geceleyin Gazap Üzümleri’ni okurken şiddetli bir deneyim yaşamıştım; petrol sahalarında “sismik sensörcülük” denen işi günlerce yaptıktan sonra, annemlerin Amarillo’da kapı önüne park ettikleri eski bir karavanın içinde okudum kitabı. İşyerindeki çalışma arkadaşlarım arasında bir Vietnam gazisi vardı, ovanın ortasında sonuna kadar açılmış bir radyo programcısı sesiyle patlardı sesi (“SAVVAŞ DENİR BUNA, EY AMARILLO!”); bir de hapisten yeni çıkmış bir eski mahkûm vardı, o da her sabah minibüsle çalıştığımız çiftliğe doğru yol alırken o gece “manitasıyla” denedikleri yeni ve enteresan şeyler konusunda beni bilgilendirirdi ve ne yazık ki anlattığı görüntüler o zamandan beri aklımdan çıkmadı.
Böyle bir günün ardından Steinbeck okurken roman canlandı. Edebî dünyanın bir uzantısında çalıştığımı anlayıverdim. Aynı Amerika’ydı bu, on yıllar sonra olsa da. Ben yorgundum, Tom Joad yorgundu, ben nasıl büyük ve zengin bir güç tarafından kullanılmış hissediyorsam kendimi, Rahip Casy de öyle hissediyordu. Kapitalist canavar beni ve yeni arkadaşlarımı eziyordu, tıpkı yine 1930’larda Kaliforniya’ya giden yolda bu kara parçası içine sıkışıp kalmış bölgeden araçlarıyla geçen Oklahomalıları ezdiği gibi. Biz de onlar gibi kapitalizmin şekli şemaili bozulmuş birer artığıydık, iş yapmanın zorunlu maliyetiydik. Kısacası, Steinbeck benim karşıma çıkan hayat hakkında yazıyordu. Benim varmakta olduğum aynı sorulara varmıştı ve bana onları yanıtlamak ne kadar acil geliyorsa ona da öyle gelmişti.
Birkaç yıl sonra keşfettiğim Ruslar da beni aynı şekilde etkiledi. Edebiyata bir süsleme olarak değil, hayati bir ahlaki-etik araç olarak bakıyorlardı. Onları okuyunca sizi değiştiriyorlardı; dünyayı daha farklı, daha ilginç bir hikâye anlatır hâle getiriyorlardı, içinde anlamlı bir rol sahibi olabileceğiniz ve sorumluluklarınız olan bir hikâye.
Fark etmişsinizdir, yozlaşmış bir çağda, üstünkörü, bayağı, gündem soslu, aşırı hızlı dağılan enformasyon patlamalarının bombardımanında yaşıyoruz. Yirminci yüzyılın büyük Rus öykü ustası İzak Babel’in dediği gibi, “Hiçbir mızrak insan kalbini tam yerine konmuş bir nokta kadar soğukkanlı bir şekilde parçalayamaz” diye düşünülen bir âlemde biraz vakit geçirmek üzereyiz. Çağımızın belki tümüyle onaylamadığı ama bu yazarların örtük şekilde sanatın hedefi olarak kabul ettiği özel bir amaçla, yani büyük sorular sormak amacıyla titizce hazırlanmış yedi ayrı dünya modelinin içine gireceğiz: Burada nasıl yaşamamız bekleniyor? Buraya ne yapmak üzere getirildik? Neye değer vereceğiz? Doğru nedir ve onu nasıl tanıyabiliriz? Bazı insanların her şeyi varken, diğerlerininse hiçbir şeyi yokken kendimizi nasıl huzurlu hissedebiliriz? Başka insanları sevmemizi bekleyen ama sonra bizi onlardan ne olursa olsun kaba şekilde ayıran bir dünyada neşe içinde nasıl yaşayabiliriz?
