Eylem Ata ile söyleşi:
“Öykü bir yol ise kendi içine doğru yürüyeceğin bir yol bu bence.”
“Kendi sınırlarımı görmek istedim, o sınırların dışında ne var, gözümü oraya diktim. Sınırın arkasındaki ile edebiyat yapmak, sınırı geçtikten sonra kendi bilinçaltımda gördüklerim, beni ben yapan, beni kuran imgeleri fark ederek bunları edebiyata aktarmak istedim.”
Eylem Ata
Edebiyatın dünyadaki özerkliğini senin için anlatan, anlamlandıran en iyi imge nedir?
Kişiliğimize, tutum ve davranışlarımıza etki eden, karakterimizi sınırlayan psiko-sosyal etkiler imge dünyamı biçimlendiriyor diyebilirim. Bize etki eden, kendiliğimizi oluştururken belki bilinçdışı bir şekilde, çoğunlukla anlamlandırması, fark edilmesi zor olan hangi etkilere tepki olarak davranıyoruz. Bu sınırlayan, isteklerimizi yönlendiren, ihtiyaçlarımızı belirleyen içsel yaşantılara ışık düşürmek istiyor olabilirim.
Hareket alanları sınırlandırılmış, dışlanmış, ötekilerin arasında başka bir öteki olarak büyümüş, duvar dibinden, kıyıdan, başkalarına kendini belli etmeden, hatta kendini kendine bile belli etmeden yürümek ve sonra sınırları fark etmek… Sınırları duvar olarak algılamak… Yanımda Kal’daki öykülerimin kurucu itkileri ve imgeleri oldu diyebilirim.
Özne olmak tüm dünyada insanlara dair zor bir durum. Fakat hem karakterlere dair gözlemleyerek yazdığın öyküler boyunca hem de kendini gözlemleyerek yazdığın özne olma halinin zorlukları gerçekten de sende bir duvar imgesi olarak çıkmış ortaya.
Bu benim kendi duvarımın ötesini görmek istememle de ilgili. Kendi sınırlarımı görmek istedim, o sınırların dışında ne var, gözümü oraya diktim. Sınırın arkasındaki ile edebiyat yapmak, sınırı geçtikten sonra kendi bilinçaltımda gördüklerimi, beni ben yapan, beni kuran imgeleri fark ederek bunları edebiyata aktarmak istedim.
İlk iki kitabımı yazarken bu görüden yoksundum. Daha sonra yazdıklarım üzerine sorular soruldukça ve düşündükçe o öykülerde neyi nereye niçin yerleştirdiğimi kavrıyordum. O kavrayış anları yeni ışıldamalar yarattı. Yanımda Kal’ı yazarken önceki kitaplarımdan farklı olarak yaptığım şeyin farkındaydım, yani kendime dair yeni bir kavrayış ve algıyla yazdığımın.
Kafandaki imgelerle kurduğun bağda bir farkındalık söz konusu yani.
Evet. Mesela Uzak Değil’deki öyküleri yazarken bana gelen imgelerin ve benim onları kuruş, işleyiş şeklimin farkında değildim. Sonradan fark ettim. O nesneyi oraya niye koyduğumun, karakterime o ismi neden verdiğimin kendi içimdeki karşılığını görebildim. Yani, Uzak Değil’i nasıl kurduğumu, bilinçdışı süreçlerimin metindeki etkilerini görüp anlamam zaman aldı. Fakat Yanımda Kal’ı kurarken, yazarken aktif bir farkındalığım vardı diyebilirim. Kendi içime baktığımı, kendi sınırlarımı gördüğümü, duvar diplerini reddettiğimi ve duvarın arkasını tahayyül etmeye çalıştığımı biliyordum.
Gözünü diktiğin bu noktalardan konuşmaya devam edecek olursak, öykü yazma konusundaki tercihini, ısrarını, düşüncelerini merak ediyorum. Çıkılan yol ve varılan yer, duvarlar, evler, kapılar bağlamında, konuştuğun yerler ve sustuklarınla öykü yazmak nedir senin için?
Öykü bir yol ise bu kendi içine doğru yürüyeceğin bir yol bence. Öykü yazmak bir duvarı yıkmaksa, bir sınırı aşmaksa eğer, ya sana konmuş duvarları, ya senin kendine koyduğun duvarları, görünmez duvarları ötelemek, aşmak, yıkmak, kendine alan açmak demek. Öykü susuyorsa söylediği kadarının daha fazlasını hissettirmek istediği içindir. Bu susuş aynı zamanda konuşmaktır, fakat kendinle konuşmaktır. Aynı zamanda belki de herkese bağırmaktır, herkesin duymasını istemektir. Yanımda Kal herkesin duymasını istediğim şeylerle ilgili, mahrem bir şeyin kalmamasıyla ilgili. Yanımda Kal çok söylenen ve klişe gibi algılanan “Özel olan politiktir” sözünün, gerçekten özel olanın politik olduğunu göstermek, duyurmak, haykırmakla ilgili. Susuşun da sınırı var. Dolup taştıktan sonra sağa sola saçılsın, yayılsın, dağılsın, patlasın istiyor insan. Öykülerdeki bazı karakterler gibi, Seyran gibi mesela.
