• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ENGLISH
  • GASTRONOMİ
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • KİTAPLAR
  • KRİTİK
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Filistin, mon amour (V):

Omelas etiği

“Ursula LeGuin’in 'Omelas’ı Terk Edip Gidenler' adlı meşhur hikâyesinde Omelas diye bir kasabada herkes müthiş mutlu bir biçimde yaşar. Bu ütopyanın sürebilmesi için bir çocuk feci koşullarda, bir bodrum katında yaşamalıdır. Bu ‘acı bilgi’yi kaldıramayanlar Omelas’ı terk etmek zorundadır. Glazer böyle bir ‘terk etme’ hareketi yaptı törendeki o konuşmasıyla.”

The Zone of Interest, Jonathan Glazer, 2023.

AHMET ERGENÇ

@e-posta

HER ŞEY

28 Mart 2024

PAYLAŞ

Son zamanlarda Filistin’e destek açıklamaları içinde en çok ses getirenlerden biri Jonathan Grazer’ın açıklaması oldu. Oscar’a layık görülen Auschwitz filmi The Zone of Interest’in yönetmeni, filmi için ödül alırken şu tarihsel açıklamayı yaptı: “Bütün seçimlerimiz şimdiki zamandaki halimizi yansıtmak ve bu halle yüzleştirmek için yapıldı. ‘Bakın o zaman ne yaptılar’ demek için değil, daha ziyade ‘Bakın şimdi ne yapıyoruz’ demek için.”

Bu açıklamanın bir soğuk duş ya da şok etkisi yaratması gayet anlaşılır. Zira şu anda Gazze’de yaşanan soykırımı ‘savunanlar’ halen Auschwitz travmasını bir gerekçe olarak kullanabiliyor. Burada ayıltıcı olan şey şu: Şu anda yaşanan ‘soykırım’la geçmişte yaşanan soykırım arasındaki korkutucu benzerliği ısrarla göstermek ve geçmişin kurbanlarının bugün şiddet uygulayıcı olmasını ‘normalleştirmemek’. Grazer’ın açıklaması üzerine yazan Naomi Klein şöyle diyor:

Naomi
Klein

Glazer günümüzün dehşetini Nazi suçlarıyla karşılaştırmanın doğası gereği küçümseyici veya göreceli olduğu düşüncesini ortadan kaldırdı ve niyetinin canavarca geçmişle canavarca günümüz arasındaki süreklilikleri ortaya çıkarmak olduğunu açıkça gösterdi.” Ve şu hayati soruyu soruyor: “Holokost sadece Yahudilerin yaşadığı bir felaket olarak mı görülmeli, yoksa yok edilmek üzere hedef alınan bütün grupları kapsayan evrensel bir şey mi? ‘Bir daha asla’ herkes için mi, yoksa Yahudiler için mi bir daha asla anlamına geliyor?

Geçmişteki bir korkunç ânı tekeline alıp o ânı şimdinin vahşeti için bir ‘gerekçe’ olarak sunan (bazı) İsraillilerin böyle açıklamadan ve yazı ve sorulardan rahatsız olması gayet anlaşılır. Amaç tam da bu: O hazır konumları bozmak, hassas gözleri geçmişe takılıp kalmaktan kurtarıp şimdi burada yaşanan şeye çevirmek.

Jonathan Glazer Oscar konuşması sırasında.

Glazer’ın açıklaması ‘canlı yayın’ olduğu için sansürlenemedi ama Oscar komitesi konuşmayı YouTube kanalından kaldırdı ve bazı ‘hassas’ kişiler Glazer’ı kınayan bir açıklama yayınladılar. Bu ‘gariplikler’, sansür ve kınama histerileri aslında Glazer’ın konuşmasının ne kadar yerinde ve ‘alakalı’ olduğunu da gösteriyor. Biz haklıyız ve bize karşı söylenen her şey anti-semittir hissini taşıyan bir haklılık histerisi hiç hız kesmiyor.

