Anne Ben Düştüm mü? vesilesiyle
İyi bildiğimizi sandığımız “metafor”u bir daha sorgulamak
“Sorunun temelinde, metaforun Aristoteles’teki anlamı (genel-şemsiye kavram; ama benzerlik değil salt aktarma, nakil olan 'metafor') ile sonraki daralmış anlamının ('metonimi' ile birlikte 'mecaz/trope' şemsiye kavramının üyesi olan 'metafor') aynı bağlamda, eşzamanlı olarak kullanılması yatıyor...”
Beliz Güçbilmez
Sosyal bilimcilerin, özellikle felsefecilerin kafası çok karışık metafor konusunda. Dilcileri, dilbilimcileri yanlış, en azından eksik anlıyorlar. Öyle olunca da yazılarında iç tutarlılık kayboluyor. Dilbilimcilerin ana kaynaklarına biraz daha dikkatli baksalar tutarsızlıktan kolayca kurtulacaklar oysa. Böylece en azından birbirlerinin yanlışlarını yineleyip durmayacak ve çoğaltmayacaklar. Çok yinelenen bu yanlışların galatı meşhur yoluyla yeni bir doğruya dönüşmesi olasılığı hiç yok üstelik; çünkü yüzyıllara dayanan yerleşmiş, kesin bir doğru söz konusu.
Beliz Güçbilmez’in, eleştireceğim yanlar dışında, çok başarılı bulduğum, çok beğendiğim son kitabı işte bu olgunun tipik örneği. Alt başlığı “Kurmacalara Neden Muhtacız?” olan Anne Ben Düştüm mü? adlı kitabı, (Kolektif Kitap, Ekim 2023) anlatım diliyle, deneyimlerinden aktardığı örneklerle, kişisel okuma birikiminden yansıyanlarla dikkati hemen çekiyor. Akademik yaşamındaki birikiminden geliyor elbette bunların büyük çoğunluğu. DTCF’de tamamlamış yüksek lisansını ve doktorasını. Dramatik Yazarlık Anasanat Dalı Başkanı olarak görev yapmış aynı yerde ve tiyatro alanında profesör olmuş. Başka üniversitelerde de değişik çalışmalar yapmış. Tiyatro ürünleri var, tiyatro alanında kimi kavramlar geliştirmiş. Çeviriler yapmış. Yazarlık dersleri vermiş ve veriyor halen.
Bu kadar üretken ve çalışkan akademisyen bir yazarın kitabının elbette güzel olması beklenir. Eleştireceğim konu bir yana, “Kurmacalara neden muhtacız?” sorunun yanıtını gerçekten güzel veriyor.
Metafor konusuyla ilgili biraz sonra üzerinde duracağım sorunlu yaklaşımı, Beliz Güçbilmez’in dışında da ne yazık ki taşıyanlar hayli çok...
Bu tür önemli sorunlar, metafor kavramının Aristoteles’ten sonraki değişimini gözden kaçırmaktan ya da bilmemekten kaynaklanıyor. Ama salt bir gözden kaçırma, bilmeme değil aslında; kavramla ilgili iç içe geçmiş çelişik düşüncelerin bir arada, aynı düzlemde ileri sürülmesi söz konusu. Yararlanılan asıl kaynaklara biraz daha dikkatli bakılsa böyle tutarsızlıklara düşülmeyecek.
Güçbilmez, kitabının “Başlarken” bölümünde yer alan şu sözleri metafor konusunda kendine uygulasaydı iyi olurdu diyorum:
“En iyi bildiğimizi sandığımız meseleye biraz yakından baktığımızda genellikle bilmek zannettiklerimizin temelinde, dönüp bir kez bile sorguladığımız kabuller olduğunu görmek, beni her seferinde şaşırtır.” (s. 13)
(Önemsiz bir konu ama alıntıyı yanlış yaptığım sanılmasın diye belirtiyorum; cümlenin bozukluğu, besbelli bir dizgi hatasından kaynaklanıyor. Az da olsa gözden kaçan başka yerler de var kitapta.)
Beliz Güçbilmez, Aristoteles’in metafor kavramını (ve tanımını) esas aldığını belirtiyor ama ne yazık ki onu da yanlış anlamış.
