Vakerilmiş gerçekler,
sosyal medyada hikâyeler
“Çingenelere ve dönüşümlere dair olmakla birlikte,Vaker aynı zamanda hatırlamak üzerine bir roman. Üstelik hatırlamanın iki hali söz konusu. İlki bireysel bellek ve onun tökezlemeleri, öbürüyse toplumsal yahut tarihsel bellek.”
Fotoğraflar: Najla Osseiran. Canım Sulukule adlı belgeselden.
Geçtiğimiz ay yayımlanan Evren Yesari’nin Vaker[1] romanını okurken eski bir yazım geldi hatırıma. 1991’in mart ayında Yazılı Günler’de yayımlanan bu yazının başlığı “Sözlü Kültürden Yazılı Kültüre”ydi. Osman Cemal Kaygılı’nın Çingeneler ve Aygır Fatma romanlarıyla Sandalım Geliyor Varda başlıklı öykü kitabından ve İstanbul’da Semai Kahveleri ve Meydan Şairleri başlıklı incelemesinden yola çıkarak yazmıştım.[2] Vaker’i okumaya başladıktan sonra bu kitap hakkındaki bir yazının başlığının da benzer olabileceğini düşündüm: “Sosyal Medya Kültüründen Yazılı Kültüre” ya da “YouTube Kültüründen Yazılı Kültüre.”
Vaker’in iç kapağının ardından gelen sayfadaki şu cümlelerle hatırladım Kaygılı’nın Çingeneler’ini. “SOVAKER LASÇUKE VAKAS USKUMRU / AVARYU İTALLANO MOKKOVİÇ / YARIM EKMEK SANDÖVİÇ” Ne anlama geldiğini, hangi lisanda olduğunu bilmiyorum, ama okur okumaz aklıma hemen şunlar gelmişti:
“Kamata pançes/ Bilekten palançes/ Akine nanay/ Dikine nanay/ Lop aşağı mançes/ Diklâm toparles/ Kuklam toparles/ Peş kana tahtaya yat/ Sağına selâm/ Soluna selâm/ Paça davlesa/ Ve alikümselâm. (s. 218)
Çingeneler’in başkahramanı İrfan’ı velinimeti sayan, roman boyunca İrfan’dan bir şeyler tırtıklamaya mı çalıştığından, yoksa ona karşı halisane hisler mi duyduğundan emin olamadığımız (İrfan’ın da emin olamadığı) Gâvur Etem’in namaz kılarken okuduğu duadır bu.
Vaker
İletişim Yayınları
Mayıs 2025
182 s.
Evren Yesari, romanına bu cümlelerle (dizelerle?) girdikten sonra üç adet epigraf almış; bunlardan birinin Velibor Çoliç’in Hıdırellez romanından olduğunu belirteyim. O da şu cümle: “(…) müzikte her şey çok basit. Ya doğru, ya Çingene gibi çalarsın.” Evren Yesari’nin Osman Cemal’e selamını açık etmemde bir mahsur yoktur sanırım. Daha romanın en başlarında mahalledeki bakkalın adının Kaygılı Gıda’yken Kaygısız Gıda olarak değiştirildiğinden bahsediliyor. Malum, Soyadı Kanunu çıkınca Osman Cemal önce Kaygısız soyadını almış, ama sonradan kendisinin kaygılı biri olduğunu düşününce gidip değiştirmiş. Ahmet Eken’in Çingeneler üzerine K24’te yayımlanan yazısında romanın Haber gazetesindeki tefrikasından fotoğraflar yer alıyordu ve orada yazarın adı Osman Cemal Kaygısız’dı.