Gelelim Glazer’ın filmine… Garip ve rahatsız edici bir ‘siyasi’ film olarak tarihe geçeceği kesin olan film son derece tuhaf bir ‘bir aradalığın’ hikayesi. Nazi subayı Höss ve ailesi Auschwitz kampının hemen yanında bahçeli, ‘mutlu’ bir evde yaşamaktadırlar. Cehennemin hemen yanında kendilerine bir cennet bahçesi kurmuş olan bu ailenin ‘olağan hayatı’ sürdürme çabaları, ara sıra kamptan yükselen çığlıklar ya da kamptan evin olduğu bölgeye gelen bazı parçalar (mesela takma dişler) huzursuz etse de, büyük ölçüde devam etmektedir. Ve tam bu devam ediş, tarihsel olarak tekrarlanan soğukkanlı bir şiddetin ifadesidir. Bir yanda vahşet devam ederken, hemen yanında, bir ‘duvar’ mesafesinde nasıl olağan bir hayat devam eder?

Filmin hemen hemen hiç vahşet görüntüsü sunmadan, tersine bu ‘olağanlığa’ odaklanarak çok daha şiddetli bir temsili ortaya çıkardığı kesin.[1] Bütün filme, olağan hareketlere sinmiş bir ‘suç kokusu’ ya da şiddet kokusu hâkim. O olağan evi, o mutlu aile manzarasını saran, sarmalayan, çevreleyen feci bir şiddet var. Ve Glazer’ın da işaret ettiği gibi, böyle bir ‘olağan şiddet’ bugün Gazze’de de yaşanıyor.[2] Gazze’de yıkımlar arasında kendine latte hazırlayan, pizza dükkânı açan askerlerin görüntüleri, bu tarihsel vahşetin o tarihsel âna özgü olmadığını, burada şiddetin ve nefretin anatomisine dair bazı şeyler olduğunu gösteriyor.

Filmde son derece rahatsız edici olan ve şu anda da bir benzeri yaşanan bir şey daha var: Nazi ailesinin üyeleri kamp kurbanlarının eşyalarını kullanmaktan, rujlarını denemekten ya da elbiselerini giymekten çekinmiyor ve hatta bundan ‘marazi’ bir haz alıyorlar. Gazze’ye baskın yapan askerlerin ele geçirdikleri evlerdeki eşyalarla ve kıyafetlerle nasıl pozlar verdiklerini gördük. Burada bir tekrar var: Auschwitz’te, Gazze’de ya da burada, bundan yedi-sekiz yıl önce Sur’da yaşanan şiddet arasında feci bir benzerlik var. Şiddetin anatomisi hep aynı çarpık ve marazi mantığa dayanıyor. Şiddeti mümkün kılan temel koşul, karşındakini ‘insan-dışılaştırmak’ ya da canavarlaştırmaktır. Ya da Levinas’ın dediği gibi, ötekinin ‘yüz’ünü silmek. Dün Nazilerin, bugün İsrail ordusunun yaptığı gibi. Gibi gibi, değil, ta kendisi!

Herkes kendi çocuğunu koruyup başkasının çocuğunun yüzünü silme eğiliminde. Glazer’ın filmi, arkada bir yerde bir ölüm makinesi çalışırken kendi çocuğunu, o ‘küçük, güzel’ ailesini korumaya saplanmış olanların nasıl bir ‘suça’ bulaştıklarını açıkça gösteriyor. Bir ‘zone’ vardır (filmde bahsi geçen ‘bölge’) ve bu zone’un dışında olanlar şiddete uğrayabilirler. Judith Butler’ın o meşhur sorusu, aslında bu ‘zone’ları anlamak ve bozmak için çok iyi bir başlangıç noktasıdır. “Kimin yaşamı yaşam sayılır? Bir yaşamı yası tutulabilir kılan nedir?” Gizli ya da açıktan apartheid sistemlerinde bazı ‘yaşamlar’ için bir bölge inşa edilebilir. Bu bir ‘zone’ olabilir, bir ‘lojman’ olabilir (ülkemizde meşhurdur bu ‘lojman’lar), bir malikâne olabilir, bir sokak olabilir. O özel bölge, bölge dışındakileri değersizleştirir. Oralardaki şiddeti olağanlaştırır. Olağanüstü hali kalıcılaştırır. Apartheid tam olarak budur.