(Yani o Rus tarzı, şen şakrak, büyük sorular...) Bir öykünün bu tür sorular sorması için önce onu bitirmemiz gerekiyor. Bizi içine çekmeli, devam etmeye zorlamalı. O yüzden bu kitabın hedefi, asıl olarak teşhise yönelik: Eğer bir öykü bizi çektiyse, kendini okuttuysa bunu nasıl yaptı? Ben eleştirmen, edebiyat tarihçisi ya da Rus edebiyatı uzmanı değilim. Benim sanat hayatımın odağı, bir okurun kendini bitirmeye mecbur hissedeceği, duygusal olarak etkileyici öyküler yazmayı öğrenmeye çalışmak oldu. Kendimi uzmandan ziyade vodvilci sayıyorum. Eğitime yaklaşımım, akademik olmaktan çok (“Bu bağlamda, Diriliş, Rus zeitgeist’ı için süregiden bir konu olan politik devrimin metaforudur”), stratejik (“Neden köye bir daha dönmek zorunda olalım?”).
Burada öne sürdüğüm temel alıştırma şu: Öyküyü oku, sonra yaşadığın deneyimi aklında bir tart. Özellikle etkileyici bulduğun bir yer var mıydı? Karşı çıktığın ya da senin aklını karıştıran bir şey? Kendini parçalarken ya da sıkılmış veyahut baştan düşünürken bulduğun bir an oldu mu? Hikâyeyle ilgili aklını kurcalayan sorular var mı? Her yanıt makbuldür. Eğer sen (iyi kalpli çalışkan okurum) bir şey hissettiysen o geçerlidir. Eğer seni şaşırttıysa bahse değer. Eğer sıkıldıysan ya da kızdıysan değerli bir bilgidir bu da. Yanıtını edebî dille süslemene ya da onu “tema”, “olay örgüsü” ya da “karakter gelişimi” gibi terimlerle ifade etmene gerek yok.
Bu öyküler elbette Rusça yazılmış. Bende en çok etki bırakan ya da bazen, yıllar önce bulup o zamandan beri derste kullandığım İngilizce çevirileri kullanıyorum. Rusça okuma yazmam yok, o yüzden aslına sadık çeviriler olduklarını savunamam (ama ilerledikçe bu konuyu da ele alacağız).[2] Bu öykülere İngilizce yazılmışlar gibi bakmamızı, fakat Rus okuru için sahip oldukları Rusça müziği ve ayrıntıları kaçırdığımızı bilerek ele almamızı öneriyorum.
Beraber sormamızı önerdiğim şey asıl şu: Ne hissettik ve nerede hissettik? (Tutarlı bütün entelektüel çalışmalar sahici bir tepkiyle başlar.)
Her öyküyü okuduktan sonra, ben bir denemeyle kendi düşüncelerimi ortaya koyacağım, sizi kendi tepkilerimle tanıştıracağım, hikâyeyi açıklamaya çalışıp hissettiğimiz şeyi, hissettiğimiz yerde neden hissettiğimize dair bazı teknik açıklamalar sunacağım.
Eğer söz konusu öyküyü okumazsanız onunla ilgili denemenin anlam taşımayacağını söylemem gerekiyor. Bu denemeleri öyküyü okumayı yeni bitirmiş ve tepkisi aklında taze olanlar için hazırlamaya çalıştım. Bu benim için yeni bir yazma tarzı, her zamankinden daha teknik. Umarım denemeler ilgi çekicidir elbette ama yazarken sürekli “çalışma/alıştırma kitabı” terimi geldi aklıma: Alıştırma, bazen de ağır bir alıştırma kitabı olacak. Ama kendimizi bu öykülerde ilk okumada ortaya çıkmayacak kadar derinlere götürme niyetiyle, beraber yapacağımız bir alıştırma.
Burada düşünülen şey öyküler üzerinde yakından çalışmanın, biz kendi öykümüz üzerinde çalışırken onları bizim için daha yakın kılması; onlarla bu yoğun ve bir bakıma zorunlu yakınlaşmanın yazmak denen şeyin önemli bir parçası olan ani sapmaları ve içgüdüsel hamleleri anbean sağlayacağını düşünüyorum.
Yani bu, yazarlara ama aynı zamanda, umarım, okurlara yönelik bir kitap.
Son on yıl boyunca dünyanın dört bir yanında konuşma, okuma etkinliklerine katılma ve binlerce heyecanlı okurla tanışma fırsatım oldu. Onların edebiyata olan tutkusu (salondaki sorulardan, imza masalarındaki ve kitap kulüplerindeki sohbetlerden belli olan bir tutku) beni dünyada iyi iş yapmayı hedefleyen büyük bir yeraltı örgütü olduğuna ikna etti. Okumayı hayatlarının merkezine koymuş insanlardan oluşan bir ağ bu; bu insanlar okumanın onları daha açık, cömert insanlar hâline getirdiğini biliyorlar.