Anne Ben Düştüm mü? kitabının “Metafor” başlıklı bölümüne şu tümceyle başlıyor:
“Metafor bir şeyi başka bir şeyle anlatmak demek. İstiare de diyoruz, mecaz da, eğretileme de.” (s. 55)
Elbette böyle demiyoruz, dememiz de mümkün değil zaten. Aynı olguya ya da kavrama (“bir şeyi bir başka şeyle anlatma” olgusu: “metafor” kavramı) nasıl olur da hem istiare (eğretileme) hem mecaz diyebiliriz ki? Bu ikisi farklı kavramlar; aralarında da içlem-kaplam, tür-cins ilişkisi var. Bir başka deyişle, istiare (eğretileme), mecaz kümesinin bir üyesi.
“İstiare” ve “eğretileme” aynı kavramın adı (terimi); biri Arapça (ve Osmanlıca), diğeri Cumhuriyet dönemi Türkçesi. Belagat geleneğinde neredeyse baştan günümüze “istiare” bir “mecaz” çeşidi olarak ele alınmış ve gerektiğinde sayfalarca anlatılmıştır her iki kavram (Abdülkahir el-Cürcani’den, Recaizade Mahmut Ekrem’e; Tanzimat’tan M. Kaya Bilgegil’e, Rıza Filizok’a…). Başlarda kararsızlıklar yaşansa da uzlaşılan tanımlarda daha sonra neredeyse hiç değişme olmamış.
Sözgelimi Cürcani (ö. 1078), “Vazolunduğu manadan alınıp –bir alakaya dayalı olarak– vazolunmadığı ikinci bir manaya nakledilen her kelimeye mecaz denmektedir” demiş. Mecaz-istiare farkına ise özellikle dikkat çekmiş: “Bu nakledilme alakası benzerliğe dayanırsa istiare oluşur; mecaz, istiareden daha geneldir.” Benzerlik ilişkisi dışındaki ilişkilere dayanan ve daha sonra Hatib Kazvini (ö. 1338) tarafından adı konacak olan mecaz-ı mürsel (düzdeğişmece, metonimi) kavramını ise daha çok “akli mecaz” içinde anlatmış Cürcani. Mecazın tanımı, “asıl manasından başka manaya nakledilen lafız” biçiminde genelleşmiş giderek.
Tanımlar günümüzde de aynı ya da çok benzer biçimde veriliyor hâlâ. Ali Bulut’un tanımları şöyle (Belâgat Terimleri Sözlüğü, M. Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2015):
Mecaz, terim olarak, lafzın asıl mânâsından alınarak başka bir manaya nakledilmesidir.
Lafzın hakîkî manasıyla mecâzî manasındaki bağ, eğer teşbihe dayanıyorsa buna istiâre denir.
Lafzın hakîkî manasıyla mecâzî manasındaki bağ, eğer teşbihe dayanmıyorsa buna da mecâz-ı mürsel denir.
M. Kaya Bilgegil’in diğer belagat yazarlarından bir konuda farklı davrandığını görüyoruz (Edebiyat Bilgi ve Teorileri [Belâgat], Enderun Kitabevi, 1980, ilk baskı: 1960). Batıda olup bitenlere de göz atmış. Kavramları belagat geleneğine bağlı kalarak açıklarken terimlerin Batılı (retorik) karşılıklarını veriyor ayraç içinde: mecaz (=trope), istiare (=métaphore), mecaz-ı mürsel (metonymy)…
Başlangıçtan günümüze uzanan belagat geleneğinden Tanzimat Dönemi’nde bir sapma söz konusu. Anlam, dil, edebiyat konularında özellikle Recaizade Mahmut Ekrem’le birlikte Batıdan yararlanmaya başlayan bir anlayış çıkar ortaya. Bu modern yaklaşımda bazı kavramlar bırakılır, bazıları yenilenir, yeni kavramlar alınır Batıdan. Belagat sistematiği bir ölçüde değişir, kapsam daraltılmasına uğrar hatta. Ama “aklî mecaz / mecaz-ı aklî” kavramının terk edilmesi ve “mecaz”ın sınıflama biçiminin değiştirilmesi dışında mecaz, teşbih, istiare, mecaz-ı mürsel, kinaye gibi kavramların tanımları, kapsamları belagat geleneğiyle hemen hemen aynı kalır.