Yıllar önce Filistin’e gittiğimde afallatıcı bulduğum şeylerden biri de şuydu: İki hayatın (Filistinlilerle İsrail vatandaşlarının hayatının) birbirine olan fiziksel yakınlığı ve fakat aradaki düşünsel uçurum. Mesela Tel Aviv’le Ramallah arası sadece üç saattir ama Tel Aviv’deki bir İsrail vatandaşı Ramallah’ı dünyanın öteki ucundaki bir şer yuvası gibi görür. Bir diğer ‘acayip’ şey de, Filistinlilerin hayatlarıyla İsrail vatandaşlarının hayatlarını ayıran ‘apartheid’ duvarlarının her yerde oluşudur. Ve İsrail tarafına geçtiğinizi anlamanız çok kolaydır: Yollar yeni ve bakımlıdır, binalar ve araçlar lükstür. Filistin tarafı (duvarın hemen arkası) bilerek, bir siyasi ve kültürel bezdirme yöntemi olarak yoksul ve bakımsız ve harabe bırakılmıştır.

Yani şöyle: Glazer’ın filminde uç noktasını gördüğümüz ‘apartheid’  Filistin’de her an, her yerde, çeşitli biçimlerde geçerlidir. Gazze’ye ‘operasyon’ yapan askerlerin Gazze’yi yok etmekten, yıkıntılar arasında toplu selfie çektirmekten aldıkları marazi hazdan ya da Gazze sınırında yapılan marazi kutlamalardan bahsetmiyorum bile.

Ursula K. LeGuin

Apartheid’ın ayrılmaz parçası olan bu ‘kendi bölgesi’ni koruma eğilimine alternatif bir etikten bahsedebiliriz. Omelas etiği diyebileceğim bu etik, bir kişi bile ‘acı çekiyorsa’ orayı terk etmeyi gerektirir. Ursula LeGuin’in “Omelas’ı Terk Edip Gidenler” adlı meşhur hikâyesinden bahsediyorum. Hatırlayalım: Omelas diye bir kasaba vardır, orada herkes müthiş mutlu bir biçimde yaşar. Bu hayali -ütopik hayatın tek bir koşulu ya da sırrı vardır: Bu ütopyanın sürebilmesi için bir çocuk feci koşullarda, bir bodrum katında yaşamalıdır ve Omelaslılara bu bilgi sunulur. Bu ‘acı bilgi’yi kaldıramayanlar Omelas’ı terk etmek zorundadır. Glazer böyle bir ‘terk etme’ hareketi yaptı o konuşmasıyla. Böyle bir terk eylemine hazır olanlara selam olsun. Filistin’de ve diğer yerlerde adalet ancak böyle bir radikal ‘etik’le sağlanabilir sanırım.

 

NOTLAR:

[1] Buna benzer bir şeyi Türkiye’de, Sur’da yaşanan şiddet için yapan Geceden Önce adlı filmden de bahsetmek isterim. Ali Kemal Çınar’ın 2021 tarihli bu filmi, yaşanan şiddeti sadece arkada bir ‘ses’ olarak, bir fon olarak vermiş, böyle yaptığı için de şiddeti daha yakından hissettirmiştir.

[2] The Zone of Interest’e dair K24’te yayımlanan başka bir yazı da bu ‘olağan şiddet’e odaklanıyor.

Yazarın Tüm Yazıları
  • Filistin direnişi
  • filistin, mon amour
  • The Zone of Interest

Önceki Yazı

EVVEL ZAMAN

Vahan Usta'nın ardından...

İstanbul’un en eski sahaflarından “Vahan Usta” ya da “Vahan Amca” diye anılan ama en çok da “Hayal Sahaf” diye bilinen Vahap Kocaoğlu, 99 yaşındayken 20 Mart 2024’te aramızdan ayrıldı. “Vahan Usta”yı, Kasım 2000’de Virgül dergisinde yayımlanmış bir yazı ve bir röportajla uğurluyoruz. 

AHMET EKEN, FEZA KÜRKÇÜOĞLU

Sonraki Yazı

HER ŞEY

İzmir’in dağlarında kitaplar açar mı?

“İzBB Yayınlarının ilk örnekleri arasında, Halid Ziya Uşaklıgil’in İzmir Hikâyeleri, Tarık Dursun K.’nın İzmir anılarının derlemesi olan Ben Unutmadan, İzmir’den çıkan ama unutulmaya yüz tutan şairlerden Ali Rıza Erten’in bütün şiirleri Eski Aşkları Sorarsanız,  Nâzım Hikmet’in Yolcu oyununun özel baskısı ve Aelius Aristeides’in İzmir Söylevleri  de yer alıyor”

MESUT VARLIK
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist