Vahan Usta'nın ardından...
İstanbul’un en eski sahaflarından “Vahan Usta” ya da “Vahan Amca” diye anılan ama en çok da “Hayal Sahaf” diye bilinen Vahap Kocaoğlu, 99 yaşındayken 20 Mart 2024’te aramızdan ayrıldı. “Vahan Usta”yı, Kasım 2000’de Virgül dergisinde yayımlanmış bir yazı ve bir röportajla uğurluyoruz.
Vahan Kocaoğlu, Galatasaray Lisesi’nin yan sokağı, 2005. Fotoğraf: Fotoğraf: Orhan Cem Çetin
İstanbul’un en eski sahaflarından “Vahan Usta” ya da “Vahan Amca” diye anılan ama en çok da “Hayal Sahaf” diye bilinen Vahap Kocaoğlu, 99 yaşındayken 20 Mart 2024’te aramızdan ayrıldı.
“Vahan Usta”yı, Kasım 2000’de Virgül dergisinde yayınlanan iki yazı ile uğurluyoruz. Nur içinde yatsın…
1+1Express’te yayımlanan Vahan Kocaoğlu ile yapılmış iki söyleşiyi de buradan okuyabilirsiniz...
Ustaya Saygı
Virgül dergisi, Kasım 2000, sayı 35, s. 50-52
AHMET EKEN
Geçtiğimiz günlerde bir kitap yayınlandı, yıllardır mensubu çok fazla olmayan bir mesleği, ısrarla sürdüren bir insan üzerine. Meslek: sahaflık. Mensubun ismi: Vahan Kocaoğlu, Gerçi onu tanıyanlar için o ya Vahan “Usta”, ya Vahan “Hoca”, ya Vahan “Bey” ya da Vahan “Amca”dır ama biz gene de soyadını yazalım dedik.
Kitabı hazırlayan Hasan Coşkun, yapıtına isim olarak bu sıfatlardan “usta”yı uygun görmüş, ondan bir kitapçı olarak çok şey öğrenmiş olduğundan dolayı herhalde… Kitabın ismi tam olarak şöyle: Hayal Sahaf: Vahan Usta Üzerine Yazılar. Hasan Coşkun, Vahan Usta hakkında çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlanan yazılardan ve bazı söyleşilerden bir seçme yapmış, kitabın içeriğini bunlar oluşturuyor. Ancak bu kadar değil, kitap Cengiz Uğur’un çektiği Vahan Usta fotoğraflarıyla renklendirilmiş. Bu haliyle belki bir albüm/kitap demek daha doğru.
Hasan Coşkun kitaba yazdığı önsözde şöyle diyor:
“Beyoğlu’nun renkli simaları caddede turladıklarında çoğu insan onları tanır. Bu simaların eskilerinden, caddeye bağlılığını kırk yılı aşkın bir zamandan beri sürdüren Vahan Usta hakkında, çeşitli dergi ve gazetelerde çıkan yazıları bir araya getirerek küçük bir kaynak oluşturmaya çalıştım. (…) Çıkan yazıları bir araya getirdiğimde, anlatılanların benzerliğinden dolayı, bu çalışmayı yapmak konusundaki kimi tereddütlerime karşın, onun sokakta sahaflık yapma mücadelesine saygımdan ve kısmen de tanıklığımdan dolayı, Beyoğlu’nun ‘nev-i şahsına münhasır’ kişiliğini, olabildiğince tanıtmaya çalışma isteyim ağır bastı. (…) Kırk yıldan uzun bir süre sokakta kitap satmayı nasıl başarmıştır?”
Peki, kim bu Vahan Usta? Ümit Bayazoğlu, “Kaldırım Kütüphanesi Vahan Bey” adlı yazısında, onun yaşamı ile ilgili olarak şu bilgileri veriyor:
“Vahan Bey, İstanbul’a üç yaşında gelmiş bir Yozgat-Boğazlıyan (şimdi Sorgun mu?) Ermenisi. Malum olaydan sonra göç ettikleri İstanbul’da ne devlet ne de ‘cemaat’ onlara başını sokacak bir ev, bir iş vermeyince, ailece, şimdi Yıldız’da, Sabancı Lisesi’nin olduğu yerde bulunan bir Ermeni mezarlığına sığınmışlar.