Bu modern edebiyat-dil-anlam anlayışı dünyadaki gelişmelere bağlı olarak kendini yeniler sürekli. Üzerinde durduğumuz kavramların tanımları ve birbiriyle ilişkileri pek değişmez yine de. (Kavramsal Metafor Kuramı’nı şimdilik konu dışında bırakıyorum.)
Günümüzdeki modern anlayışın iki kaynağından aktarıyorum tanımları (Yazın Terimleri Sözlüğü, TDK Yayınları, 1974; Dilbilim Sözlüğü, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2011):
değişmece [Fr. figure, trope] [es. t. mecazî] Bir anlam inceliği elde etmek için, sözcüğün gerçek anlamından sıyrılarak başka bir sözcük ya da kavram yerine kullanılması. Değişmeceler iki türlüdür: eğretileme, düzdeğişmece.
değişmece (figure, trope) anlambilim Bir sözcüğün ya da dizimin gerçek anlamı dışında kullanılması. Değişmece altında eğretileme, düzdeğişmece, benzetme, dokundurma, kişileştirme ve konuşturma ele alınmaktadır.
eğretileme [Fr. métaphore] [es. t. istiare] Bir sözcüğün –benzetme ilgisiyle– başka bir sözcüğün yerine kullanılması.
eğretileme (metaphor) anlambilim Aralarında eşdeğerlik ilişkisi kurulan anlamlı öğelerden birini öteki yerine kullanma sonucu oluşan değişmece türü (eskiden istiare).
düzdeğişmece [Fr. métonymie] [es.t. mecaz-ı mürsel, mürsel mecaz] Benzetme ilgisi bulunmaksızın, neden-sonuç gibi türlü ilişkilerle bir sözcüğün başka bir sözcük yerine kullanılması sanatı.
düzdeğişmece (metonymy) anlambilim Benzetme amacı gütmeksizin tümce ya da dizimde bulunan öğeler arasında bütün-parça, neden-sonuç, genel-özel, somut-soyut ilişkiler kurulması yoluyla oluşan değişmece türü (eskiden mecaz-ı mürsel).
Demek ki “istiare (eğretileme)” ile “mecaz” farklı kavramlar. Bu kavramlar neredeyse başlangıçtan (Ebu Ubeyde ve el-Cahız, IX. yüzyıl) günümüze ayrı ayrı tanımlanıp örneklenmiş. İstiare mecazın bir türü, mecaz-ı mürsel ile birlikte mecazın kaplamında yer alıyor.
Beliz Güçbilmez’in kafa karışıklığı (metafor: istiare, mecaz, eğretileme) bu kadarla da bitmiyor. “Metafor”u hem “mecaz” karşılığı (eşi) olarak görüyor hem de bu kabulüyle çelişecek biçimde “benzetme ailesinin şemsiye kavramı” biçiminde ele alıyor. Bu iki kabul elbette aynı anda, birlikte var olmaz, olamaz.
Güçbilmez şunları yazıyor kitabında:
Kitap boyunca her metafor dediğimde retorik kitaplarında ince ayrımlarla, detaylı örneklerle birbirinden ayrılmış bütün o benzetme ailesinin üst başlığını kastedeceğim. Metonimiyi de, alegoriyi de, teşbihi de kapsayacak şekilde. Bunu da tembellikten yapmıyorum aslında. Çünkü metafor hemen her durumda bunların tümünü kapsıyor, bir genel çerçeve gibi. (s. 60)
Metaforların yine teorik ayrımlarına girmeksizin hepsini “bir şeyi başka bir şeye benzetmek” yasasıyla işleyen metafor şemsiyesi altında anıyorum. (s. 65, dipnot)
(…) metafor ailesinden bir söz hüneri olan “teşbih”te (…) (s. 59)
İç içe geçmiş yanlışlar, daha sorunlu karışıklıklar söz konusu. Güçbilmez metaforu önce benzetme ailesinin üst başlığı olarak ele alıyor ve sonra metonimiyi, alegoriyi, hatta teşbihi bu metafor şemsiyesi altında topluyor. Bu değerlendirmeye göre metonimi ve teşbih (benzetme) birer metafor türüymüş.
