Trak: Sessiz piyanodaki öyküler
“Tıpkı karakterlerin ve öykülerin iç içe geçmesi gibi, romanlar ve metinler de iç içe geçmiş durumda Trak'ta. Serkan Türk’ün matruşka bebekler gibi 'kendi içinde sürekli çoğalan' metni, doğa ve insan, metinler ve kültürlerarası ilişkiler, geçmiş ve şimdiki zaman ikilemi, anı ve gerçek çelişkileriyle örülü...”
Serkan Türk
Tıpkı ilk romanı Ausgang gibi Serkan Türk’ün ikinci romanı Trak da çok katmanlı kurgusuyla öne çıkıyor. Ausgang romanının temelini oluşturan parçalı anlatı (fragmented narration) Trak’ta neredeyse birbirinden bağımsız öykülerin yer aldığı bölümler halinde yapılanıyor. Ancak ilk bakışta her karakterin birbiriyle ilgisiz görünen öykülerinin yer aldığı fragmanlar bir kilim dokusunu andırıyor. Tıpkı parça parça yüzlerce desenden oluşan bir kilimin güzelliğinin ancak ona bir bütün olarak bakıldığında anlaşılması gibi, Trak’a da tüm parçaları okuduktan sonra bir bütün olarak bakmak gerekiyor.
Trak romanının omurgasını da yine Ausgang’in post-modern kurgusunu oluşturan iç içe geçmiş öyküler, birbirinin içine girmiş Çin kutuları ya da Matruşka bebekler meydana getirmekte: Her öykü yeni bir öyküye açılmakta, kahramanın karşılaştığı her yeni karakter yeni bir öykünün kapısını aralamaktadır. Arzu Alkan Ateş’in de belirttiği gibi, “Türk’ün metinleri Matruşka bebekler gibi. Kendi içinde sürekli çoğalıyor”.[1]
Ausgang’in ikinci tekil anlatıcısı gibi, bu romanın birinci tekil anlatıcısı da geçmişle bugün arasında benliğini arayarak belleğinin boşluklarını doldurmaya çalışır. Bir farkla; Ausgang’in kahramanı kendi geçmişiyle ilgili yeni bir kurgu yaratırken, Trak’ın kahramanı kendisi için yaratılmış bir geçmiş kurgusunun doğrusunu aramaktadır. Doğumda ölen ikiz kardeşinin acısını unutamayan aile, anlatıcı/kahramanın varlığını yok sayıp, ölü doğan kardeşin ölümünün yükünü ona yükleyerek yaşayan bebeğin yanında her zaman ölmüş bebeğin anısını yaşatır. Ölmemiş olsaydı seveceği yemeklerin ve giymeyi seveceği giysilerin hayaliyle yaşayan anne-baba, anlatıcı/kahraman için gerçeklikten uzak bir kurgu oluşturarak onu var olmamış sayarlar ve onu ailesinin dışından hayatı izleyen bir bireye dönüştürürler. Kısa süre içinde babanın Bursa’da iş bulmasıyla aile dağılır ve anlatıcı/kahramanı Nine Hala diye bellediği halası büyütür.
Roman, Nine Hala’nın ölümüyle anne ve babasının yanına gittikten sonra yatılı okula gönderilen kahramanın, bir burs programıyla İtalya’da katıldığı eğitim sırasında çocukluğundan beri hayran olduğu yazar Bay Ferrante’nin evine yaptığı ziyaretle başlar. Fotoğraf çektirmek istediğinde yazarın söyledikleri Türk’ün romanının geçmişle hesaplaşmanın romanı olduğunu gösterir:
“Fotoğraflar, diyor, zamanı geriye sarmak isteyenlerin mucizesi sanılır ama bu da yanlış. Hiçbir zaman tekrarlanmayacak olanı gösterir yalnız.” (s. 9)
Geçmişi geriye sarmak mümkün değildir ve fotoğraflar geçmişi geri getirme illüzyonlarıdır Bay Ferrante’ye göre. Oysa anlatıcı/kahraman kendisine bir geçmiş yaratma arayışındadır. Bu da Ferrante’nin gözünden kaçmaz:
“Fotoğraf, diyor, geçmişte ben buradaydım demenin bir yolu da.” (s. 13)
Her zaman yok sayılan, doğumda ölen ikiz kardeşinin hayatını yaşamakla suçlanan bir çocuk olarak varlığını kanıtlamanın bir yoludur geçmişte bir yerlerde olduğunu gösterme çabası.