Annesi, İstanbul’a gelişlerine ‘Boğaz’ın donduğu yıl’ diye tarih düşürmüş, yani 1928. (…) Babası memlekette köy berberiymiş, İstanbul’da amele. Dedesi ise zangoç (kilise hademesi). Biraz mezarlıkta idare ettikten sonra, Ermeni kiliselerinde yatıp kalkmışlar uzun süre. Sonunda Yıldız’da bir ev edinmişler.
Vahan Bey Beşiktaş’ta Balık Pazarı’ndan Yıldız’a tırmanan Maşuklar yokuşundaki Makruhyan okuluna devam etmiş. 1943 veya 44 yılında Emirgan’da bir zenginin bahçesinde bahçıvan yardımcılığı yapmış. Orada Nat Pinkerton’un (Amerikan polis kahramanı) hikâyeleri geçmiş eline, ardından Sherlock Holmes. İlk kitapları bunlar.”
Vahan Bey’e bir süre sonra bu kitaplar yeterli gelmemeye başlamış. Oktay Güzeloğlu’nun kendisiyle yaptığı bir söyleşide bize bunu şöyle anlatıyor:
“Nat Pinkerton’dan geçiyorum Esat Mahmut’a; onun romanlarına. O da yeterli gelmiyor. Ahmet Haşim’leri, Cenap Şahabettin’leri okuyorum. Akabinde Batı şiirleri, öyküleri… Şimdi kendim bunu çözemiyorum. Okuma hevesi olmayan, 1. sınıftan ayrılan, okuma-yazmayı zor sökebilen ben, birdenbire nasıl oldu da bu düzeye gelebildim?
Yüzlerce yazarın ismiyle, eserleriyle nasıl haşır neşir oldum, bilemiyorum. Nitekim, hepsi ezberimde olmasa bile, efendim ‘Sait Faik’in şu öyküsü, Behçet Necatigil’in şu şiiri vardı’ diyebilirim.”
İşte bu okuma tutkusu, kitap aşkı onun sahaflık macerasının başlangıcı olmuş. 40 yılı aşkın bir süredir bu işi yapıyor. Yine aynı söyleşiye dönersek, Vahan Bey bize bu konuda şunları söylüyor:
“60’lı yıllarda Beyoğlu ve çevresinde tek bir sahaf bile yoktu. Sadece kitapçılar vardı. Ta ki 1984 yılına gelene kadar… O yıldan sonra sahaflar gelmeye başladı. Yani Beyoğlu’nda sahaflığın başlangıç yılı 1984 diyebiliriz (…)
Hep Beyoğlu’ndayım. 40 yıldır İstiklal Caddesi’ndeyim. İlk olarak Atlas sinemasının yanındaydım. Bir ara da bugünkü Konak Muhallebicisi’nin yerinde ‘Banca Commerciale’ vardı onun önünde tezgâh açıyordum. Sonra caddenin değişik yerleri…”
Ancak zamanla bazı şeyler değişir, sahaflık da bunlardan biridir: Şule Alparslan’a şöyle der Vahan Bey:
“Eskiden buralar kültür membaı halindeydi. Aksaray, Şişli, Nişantaşı, Feriköy’deki evlerden çok değişik kitaplar çıkardı. Evlerde büyük kütüphaneler vardı. Hatta kamyonla kitap topladığımı bilirim. O yüzden de kitap düşkünleri gelip beni bulurlardı. Sonra sahaflardan kitaplar bulurduk. Kitapçılar rahatça bizim gibi esnafa ellerinde olanları verirlerdi. Şimdi her şey ticaret oldu.”