Elbette bu kabul çelişkiler içeriyor. Metonimi, “bir şeyi başka bir şeye benzetmek” yasasıyla işlemez, bu işleyişin dışında yer alan parça-bütün, iç-dış, neden-sonuç gibi bitişiklik ilişkileriyle oluşur. Teşbih de metafor ailesi içinde yer almaz; çünkü metafor (istiare, eğretileme), teşbihin (benzetmenin) bir kısaltmasıdır teknik olarak. Buna göre daha geniş bir olgu, daha dar bir olgunun şemsiyesi altında elbette yer alamayacaktır. Ne belagat geleneğinde ne de modern dilbilim-anlambilim anlayışında yer alır bu anlayış.
“Benzerlik”, Güçbilmez’in sandığı gibi tüm mecazların değil, sadece benzetme (teşbih, simile, comparison) ve istiarenin (metafor, mecaz-ı mürsel) var olma ilişkisidir.
Aslında buraya kadar anlattıklarım (tanıklıklar, alıntılar, açıklamalar) Güçbilmez’in yaklaşımının yanlış olduğunu yeterince gözler önüne seriyor ama “metafor” kavramının (teriminin) retorikteki serüveni ve bizdeki görünümü bakımından da bir şeyler söylemek gerekiyor.
Metaforun şemsiye kavram olarak kabulünün kaynağı belli: Aristoteles. Ama ne yazık ki kaynağını yanlış anlamış, daha doğrusu anlamamış. Beliz Güçbilmez, Poetika ve Retorik adlı kitaplarından alıntılar yapıyor ama Aristoteles’in “metafor”u “benzetme ailesinin şemsiyesi” biçiminde ele almadığını gözden kaçırıyor. Bu kitaplarda metafor, benzerlik içersin içermesin, anlamla ilgili tüm “öte aktarmalar”ın, tüm “nakiller”in şemsiye kavramıdır.
Kavramı tanımlayıp adlandıran Aristoteles’in “metafor”u, belagatteki “mecaz”ın karşılığıdır hemen hemen. Poetika kitabını bizde ilk çeviren İsmail Tunalı, işte bu nedenle “metafor”u “mecaz” sözcüğüyle verir (1960).
Kavramlar tam oturmadığı için benzetme-metafor ilişkisi biraz çelişkiler içerir Aristoteles’te. Hem “Benzetme de metafordur” der hem de her ikisinin farklı olduğunu belirtir. En belirgin açıklaması ve örneği şöyledir (Retorik):
Şair Akhilleus hakkında,
Atıldı düşman üzerine bir aslan gibi
dediği zaman bu bir benzetmedir, ama ‘aslan atladı’ derse bu bir metafordur. İkisi de cesur olduğu için şair ‘aslan’ adını Akhilleus’a aktarır.
Bu durumu bir başka yerde, “Benzetme, açıklamalarını kaldırdığımızda orantılı metafora dönüşür” biçiminde açıklar.
Aristoteles, “mecaz, trope” kapsamında ele alıp “Bir adın başka bir şeye aktarılmasıdır / Bir sözcüğe, kendi özel anlamı dışında başka bir anlam verilmesidir” biçiminde tanımladığı “metafor”u türlere ayırır ama bu türleri adlandırmaz. Örneklerle açıkladığı dört türden sonuncusunun dolaylı olarak adlandırıldığını söyleyebiliriz ama: orantılı (analojik) metafor (orantıya göre mecaz). Bu metafor türünün esası benzerliğe dayanmasıdır. Aristoteles, “orantılı metafor”u benzetmeyle karşılaştırır birkaç yerde.
Aristoteles’in “metafor”u (meta: öte, üzerine + phoros: aktarma), daha sonra bir figür çeşidi olarak “trope” adını aldığında, benzerlik yasasıyla işleyen “orantı metaforu”na özgülenir, sadece onun adı kılınır (orantı metaforu = metafor). Kavramdaki bu daralma sonucu, onun “cinsten türe” ve “türden cinse” vb. biçiminde açıkladığı aktarmalar ise “metonimi” (ve sinekdoki”) olarak adlandırılacaktır.
Sözgelimi Poetika’da verilen örneklerden “Gemim burada durdu” tümcesindeki “durdu” (“demir attı”) sözcüğü bunlardan biri. Aristoteles’e göre, “demir atmak”, “durma”nın bir türüdür. İki eylem arasındaki ilişki görüldüğü gibi benzerliğe dayanmıyor. Bu ilişkiye belagat geleneği “lazımiyyet” ve “melzumiyyet” / “lazımiyyet-melzumiyyet” (mecaz-ı mürsel içinde), retorik geleneği “métalepse, metalepsis” (metonimi içinde) adını vermiştir. Günümüz anlambiliminde artık “öncelik-sonralık ilişkisi” diyoruz. Sonraki eylemin adını önceki eylemin adı yerine kullanmak (ya da tersi): “… (demir atıp) durdu.”
Metonimilerin genelde kısaltmaya dayandığına dikkat çekelim: sobayı yakmak (sobanın içindeki odunu yakmak), ayağını çıkarmak (ayağındaki ayakkabıyı çıkarmak), Ankara’nın görüşü (Ankara’daki Türkiye Cumhuriyeti yönetiminin-hükümetinin görüşü), Yaşar Kemal okumak (Yaşar Kemal’in kitaplarını okumak)… “… demir atıp / atarak durdu < durdu” kısaltması da bu türden bir ilişkiye dayadığı için metonimi (düzdeğişmece, mecaz-ı mürsel) içermektedir.
Metonimi nasıl olacak da “bir şeyi başka bir şeye benzetmek’ yasasıyla işleyen metafor şemsiyesi” altında yer alacak bu durumda?
Antik Roma’da (Cicero, Quntilian vd.) başlayan anlam daralması J. Susanbrotus ((1484-1512), Henry Peacham (1547-1634), C. C. Dumarsais (1676-1756), P. Fontanier (1765-1844), Emile Lefranc (1798-1854, Tanzimat döneminde bizim yararlandığımız kişi) yoluyla XX. yüzyıla, günümüze uzanacaktır. Çok genel olarak şöyle özetleyebiliriz kavramların aralarındaki ilişkileri, birbirleriyle ilgili konumlarını:
En üstte yer alan şemsiye kavram, figür. Figürler iki ana sınıfa ayrılır: schemes (şekiller: biçime dayalı olanlar), tropes (mecazlar: anlama dayalı olanlar). Metaphor, metonymy, synecdoche, simile gibi kavramlar ise trope (mecaz) içinde yer alır. Batılı anlayış çok fazla ayrıntıya girmiş, figürlerin sayısını değişik sınıflandırmalarla yaklaşık iki yüz elliye kadar çıkarmıştır. Bu ayrıntı zamanla daha yalın biçimlere kavuşmuştur elbette. 60-70 yıldır ise dil, figürler sorununun dışında, neredeyse iki eksene kadar indirgenerek, bir başka deyişle iki kutupta (metafor-metonimi) ele alınıyor (Roman Jakobson, “The Metaphoric and Metonymic Poles”, 1956). 1980’lerden bu yana da, dil, salt kendinde bir olgu olarak değil, düşünce (zihin, biliş)-kavramlar bağlamında değerlendirilip tartışılmaktadır (Kavramsal Metafor Kuramı).
Metafor terimi (ve kavramı), retorik geleneğinde böyle bir anlam daralması serüveni yaşarken belagat geleneğinde ve bizde aynı ya da benzer bir serüven yaşamış mı, yaşadıysa hangi boyutlarda yaşamış peki? “Metafor” teriminin “mecaz”, “istiare”, “mecaz-ı mürsel” terimleri (kavramları) ile ilişkisi ne zaman, nasıl başlamış?
Aristoteles’in yapıtları VIII. yüzyıldan itibaren Arapçaya çevrilmeye başlanmış ama Poetika ve Retorik’ın çevirileri en sona kalmış, X. yüzyılı bulmuştur. “Metafor” sözcüğü çevirilerde, şerh ve telhislerde doğrudan kavram-terim olarak yer almıyor, “nakl (nakil, aktarma)” sözcüğüyle karşılanıyor (Mettâ, Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd). Bunun birkaç nedeni var. Öncelikli nedeni, belagatte “mecaz” kavramının ve “istiare” gibi mecaz türlerinin bu çevirilerden önce belirginleşmeye başlaması (Cahız Ebu Amr b. Bahr / ö. 869, İbn Kuteybe / ö. 889 vb). İkinci ve asıl nedeniyse Aristoteles’in dilciden çok felsefeci, en çok da mantıkçı olarak görülmesi. Böyle olunca da dil kavramlarına pek kafa yorulmuyor; dil olgusu mantık içinde ele alınıp değerlendiriliyor.