Trak’taki ikiz kardeş çelişkisi, Salman Rushdie’nin Ayaklarının Altındaki Toprak romanındaki ikizlik dikotomisini andırmaktadır. Romanın başkişisi Ormus Cama dahi bir müzisyendir. Ancak doğumda ölen ikiz kardeşinin “öte taraf”tan gönderdiği ezgilerle beste yapmaktadır. Bir bakıma ikiz kardeşinin yeteneğiyle müzikteki başarısını sürdürerek hayatta kalmaktadır.
Turhan Yıldırım, oyuncuların sahnede bir anda repliklerini unuttukları, ne yapacaklarını bilemedikleri durumu anlatan bir terim olan ve romanın başlığını oluşturan “trak” ile “tıpkı tiyatro sahnesinde olduğu gibi korkuya kapılarak ne yapacağını bilmez duruma” gelen kahramanın “yaşamının en başında büyük bir darbe” yediğini ve hayatta birçok farklı rolü olabilecekken, doğumdan hemen sonra ölen ikiz kardeşi nedeniyle “bambaşka bir karaktere bürünmek zorunda” kaldığını belirtmektedir.[2]
Bu ölen ikiz sorunu, anlatıcı/kahramanın ölen kardeşinin yaşamını çalmakla suçlanması nedeniyle hayatı boyunca içinde bulunduğu açmazlar Habil ve Kabil mitini de çağrıştırmaktadır. Adsız kahraman hayatını çalmakla suçlandığı kardeşinin anısının bekçisi haline gelmiştir. Tıpkı “ben kardeşimin bekçisi miyim” dediği Tanrı tarafından lanetlenen ve dünyayı dolaşmak zorunda kalan Kabil gibi, Trak’ın kahramanı da yersiz ve aidiyetsizdir. Hep dolaşmaktadır. Zira Nine Hala ölmüş, ev diye bellediği yer yok olmuştur onun için:
“On dördüme girdiğim sene gördüm Bursa’yı. Nine Halamın evinin pencereleri kapandı çünkü o yıl. Evler de ölür içindekiler gidince.” (s. 59)
“Kapanan pencereler” imgesiyse güçlü bir metafordur burada. Dünyaya açılan pencereleri o evden açılmıştır. Ancak dünyaya ilk kez baktığı o pencereler kapanınca bilmediği başka dünyalara sürüklenmiştir. Paradoksal bir durumdur bu. Kapanan pencereler onu aidiyetten koparırken, başka dünyaların kapılarını da açar.
Romanın başında İtalya’da başlayan öykü geri dönüşlerle Nine Hala’yla yaşadığı eve, Nine Hala’nın ölümünden sonra anne ve babasının onu gönderdiği yatılı okula, İtalya’daki burs programı sırasında kaldığı evi işleten Zofia’ya, orada kalan, katliama tanık olmuş ve gaz odalarında öldürülmekten kurtulmuş Yahudi piyanist Rafal’ın hikâyesine, onu Bay Ferrante’nin evine götüren taksi şoförünün karısına duyduğu aşka kadar uzanmaktadır. Ve o taksi şoförünün aşkında tanık olduğu tutku zihnine kazınacaktır:
“Aşk: iki gövdenin birbirine doğru aynı anda sıçrayışı. İnsanın içinde beliren bir ayaklanma, yerinde duramama hali.” (s. 16)
Özge Ercan ile söyleşisinde Trak’ın “iç içe geçen hayatların romanı” olduğunu, yaşamın “ağırlığı altında ezilip güçlenmeye” çabalanan “anlar toplamı” olduğunu belirtmektedir Serkan Türk.[3] Bu anlar toplamı içinde içe dönük konuşmalarıyla çok şey anlatan anlatıcı aslında en iyi romanın dördüncü bölümünün başlığında kendini anlatmaktadır: “Sessiz piyano.” Artık çalınmayan, tuşları sararmış, sessiz bir piyanodur bu. Ancak ne kadar çok şey çaldığı, ne kadar çok dinlendiği üzerindeki yıpranmışlıktan bellidir. Hikâyelerle doludur. Buradaki müzik ve hikâye bağlantısı, Rushdie’nin Ayaklarının Altındaki Toprak romanındaki müzik ve ölen kardeş ilişkisini de anıştırmaktadır. Ölen kardeşin söyleyemediği şarkılar Ormus Cama tarafından bestelenirken, Trak’ın anlatıcı kahramanı ölen kardeşinin sessizliğini yaşar. Tıpkı Roman Polanski’nin 2002 yapımı Piyanist filminde katliamdan kurtularak sefil bir hayat yaşamak zorunda kalan piyanisti andıran yaşlı piyanistin sessiz piyanosu gibi.