Bu kitabı yazarken bu insanlar vardı aklımda. Onların benim çalışmama cömertçe ilgi göstermesi ve edebiyat hakkındaki merakları, ona inanmaları, beni de burada sınırları zorlayabileceğime inandırdı; yaratıcı sürecin gerçekten nasıl işlediğini araştırırken gerektiği kadar teknik, detaycı ve samimi olmaya sevk etti.
Nasıl okuduğumuzu incelemek, aklın nasıl işlediğini incelemektir: onun bir önermenin doğruluğunu değerlendirme tarzı, zaman ve mekân içinde başka bir akılla (yani yazarın aklıyla) ilişki içinde davranma tarzı. Burada yapacağımız şey, özünde kendimizi okurken seyretmek olacak (tam şimdi, okurken ne hissettiğimizi şekillendirmeye çalışmak yani). Bunu neden yapmak isteyelim? Çünkü aklın bir öyküyü okuyan tarafı, aynı zamanda dünyayı okuyan tarafıdır; bizi kandırabilir ama hassas olmak üzere eğitilebilir de; kullanılmaz hâle 15 gelebilir ve bizi tembel, vahşi, maddeci güçlere açık hâle sokabilir; ama aynı zamanda bizi tekrar hayata sevk edebilir, bizi gerçekliğin daha etkin, meraklı, uyanık okurları hâline getirebilir.
Kitap boyunca öyküler hakkında düşünmenin bazı modellerini sunacağım. Bunların hiçbiri “doğru” ya da yeterli değil. Onları retorik deney balonları olarak düşünün. (“Bir öykü hakkında böyle düşünürsek ne olur? Bu yararlı mı?”) Eğer bir model size çekici gelirse onu kullanın. Gelmezse bırakın. Budizmde bir öğretinin “gökteki Ay’ı gösteren parmak” gibi olduğu söylenir. Ay (aydınlanma) temel şeydir ve işaret eden parmak bizi ona yöneltmeye çalışır ama parmakla Ay’ı karıştırmamak önemlidir. Yazar olanlarımız için; bir gün beğendiklerine benzer, içine keyifle daldığımız ve kısa bir süreliğine bize gerçeklik denen şeyden daha gerçek görünen bir öykü yazmayı hayal edenler için hedef (“Ay”) böyle bir öykü yazmayı sağlayacak bir akıl durumunu elde etmektir. Atölye konuşmalarının, öykü kuramlarının ve aforizmavari, zekice, zanaate sevk eden sloganların hepsi Ay’ı gösteren, bizi o akıl hâline götürmeye çalışan parmaklardır. Bu parmağı kabul etmek ya da reddetmek için ölçüt şudur: “İşe yarıyor mu?”
Burada bu düşünceyle hareket ettim.
(s. 9-15)
NOTLAR:
[1] “İkonik mekân” kavramı C.D. Malmgren’e atfedilir. Bununla kastedilen, metne (kitaba) bakıldığında sözcüklerin basıldığı sayfa alanıdır; üzerinde harfleri, dilsel göstergeleri, sayfa numaralarını/işaretlerini, mizanpajdaki alanları vb. barındırır. Buna karşın kurmaca anlatının kendi “dünya”sının bulunduğu alan ise “metaforik mekân” olarak tanımlanır. Saunders’ın burada öğrencileri üzerinden gönderme yaptığı “ikonik mekân” bu bağlamda kitabın kendisidir. Bkz. C. D. Malmgren, Fictional Spaces in the Modernist and Postmodernist American Novel, Lewisburg: Bucknell UP, 1985. [E.N.]
[2] Yazarın, iyi bir öykünün yapıtaşlarını tartışmak amacıyla Rus edebiyatının büyük yazarlarının eserleri arasından seçtiği öyküleri incelediği bu kitap, Türkçeye iki ayrı dilden yapılmış bir çeviri süreciyle kazandırıldı. Rus yazarların kitapta yer alan öyküleri, öykülerin özgün dili olan Rusçadan çevrilmiştir. Saunders’ın, bu öyküleri incelediği ve yorumladığı kendi denemeleri ise kitabın özgün dili olan İngilizceden çevrilmiştir. [Ç.N]