“Metafor” terimi Arap dilbilimine ve anlambilimine –bildiğim kadarıyla– ancak XX. yüzyılda Batıdan “istiare” karşılığı olarak giriyor. Günümüzde de esas olarak böyle kullanıldığını biliyoruz ama son dönemlerde bizde olduğu gibi Araplarda da “Metafor, günümüzde istiareden daha geniş hale gelmiştir, daha geniş bir kavramdır” anlayışına bağlı olarak kavram karmaşası yaşanmaktadır.
“Metafor” kavramı bizim belagat literatürümüzde XIX. yüzyılda girer. Retoriğe, Batılı kavram ve terimlere yönelme Süleyman Paşa (Mebâni’l-İnşâ, 1871-1872), Münif Paşa (İlm-i Belâgat / La Rhétorique, 1885-90?) ve Recaizade Mahmut Ekrem (Talim-i Edebiyat, 1879/1882) ile başlar. Aynı Fransızca kaynaktan yararlanırlar o dönem: Emile Lefranc, Traité Théorique et Pratique de Littérature, 1839 (özellikle “Des Tropes / Mecazlar” bölümü). “Mecaz”ın “trope”, “istiare”nin “métaphore”, “mecaz-ı mürsel”in de “metonymie” karşılığı olduğunu görmüşlerdir. Münir Paşa az da olsa Fransızca terimlere yer vermiş, hatta kitabının asıl adının altına Fransızca karşılığını yazmış olsa da, o dönemlerde kavramların Batılı karşılığını ayrıca belirtme gereği pek duyulmamıştır.
Kavramların Türkçe karşılıklarının verilmesine ya da terimlerin Türkçe-Fransızca (İng. vb.) eşlemelerine Cumhuriyet’in ilk yıllarına yoğun biçimde başlanacaktır. “Metafor” sözcüğü de bizde ‘40’lı yıllarda özellikle dilbilim (lengüistik)-anlambilim (semantik) bağlamında, “mecaz (trope)” değil “istiare” karşılığı olarak görülür (Necip Üçok ve diğerleri). İsmail Tunalı’nın Aristoteles çevirisinde “metafor”un “mecaz” olarak vermesinin nedeni de işte budur (1960).
“İstiare” karşılığı önerilen terim başlarda “iğretileme” biçimindedir. Nermi Uygur’un bir yazısının başlığı şöyledir: “İğretileme (Metafor) Problemi”, Felsefe Arkivi, Sayı 13, Yıl 1962 (İst. Ü. Ed. Fak. Bölümü yayını). Bu yazıda üzerinde durulan “problem” dille değil felsefeyle ilgilidir; yazıdaki “mecaz” ve “iğretileme (metafor)”, modern dönem kavramlarıdır. “İstiare” sözcüğü kısa bir süre sonra “eğretileme” biçimini alacaktır (Doğan Aksan’ın yazıları ve sonrası).
“Mecaz (trope) ve onun alt türleri olarak metafor (istiare, eğretileme) ve metonimi (düzdeğişmece, mecaz-ı mürsel)” anlayışı hiç tartışılmadan günümüze kadar da sürer. Şu yazarların kendi kitaplarına ve çevirilerine şöyle bir göz atmak yeterli: Berke Vardar, Tahsin Yücel, Doğan Aksan, Mehmet Yalçın, Ahmet Kocaman, Mehmet Rifat...
Beliz Güçbilmez belagatin ve modern dil anlayışının bu kaynaklarına ya hiç bakmamış, ya da bunların hepsine birden itiraz etmektedir.
Bence onun çelişkiler de içeren kafa karışıklığı felsefecilerin bazı kesimlerinden kaynaklanıyor. Dilbilimci ya da anlambilimci olmadığına göre Beliz Güçbilmez’i eleştiri konusu yapmak ne kadar gerekli o zaman? Metaforu temel alan bir kitap yazıyorsa, evet, çok gerekli. Belagat, dilbilim, anlambilim, göstergebilim çevrelerimizin tamamen dışında bir “metafor”, “metonimi”, teşbih” vb. algısına dayanıyorsa, evet, çok gerekli. Sadece bir “doxa” ile hareket ederek çok iddialı, neredeyse kuramsal bir kurmaca-metafor kitabı yazdığı için eleştirilmeli.
İşin garibi, kitabında adını andığı, alıntı yaptığı yabancı yazarların hemen hiçbirinde kavramları onun gibi ele alan da yok. I. A. Richards, Jacques Derrida, Michel Foucault, Umberto Eco, Paul Ricoeur, Friedrich Nietzsche, Max Black, Tzvetan Todorov, Roman Jakobson, Roland Barthes, Jacques Lacan, Paul de Mann, George Lakoff-Mark Johnson, Zoltan Kovecses ve diğer pek çok düşünür, “metafor”u şemsiye –üstelik benzerliğe dayalı– kavram biçiminde, “bitişikliğe dayalı metonimi”yi de bu şemsiye altında düşünmez.
Güçbilmez alıntı yaptığı, adını andığı yazarların ne dediğine şöyle bir baksaydı kavramları böyle kullanmaz, çelişkiye ve yanlışa düşmezdi.
Can alıcı iki soru sorayım eleştirilerime ek olarak:
“Metafor, mecaz anlamında bir benzerlik şemsiyesi” ise, günümüzde “metonimi” ile eş konumlu, aynı kümenin bir başka üyesi olarak anlatılan “metafor” için ayrı bir kavram gerektiğine göre ne diyeceğiz, ne önereceğiz? (Roman Jakobson’u nasıl çevireceğiz, “The Metaphoric and Metonymic Poles” yazısındaki “kutuplar”ı nasıl vereceğiz mesela? Ya da Derrida’nın “White Mythology: Mataphor in the Text of Philosophy” adlı yazısını, bu yazıdaki terimleri nasıl çevireceğiz?)
Özellikle Batıda pek çok sözlükte metafor (eğretileme)-simile/comparison (teşbih, benzetme) ilişkisine ve farkına yönelik açıklamaları, uyarıcı notları ne yapacağız o zaman? (Bu sözlüklerde “benzerliğe dayanan metaphora”, “bitişikliğe dayanan metonymy” ve benzeri açıklamaların hepsini düzeltmeye mi kalkışacağız peki?)
Özetlersek, metaforun Aristoteles’teki anlamı (genel-şemsiye kavram; ama benzerlik değil salt aktarma, nakil olan “metafor”) ile sonraki daralmış anlamının (“metonimi” ile birlikte “mecaz/trope” şemsiye kavramının üyesi olan “metafor”) aynı bağlamda, eşzamanlı olarak kullanılması, sorunun temeli. Bu sorun, “her tür anlam aktarmasına dayanan genel-ilk metafor kavramı” ile “benzerlik yasasıyla işleyen ikinci, modern metafor kavramı”nın aynı kavram olarak anlatılması sorunu ile katmerleşince bir trajedi oluşuyor ister istemez.
Beliz Güçbilmez’in Anne Ben Düştüm mü? (Kurmacalara Neden Muhtacız?) çalışması, eleştirdiğim yanlışlıklar giderilirse –bunun için küçük bir çaba yeterli bence– her bakımdan güzel bir kitap haline gelecek. Kurmacanın, dil kavramı olan metafordan çok kavramsal metafora dayandırılarak anlatılması benzerlerinden bir adım öne çıkarıyor kitabı zaten.
Önceki Yazı
Adnan Satıcı’yı bilir misiniz?
“Adnan’ın göçünden on yedi yıl sonra kalıcı bir hatırlama eylemiyle, iki ciltlik (toplam 600 sayfa) bir armağan kitapla anısı yeninden canlandı Ado’nun. Mehmet Özer, ilk cildiyle 'armağan', ikinci cildiyle Adnan Satıcı’nın dağınık evrak-ı metrukesi niteliğinde bu iki kitaba Ado’nun sevdiği, sık sık söylediği türkülerden birinin adını verdi: Bahçada Yeşil Çınar.”
Sonraki Yazı
Vahan Usta'nın ardından...
İstanbul’un en eski sahaflarından “Vahan Usta” ya da “Vahan Amca” diye anılan ama en çok da “Hayal Sahaf” diye bilinen Vahap Kocaoğlu, 99 yaşındayken 20 Mart 2024’te aramızdan ayrıldı. “Vahan Usta”yı, Kasım 2000’de Virgül dergisinde yayımlanmış bir yazı ve bir röportajla uğurluyoruz.