İlk bölümün başlığı “Geçmişte Ben Buradaydım” ise Bay Ferrante’nin eserlerini okuyarak büyüyen ama onun yaşadığı yeri hiç görmeyen bir okurun Ferrante’nin yaşadığı yere geldiğinde duyduğu hissi anlatmaktadır. Geçmişinden kopan ve kendine yer arayan bir kahramandır anlatıcı. Bunu yazarın yaşadığı yerdeki dinginlikte mi bulacaktır? Yoksa dediği gibi geçmiş onu hiç bırakmayacak mıdır:
“Geçmiş arkamızdan ihtiyar bir at gibi yavaş yavaş gelir. (s. 15)
Bay Ferrante ile fotoğraf çektirmek istediğinde yazarın ona fotoğrafların “geçmişte ben buradaydım” deme yolu olduğunu söylemesine rağmen o fotoğraf çekilir. Bir yerde olduğunu kanıtlamalıdır anlatıcı/kahraman, çünkü ait olamamıştır hiçbir yere. Fotoğraflarla ilgili şunları söyler Serkan Türk:
“Dağların, nehirlerin, parkların, ev içlerinin kıyısına köşesine yalnızlık ve ıssızlık sızdıran şey bir bakıma bu fotoğraflar. Gülümsemelerimizi sonsuzun ağında tutma çabası.”[4]
Anlatıcı/kahraman için yaşamının dönüm noktası haline gelen kişi yatılı okul arkadaşı Uğur’dur. Uğur’da yaşayamadığı özgürlüğü, bilgiyi, cesareti bulmuştur. Uğur’un açtığı yol onu yazar Ferrante’nin kitaplarıyla tanıştırmasıyla açılır. Okumayı keşfettikten sonra artık her sözcük yaralayıcıdır:
“Sözcükler kimi nasıl yaralayacağını iyi biliyor.” (s. 13)
Gördüğü her şey ruhunu da derinden etkilemektedir, çünkü “Göz ruhun dürbünüdür”. (s. 37).
Serkan Türk’ün edebiyatında doğanın hep konuşageldiğini belirten Arzu Alkan Ateş, Trak’ta da otların, ağaçların, çiçeklerin, börtü böceklerin, gökyüzünün, toprağın kahramanlara eşlik ettiğini söylemektedir.[5] Örneğin beden ve doğa bütünleşir Türk’ün romanında:
“Ormanın kendine has uğultusu içinde, rüzgârın sokulduğu bir ağacın gür yapraklarının arasında ay ışığına bakıyordum. … Yutağımda bir şey oradan çıkmak için adım adım ilerliyordu. Bir solucandı bu. Sanki çayır güllerinin arasındayken onu görmüş ve iştahla yutmuştum.” (s. 21)
Burada Türk ekolojik bir estetik de yaratmaktadır. Doğa yalnızca bizi çevreleyen, bize temiz hava sunan, faydacı bir yaklaşımla ele alınan soyut bir kavram olmanın ötesine geçerek, Onur Kemal Bazarkaya’nın belirttiği gibi; “edebi hayallerin, ötekine yani insan olmayan varlıklara, hayvanlara, şeylere, bitkilere” yönelmesinin bir örneğini oluşturmaktadır.[6] Zira anlatıcı/kahramanın temsil ettiği insan dünyadaki ekosistemin bir parçası olarak yaşamaktadır.