Osman Cemal, Çingeneler’de muhitleri, mahalleleri adlı adınca anmıştı; Evren Yesari’yseVaker’de Buharkapı Mahallesi adını verdiği bir yerde yaşananları anlatıyor. Haritalarda bulamayacağımız bu mahallenin koordinatlarına ilişkin romanda ufak tefek ipuçları yok değil. Romanın ana anlatıcısı Suzuki, çocukluğunda mahallelerine taşınan çingenelerden söz ederken, onların daha önce “Surların orada […] pembeli mavili yeşilli morlu kırmızılı küçük evlerin olduğu mahalle[de]” yaşadıklarını, ama oranın boşaltıldığını belirttikten sonra şunları söylüyor:
[Çingeneler] mahalle yıkılıp mahalleli apar topar kovulduktan ve iş yapamadıkları eğlenemedikleri yabancıladıkları için apar topar mahalleye dönüp mahalleyi bulamadıktan ve mahalle çevresindeki daha önce onların olmayan mahalleyi mahalle belledikten sonra eski mahalleli için de orası Buharkapı Mahallesi’nden başka bir şey değildi. (s. 18)
Çingenelerin –gene Suzuki’nin vurguladığı üzere, göçebe olmayan “sosyete çingenesi”dirler– daha önce yaşadıkları “mahalle[nin] çevresindeki”, yakınındaki bir yer demek ki Buharkapı. Suzuki’nin andığı yerleşik “sosyete çingeneleri”nden Çingeneler’de “kibar” çingeneler diye söz edilir; Sulukule, Ayvansaray civarında yaşadıkları belirtilir. Vaker’de Çingeneler kendi aralarında sosyetik olan/olmayan diye ayrılmıyorlar; Osman Cemal’in romanında bu ayrım oldukça merkezidir oysa. Çingeneler’deki iki farklı Çingene topluluğunun yaşadıkları yerler de, yaşayışları da oldukça farklıdır. “Kibar”lar belirttiğim üzere yerleşiktirler ve Sulukule, Ayvansaray, Lonca Mahallesi civarında yaşarlar; ötekilerse göçebeliği sürdürüyorlardır; yazları mevsimlik olarak yerleştikleri yer Topçular, Litros (bugünkü Esenler) civarıdır.
Vaker’deki ayrımsa Çingenelerle onların yerleştiği mahallenin önceki yerleşikleri arasında. Bu ayrım da göreli bir ayrım; sınırların gevşediği, ihlal edildiği. Suzuki’nin şu cümlesi bunu çok iyi ifade ediyor:
Çingeneler geldiğinde biz de artık çingeneydik. Hepimiz onların sözcüklerini istemeden de olsa kullandık ama hiçbir zaman tam onlar gibi olmadık. Konuşabildik çat pat onlar gibi ama bizde eğreti durdu sanki. Güldük ama asla onlar kadar eğlenemedik. İki taraf da elinden gelen fedakârlığı yaptı; biz onların küfürlerini goygoylarını aldık, onlarsa bizim dinî vecibelerimizi kendilerince sahiplendiler. (s. 19)
Sulukule’deki Çingene mahallesinin kentsel dönüşüm süreci hafızalardadır; Buharkapı’ya yerleşen Çingenelerin hikâyesi onlarınkini hayli andırıyor, ancak Vaker’i sadece “kentsel dönüşümün romanı” olarak anmak romanla ilgili tam bir çerçeve çizmeyecektir bence. Evren Yesari, evet bir dönüşümün romanını kaleme almış ama bu “kentsel” olanı da içeren, ama onu aşan bir dönüşüm ya da dönüşümler silsilesi.
İster istemez Çingeneler’i anarak ilerliyorum, ama bunu yapmak kaçınılmaz geliyor bana. Sait Faik’in Çingeneler hakkında Vakit’te 23 Haziran 1939’da yayımlanan yazısı geliyor aklıma. Osman Cemal’in romanının röportaj koktuğunu söyleyenlere karşı kendisini şunları yazmak zorunda hissetmiş:
Kokladım. Mis gibi bir şaheser, bir hakiki roman d’avantur, avantür romanı kokuyor. Fazla olarak bir de hakiki bir örf ve âdet romanı.
Çingeneler’i, bunların yanı sıra, bir aşk romanı, bir erkeğin iki kadın arasında kalmasının romanı olarak değerlendirmek mümkündür.[3] 19. yüzyıl sonlarının İstanbulu’ndaki Çingenelerin hayatına dair çok sahici gözlemler içermesine rağmen, romanı sadece sosyolojik yanıyla değerlendirmek yetersiz kalır.
Aynı durum Vaker için de geçerli. Vaker de bu kez 21. yüzyıl İstanbulu’ndan, Çingenelere de dair bir hikâye anlatıyor, ama bu aynı zamanda birtakım dönüşümlerin romanı olarak tanımlanmaya da müsait. Gelgelelim, bu şekilde değerlendirmek de romanın bütün katmanlarının ifadesi anlamına gelmeyecektir, çünkü Vaker aynı zamanda hatırlamak üzerine bir roman. Üstelik hatırlamanın iki hali söz konusu. İlki bireysel bellek ve onun tökezlemeleri, öbürüyse toplumsal yahut tarihsel bellek. Suzuki’nin neyi nasıl hatırladığı ya da hafızasının nerelerde arıza yaptığı kadar, şehrin, mahallenin hafızasında yeni kayıtların nasıl işlendiği de bir mesele olarak romanda karşımıza çıkıyor. Romanın ilk cümlesi şöyle. Suzuki konuşuyor.
Bana kalırsa güldüğüm anları anımsamak için kaçtım mahalleden. Bu gerçeği mahalleden ayrıldığım gün ne kendime ne de başkalarına söyleyebilirdim. Bugün, yani yıllar sonra üstüme boca edilen anıların zorlamasıyla kabul edebiliyorum. (s. 13)
Suzuki’nin hatırlama mekanizması roman boyunca çok öne çıkan bir sorunsal değil, ama yukarıdaki alıntı hayli önemli, çünkü bugün (romanın anlatı zamanı yani; bu aynı zamanda YouTube’daki kayıt ânı) mahalleden neden kaçtığına ilişkin bir şeylerin farkına varmasını sağlayanın “üstüne boca edilen anılar” olduğunu belirtiyor. Anıları boca eden kimdir, nedir? Kişinin hafızası mıdır sadece? İnsana sormadan, tuhaf çağrışımlarla bir şeylerin zihinde yalan yanlış canlanması mıdır? En azından Suzuki’nin hikâyesinden anlıyoruz ki, boca eden başkaları da var. Buharkapı üzerine YouTube’da video çekip paylaşanlar ve bu çekimlerde söz alanlar, konuşanlar, destursuz lafa karışanlar… Tahmin edileceği üzere, yazının girişinde değindiğim, kitabı okurken aklımdan yazı başlığı olarak “YouTube Kültüründen Yazılı Kültüre”nin geçmesi romanın bu yapısından ötürüydü.
Karikatürist Kozma Togo’nun çizgileriyle Osman Cemal Kaygılı.
Bir kez daha Sait Faik’in Çingeneler hakkındaki değerlendirmesine döneceğim. Osman Cemal’in eserini macera romanı olmasının yanında ikincil bir değer atfederek, “örf ve âdet romanı” olarak da tanımlıyordu. Ondan ilhamla Vaker için de benzer bir saptama yapılabilir belki de – sosyal medyayı, YouTube’u bugün bir örf yahut bir âdet olarak kabul edersek! Romanın kurgusu YouTube kayıtlarından oluşuyor. Bir kısmı Suzuki’nin anlattıkları, bir kısmı az önce değindiğim üzere başkalarının. (Kuşkusuz, sosyal medyadaki video paylaşımlarından “âdet” diye söz etmek için henüz çok erken olduğu söylenebilir; ne de olsa bir şeylerin “âdet” olarak değerlendirilmesi için uzun yıllar boyunca yapılagelmeleri gerekir. Beri yandan, sanal âlemdeki alışkanlıklar, huylar çok hızlı değişiyor ve dikkat süresinin neredeyse ışık hızıyla azaldığı bir çağda, bu sanal âlemde bir şeylerin “âdet” addedilmesi için gereken süre de kısaldıkça kısalmış olabilir.)
Değişimin hızından söz ederken romanın başlarında çocuk olan Suzuki’nin sayfalar ilerledikçe (zaman geçtikçe) bir ergene dönüştüğüne dikkat çekmek isterim. Akıl almaz bir değişim süreci değil midir ergenlik de? Evet, Buharkapı Mahallesi değişiyordur; arkadaşları, mahalleli değişiyordur; ama onları gören, anlamaya çalışan Suzuki de aynı kalmıyordur. O da pek hızlı değişmektedir. Vaker’de olayların yanı sıra olayları algılayan kişideki değişim de başat bir motif. Bakmayın “algılamak” fiilini kullanmama, tahmin edileceği üzere, ergenlikle beraber çok hızlı değişim yaşayan Suzuki’nin olanı biteni hakkıyla algıladığını söylemek de mümkün değildir – yaşıtları gibi!
Suzuki’nin kayıtlarında sadece onun ağzından çıkanlar var, öbürleriyse “çok sesli”; tam da sosyal medyada karşılaştığımız YouTube kayıtlarını andıran bir sesler karmaşası söz konusu. Bir YouTube kullanıcısı popüler olmuş bir konuda kayıt yapmak için gittiği yerdeki insanlardan birini seçip sözümona röportaj yapıyor, ancak sürekli olarak video çekimini seyretmekte olanlar lafa dalıyorlar, kimin konuştuğunu takip etmek bile zorlaşıyor, araya seyyar satıcının sesi bile karışabiliyor. Yahut mahalleye çekime giden kişinin çevresini mahallenin “delikanlıları” çevirip sataşma-sorgulama arası diskur çekiyorlar; bu sırada kamera açık olduğu için biz de bu söylenenleri öğrenme imkânı buluyoruz. Benzer biçimde, gizli kamerayla yapılmış çekimlerin kayıtları da var. Vaker’deki Çingeneler Çingene aksanıyla, Çingene argosuyla konuşuyorlar (arada bazen daha genel bir argo ve küfür dağarcığından da yararlanıyorlar) ve hikâyeler anlatmaya bayılıyorlar. “Vaker de ne ola ki?” diye sorulabilir. Buharkapılıların “joker” gibi kullandıkları bir kelime bu; birçok anlama geliyor – kim bilir, belki de her anlama... Söylemek, yapmak, dinlemek, bakmak… “Şey” gibi bir şey!
Roman kişileri hikâye anlatmayı seviyorlar ama bazen inanılması hayli zor şeyler anlatıyorlar (“vakeriyorlar” mı demeli?). Bunları anlatan kişi, kişiler, kafaları iyi olduğu için mi böyle konuşuyorlar, yoksa sahiden anlattıklarına inanıyorlar mı, ya da karşılarındakilerle kafa mı buluyorlar? Bunun yanıtı yok, belki önemi de yok, çünkü önemli olan anlatıyor olmaları. Anlattıklarındaki doğruluk payı bahsindeyse şu söylenebilir; sanki bir kez doğruyu söyler, gerçekten olmuşları, yaşanmışları anlatacak olurlarsa, kendilerinden hep doğru söylemeleri beklenecekmiş gibi, –bu işlerine hiç gelmediği için– yalanlar içtihadını sürdürüyorlar.
Bunun Çingenelere has olduğu geçebilir akıllardan, ancak bu tutumun benzeri farklı dozlarda öbürlerinde, Çingene olmayanlarda da var. Üstelik yalanlarla, hayallerle (belki lafın önünü alamamalarla) bezeli olan ve belli ki uzun zamandır anlatılagelen bu hikâyelerin karşılık geldiği birtakım gerçekliklerden de söz etmek de mümkün. Yalanlarla gerçeklerin üzerinin örtüldüğü, örtülmeye çalışıldığı gerçeği – tarihî gerçekler ve yalanlar da dahil buna, menfaatlere alet edilen gündelik yalanlar da; başkalarının acılarının, aşağılanmalarının, hatta ölmelerinin bile göze alındığı yalanlar mesela. Hikâyeler gerçeklerin üzerini örterken, gene bu hikâyelerden gerçekliğe dair kimi sahneler, görünümler taşabiliyor.
Mahalle sınırlarının aşılması gibi, gerçekle hayalin/yalanın arasındaki sınır da aşılmış durumda. Romanın arka planını aktarmaya çalıştım, bir de ön planda süren bir hikâye var, gülünç ve acıklı bir hikâye; olan bitenleri farklı kişilerden, seslerden dinlediğimiz (okuduğumuz) sürükleyici bir hikâye. Sonunu biliyoruz üstelik: Suzuki mahalleden ayrılmış, ama neden? Yine onun kayıtlarından bir alıntı: “İnsanlar unutmak istemedikleri şeyleri kayda alır; bense unutmak istediklerimi.” Nedir unutmak istediği ve kayda alarak bunu nasıl sağlayacak?
Vaker, hikâyesi ve anlatım tarzıyla günümüz edebiyatında benzerine pek rastlamadığımız bir roman. Evren Yesari, hikâye anlatmanın yeni imkânlarından yararlanarak, güncel olduğu kadar tarihî kökleri de olan meseleleri, günümüzün –gözler önünde yaşanan ama gözümüzden kaçan– bir resmini çizerek anlatıyor.
NOTLAR
[1] Evren Yesari, Vaker, İletişim Yayınları, İstanbul, 2025, 182 s.
[2] 1991’de Osman Cemal’in eserleri henüz teliften düşmemişti. 1972’de 3. baskısı yapılan Çingeneler dışındaki kitaplar 1930’larda, 1940’larda yayımlanmışlardı ve bunları sahaflarda bulmak bile kolay değildi. Yakınlarda kaybettiğimiz Lütfü Seymen kendi koleksiyonundan çıkarıp vermişti okuyup bu yazıyı yazmam için. Lütfü Abi’yi sevgiyle ve özlemle bir kez daha anıyorum.
[3] Şu yazıda daha ayrıntılı durmuştum bunun üzerinde. “Osman Cemal Kaygılı: Destursuz Abdest Bozan Yazar”, Ateşe Atılmış Bir Çiçek içinde, Can Yayınları, İstanbul, 2012, s. 45-56
Önceki Yazı
Kırmızı Buğday:
İki dünya arasında kalakalmış biçim
“Tipselleştirmeye dayanan bir anlatıda, hikâye ne kadar sarsıcı ya da okurdan 'adalet' ve empati talep eden bir tonla kurulmuş olursa olsun, istediği etkiyi yaratmakta zorlanıyor. 'Göstermek' yerine 'anlatmayı' tercih eden tüm metinler için geçerli bu...”