Yine kitaptaki yazılardan öğreniyoruz ki, Vahan Bey sahaflık serüveninde kitaplarını heyecanla okuduğu birçok yazarla da tanışmış ahbap olmuş, sohbet etmiş. Soruldukça aklına hemen gelen isimleri sıralıyor ve ardından ekliyor, “en büyük pişmanlığım bir günlük tutmamak”… Bizce de tutsa çok iyi ederdi. Ama henüz geç kalmış değil.
Kitapta yer alan yazılardan bir tanesi de, sahaf Ergun Hiçyılmaz’a ait. Yazar eski dostunun portresini şu şekilde çiziyor:
“Yoksulluğu delip geçen kültür zenginliğine hayat boyu yer açabilen nadide insanlarla bu dünyayı paylaşmak ne güzel… Gülümseyen ve burukluğu yok eden hakiki bir ‘yüz’le kim bilir kaç yıldır dostluğumuz var? Onca ‘yüz’süz içinde tarifi mümkün olmayan bir ‘kültür’ ile bakan Vahan Hoca eski Sultanî’nin bir devamı sanki… Galatasaray’da ‘yer’den yükselen bu ‘halk anıtı’ modernleşmenin karşıtı olarak Pera’da eskiyi yeşertmeye devam ediyor… (…)
İple bağlanmış eski kitap paketlerini her sabah açtığında sadece onun için değil, hepimiz için gün doğuyor demektir. Galatasaray Lisesi’nin yan kenarındaki kitapçı Vahan Bey, unutulmuş bir mazinin, unutulmaması gereken en önemli ismidir. Reşat Ekrem Koçu eğer İstanbul Ansiklopedisi’ni G harfinden öteye götürebilseydi Vahan Bey’e hiç şüphesiz birkaç satır ayırmakla iktifa etmez, birkaç paragraf ayırırdı. Ansiklopedi yerine süslü kuşe cilt yapanların dikkatine… Bazılarının varlığı, kağıtlardan veya ansiklopedi maliyetlerinden daha pahalıdır… Vahan Bey gibi…”
Enis Batur, Doğu-Batı Divanı adlı çalışmasından yapılan ve kitabın neredeyse girişi diyebileceğimiz bu alıntıda dediği gibi:
“Yatak odasındaki komodinin alt gözünü boşaltıp vermişler Vahan beye. Naylona sarılıp lastikle bağlanmış bir tomar mektup, hesaplarla dolu -şimdi- anlamsız bir defter, pasaport ve ticaret sicili dosyası…”
Ekleyelim: Kitap, fotoğraf, kartpostal, harita… Ve Vahan Bey onları titizlikle toplayıp başka bir yerlere ulaştırmış. Kitap bu çapanın kısa bir hikâyesi. Bir kadirşinaslık örneği: Sahi neydi bu kelimenin manası?
Vahan Kocaoğlu:
“Sokakta Bir Dükkâncıdan Daha Avantürdeyim”
Virgül dergisi, Kasım 2000, sayı 35, s. 53
FEZA KÜRKÇÜOĞLU
Öğle saatleriydi, Vahan Usta’yla yeni çıkan kitabı hakkında konuşmak için Galatasaray Lisesi’nin yan sokağına gittiğimde. Hani, nihayetinde tuvaletin olduğu küçük sokak. Vahan Usta yeni gelmişti, yılların getirdiği alışkanlıkla tezgâhını açmaya koyulmuştu. Galatasaray Lisesi’nin bahçe duvarına bitişik bu tezgâh, duvar üzerine serilen iki parça gazeteden ibarettir. Usta hareketlerle yaydığı gazeteleri yanında getirdiği iki parça taş ve bir demir parçasıyla rüzgâra karşı korumaya aldı. Şimdi sıra kitapları, dergileri ve eski fotoğrafları dizmeye gelmişti. Merhabalaştık, meramımı anlatıp izin istedim. Siz tezgâhınızı kurun, ben de biraz yürüyüp geleyim, dedim. Aradan yarım saat geçti. Beyoğlu o mahşeri kalabalığına kavuşmadan geri döndüm. Beni tezgâhının sonunda, duvar üstüne buyur etti ve karşı sokaktan çay almaya gitti Vahan Usta. O dönene kadar oradan sokağın ne kadar farklı göründüğünü düşündüm. Hem sokağın içindesin hem de kıyısında. Küçük teybi çıkardım, uzattım Usta’ya. Başladık söyleşiye…
– Vahan Usta, kitabını gördüğün zaman neler düşündün?
– Mutluluğun zirvesine eriştiğimi söyleyebilirim. Yılların ezikliğini yaşayan Vahan, o kitapta kendini bulmuşluğunu yaşadı. Kendi varlığını karşısında görüşü hayattaki en büyük bekleyişiydi. Unutulmuşluğum… Unutulmuşluğumun sona ermesi fazlasıyla sevindirdi beni.
– Peki, kitap çıktı. Sen de burada sokak sergisinde kitabı, kitabını satıyorsun. Sonra neler oldu?
– Çok güzel bir dalgalanma diyorum buna ben. Hareketlilik yani benim için… En heyecan verici yanı Enis Batur’la Selahattin Özpalabıyıklar’ın benim kitabımı alıp, imzamı istemeleri. Heyecanımın üst noktası… Vahan bir yazara, bir çizere, bir sanatçıya imzasını veriyor.
– Biraz sahaflıktan bahsedelim. Sokak sahafı olmak, sokakta yaşamak nasıl bir duygu?
– Bu soru için teşekkür ederim. Sokak sahafı apayrı bir âlem, ayrı bir dünya tabii. Hatta söyle; içtenlikle söyleyeyim, bir dükkâncıdan daha avantürdeyim. Bilinmeyenleri yaşadığım, bilmediklerimi yaşadığım ve kişilerle haşır neşir olduğum bir durum bu. Bunca yıl içinde nice nice şöhretler geldi, onlarla tanıştım. Onların bende izi var. Aynı zamanda bu anıların notları vardı… vaktiyle. Ama onları devam ettiremedim. Fakat kısmen beynimin gücüyle zaman zaman aktarabiliyorum.
Yani sonuç şu, Türkiye çapında bir sokak sahafı sayılırım. O gelen kişilerin bana verdiği değerden dolayı da çok mutluyum. Yaşadıklarımın belgeleri olmalıydı, benim elimde dokümanlar bulunmalıydı. Üzüntüm bundan dolayı…
– Sağlık olsun… Vahan Usta.
(Gülümseyerek yanıtladı beni…)
– Çok sağol…
– Özel bir soru sormama izin verir misiniz? Kitaptaki yazılardan birinde, Sevan Ataoğlu’nun “Beyoğlu’nda Yaşlı Bir Kitap Kurdu” yazısında bir cümleniz var: “Ruhum parçalanmış, onun için ben hiçbir şey söylemek istemiyorum…” Bilirim zordur içten gelen bir duyguyu “yeniden” tarif etmesi ama “parçalanmışlık”…
(Vahan Usta tam cevap vermeye hazırlanıyordu ki birdenbire bir hanımefendi giriverdi sokağa ve Vahan Usta’ya: “Beyoğlu sergisine [Yapı Kredi Bankası’nın ‘1870 Beyoğlu 2000’ sokak sergisinden söz ediyor] bakarken sizin fotoğrafınızı gördük. Ay ne kadar güzel, ne zaman çekildi o fotoğraf?” dedi ve “parçalanmışlık” sorusunu farkında olmayarak parçaladı. Vahan Usta ile tezgâhın başına doğru yürüdüler… Biraz sonra Vahan Usta geldi ve bütün kibarlığı ile “çok özür dilerim “nerede kalmıştık?” dedi.)
– Parçalanmışlık duygusundan bahsediyorduk..
– Evet, parçalanmışlık. Yeni bir ufuk diyorum. Tekne gibi diyorum, bir rüzgârın önünde sürüklenen bir yaprak gibi diyorum. Alır götürür, bilemezsin. Bazen endişe duyarsın bazen de o endişe kaybolur. Güzel bir sahile ulaşırsın… İşte heyecanların, üzüntülerin bir tür hayat fırtınasının bize yeni bir gün verişi… Yeni bir günde bizi bekleyen güzellikler… İnsanoğlunun her şeye tahammül edip ayakta kalabilmesi kadar güzel bir şey yok.
– Vahan Usta, Beyoğlu’nda ilk sergi açtığın yılı hatırlıyor musun, nerede ya da nerelerde tezgâh açtığını?
– Evet efendim, kesin müspet olarak söyleyeyim: Atlas Sineması’nın yanındaki Akbank’ın önündeydim. 60’larda ufak çapta sahaflığa başladım, küçük bir adım diyebilirim. O küçük adım zamanla bana güç verdi, geniş bir ufuk açtı.
Ben gene aynı sırada Galatasaray Lisesi’nin sokağına kadar kapı kenarları, kıyılar köşeler… dolaştım. 80’lere kadar Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde belediye beşten sonra izin verirdi sergiler için. 80 devriminde sergiler kaldırıldı, sokak içlerine verildi. Yani burada bulunmamın tarihi 1980… O zamandan beri buradayım.
– Bir soru da mesleğinize, sahaflığa ait… 80’li yıllara kadar sahafiye kitap, belge, fotoğraf bulmakta zorlanılmıyordu bildiğim kadarıyla, şu anda durum ne?
– Şimdi, çok güzel sorunuz. Geçmişte bu malzemeleri rahat ve bol miktarda bulabilir, evlerden, dükkânlardan edinebilirdiniz. O zamanlar sahaflar arasındaki ilişkiler çok güzeldi, Esnaflar birbirine çok güzel bir alaka ve hizmet gayreti gösterirlerdi. Kitapları bazen çok az bir kârla birbirlerine devrederlerdi.
Şimdi o yıllar geride kaldı. Günümüzde ise başka bir dönem yaşıyoruz. “Endeks” deniliyor, “rant” deniliyor… daha birçok şeyler deniyor. Şu endekse dönelim; her satılan malzeme, nesne o endeksin müsavi şartlarında yürümediği için şu yıllar zorluklar çekiyoruz. Gerçekten alma gücü azalıyor, satma durumu zorlaşıyor… yani sonuç, gidişatın bize ağırlık verdiğini söyleyebilirim.
(Birden birkaç öğrenci kitaplarla ilgili sorular sormaya başladı. Vahan Usta, tezgâhına gelen “müşteri”lerle ilgilenmeye koyuldu. Artık gitme zamanı gelmişti. Hayal Sahaf’a, Vahan Usta’ya hayırlı işler diledikten sonra sohbetin tadı damağımda Beyoğlu’nun kıyısındaki o küçük sokaktan kalabalığın arasına karıştım.)
Önceki Yazı
Anne Ben Düştüm mü? vesilesiyle
İyi bildiğimizi sandığımız “metafor”u bir daha sorgulamak
“Sorunun temelinde, metaforun Aristoteles’teki anlamı (genel-şemsiye kavram; ama benzerlik değil salt aktarma, nakil olan 'metafor') ile sonraki daralmış anlamının ('metonimi' ile birlikte 'mecaz/trope' şemsiye kavramının üyesi olan 'metafor') aynı bağlamda, eşzamanlı olarak kullanılması yatıyor...”
Sonraki Yazı
Filistin, mon amour (V):
Omelas etiği
“Ursula LeGuin’in 'Omelas’ı Terk Edip Gidenler' adlı meşhur hikâyesinde Omelas diye bir kasabada herkes müthiş mutlu bir biçimde yaşar. Bu ütopyanın sürebilmesi için bir çocuk feci koşullarda, bir bodrum katında yaşamalıdır. Bu ‘acı bilgi’yi kaldıramayanlar Omelas’ı terk etmek zorundadır. Glazer böyle bir ‘terk etme’ hareketi yaptı törendeki o konuşmasıyla.”