Trak metinlerarası ilişkiler de içermektedir. Tıpkı karakterlerin ve öykülerin iç içe geçmesi gibi, romanlar ve metinler de iç içe geçmiş durumda Türk’ün metninde. Bayan Zofia; “Suç ve Ceza romanının doğduğu ülkede kötümser duygulara neden olabileceği için basımının engellendiğini duyduğunda şaşırmadığını, dünyada çok şeyi olağan kabul ettiğini” (s. 33) anlatırken, anlatıcı/kahraman da hemen Sait Faik Abasıyanık’ı hatırlar; “Sayfaları arasında yer alan gardıroptan çıkan asker kaputu yüzünden toplatılan Medarı Maişet Motoru geliyor aklıma” diyerek farklı kültürlerden yazarları bir araya getirir. (s. 33) Serkan Türk’ün matruşka bebekler gibi “kendi içinde sürekli çoğalan”[7] metni yalnızca bir romana sıkıştırılmış öyküler bütünü sunmakla kalmaz. Aynı zamanda doğa ve insan, metinler ve kültürlerarası ilişkiler, geçmiş ve şimdiki zaman ikilemi, anı ve gerçek çelişkisi de sunmaktadır okura.
Belki de aidiyet hissini yitirerek “trak”ta kalan her bireyin öyküsüdür bu.
NOTLAR:
[1] Arzu Alkan Ateş, “İçinden Konuşanlar İçin Trak”, Edebiyathaber.net, 2024
[2] Turhan Yıldırım, “Trak Gelirse Yaşama”, Ve veya: kitap ve/veya kritik, 2024
[3] Özge Ercan. https://www.mikro-scope.com/ayna/serkan-turkle-roportaj-trak-unutus-ve-hatirlayislarin-kitabi/
[4] Özge Ercan, “Serkan Türk’le röportaj: Trak; Unutuş ve Hatırlayışların Kitabı”, Mikroscope, 2024
[5] Arzu Alkan Ateş, “İçinden Konuşanlar İçin Trak”, Edebiyathaber.net, 2024
[6] Onur Kemal Bazarkaya, Edebiyat Kuramları: Hermenötikten İnsan-Hayvan Çalışmalarına, Nobel Akademik Yayıncılık, Ankara, 2023, s. 263.
[7] Arzu Alkan Ateş, “İçinden Konuşanlar İçin Trak”, Edebiyathaber.net, 2024
KAYNAKÇA
- Arzu Alkan Ateş, “İçinden Konuşanlar İçin Trak”, Edebiyathaber.net, 2024
- Onur Kemal Bazarkaya, Edebiyat Kuramları: Hermenötikten İnsan-Hayvan Çalışmalarına, Nobel Akademik Yayıncılık, Ankara, 2023.
- Özge Ercan, “Serkan Türk’le röportaj: Trak; Unutuş ve Hatırlayışların Kitabı”, Mikroscope, 2024
- Turhan Yıldırım, “Trak Gelirse Yaşama”, Ve veya: kitap ve/veya kritik, 2024
Önceki Yazı
Gerçek bir rock yıldızından
“kurgusal” bir rock yıldızına…
Doğan Kitap’tan yayımlanan romanı Sayın Bay Rock Yıldızı üzerinden biraz Teoman’ı, biraz da kendinden yola çıkarak yarattığı kahramanı Timur’u konuştuk Teoman'la...
Sonraki Yazı
Eylem Ata ile söyleşi:
“Öykü bir yol ise kendi içine doğru yürüyeceğin bir yol bu bence.”
“Kendi sınırlarımı görmek istedim, o sınırların dışında ne var, gözümü oraya diktim. Sınırın arkasındaki ile edebiyat yapmak, sınırı geçtikten sonra kendi bilinçaltımda gördüklerim, beni ben yapan, beni kuran imgeleri fark ederek bunları edebiyata aktarmak istedim.”