Seyran’ın dağılan zihnini konuşacağız. Psikolojideki zihin bölünmesini karakterler üzerinden konuşmak istiyorum. Öyküler hem birbiriyle hem de her şeyle etkileşim halinde. Kendi kendini yöneten özerk öyküler ama bu özerklik hali öyküleri dışardan koparmıyor, aksine ilişki hali devam ediyor. Bu yüzden belki de derinleşebiliyorsun. Düşünerek mi ortaya çıktı bu özerk yapı?
Sanırım öyle. Yanımda Kal’daki öykülerin her ayrıntısını, hatta yazdıklarımdan daha fazlasını, susma noktalarını epey ölçüp biçtim. Her bir öykünün özerk olduğunu söylüyorsun, katılıyorum. Tüm öyküler kendi başına anlamlı, özel ve özerk senin dediğin gibi. Ama parçaların bir aradalığı başka, bütüncül bir boyut daha inşa edebiliyor mu? Edebi üründe birleşmiş parçaların yapısı kadar inşa edilen bütünün anlamı da açığa çıkar, bilinir, anlaşılırsa edebi hazzın yükseleceğini düşünüyorum.
“UZAK DEĞİL’DEKİ ÖYKÜLERİ YAZARKEN BANA GELEN İMGELERİN VE BENİM ONLARI KURUŞ, İŞLEYİŞ ŞEKLİMİN FARKINDA DEĞİLDİM. FAKAT YANIMDA KAL’I KURARKEN, YAZARKEN AKTİF BİR FARKINDALIĞIM VARDI DİYEBİLİRİM.”
Tam da bu noktada bu özerk öykülerin çıkış noktası olan “Ahiret Ana”yı konuşabilir miyiz? Bahsettiğin bu bütünsel yapıyı bu karakter üzerinden kuruyorsun çünkü.
“Ahiret Ana” öyküsünün diğer öyküleri doğurmasını istedim. Ahiret Ana’nın kendisinin istenmeyen bir bebek olması ve kürtaj yapan bir kadın olmasıyla ve kitaptaki bütün öyküleri doğurma kabiliyetiyle ters metafor kurmak istedim. Diğer öykülerin hepsi Ahiret Ana’nın yeraltı evinden çıkan, hayata karışan ve onlarla bir şekilde ilişki içinde olan, temas eden dış dünyayla bağlantılı.
Ahiret Ana’dan el alarak diğer karakterlere geçmek istiyorum. Karakter yaratmaktan ziyade etiyle, kanıyla, kemikleriyle, düşünceleri, duygularıyla insan yaratmak istiyorsun sanki. Ahiret Ana’nın Ayten olması, Ruhiye’nin Ayten’e dönüştüğü anlar, Ruhiye’nin akli melekelerinin çok iyi çalışmıyor olması fakat aynı zamanda çok zeki bir kız oluşu mesela.
Ruhiye bir sınır kişilik. Terim anlamıyla psikolojideki sınır kişiliğe denk düşmüyor olabilir, kanımca düşmek zorunda değil. Edebiyatın bilimsel terimleri dilediğince zorlayabileceğini düşünüyorum. Karakterlerin katmaların arasında durabileceğini… Kimyada ilkin bir elektronun belirli bir enerji katmanında olmak zorunda olduğunu öğretiriz. Sonra elektronun katmandaki yerinin ve zamanın tam olarak bilinemeyeceğini. Ruhiye’nin hangi anda kim olduğu bilinemeyebilir. O katmanların arasında durabilendir.
Evet, kesinlikle, tam da burada insanı psikolojisiyle birlikte yaratma meselesi giriyor devreye, öyle değil mi?
Karakterler bütün çelişkileri, bocalamaları, sınır durumları, travmatik yaşantıları ve hayata dair iddialarıyla çıkıyorlar karşıma. Yer yer bocalıyor, yer yer kendi sınırlarına çarpıyor, ilerliyor ya da geri çekiliyorlar. Sınırı aşan, aşamayan, geçen geçemeyen, hem psikolojik sınırlarını hem de kendisini çevreleyen fiziksel alanları zorlayanlar oluyor. Karakter tasarlarken burasını da şöyle yapayım, burası da böyle olsun gibi olmuyor. Bu kısımda işler diri bir farkındalıkla ama kendiliğinden ilerliyor. Mesela Ahiret Ana’nın, istenmeyen bir bebek olarak doğmuş birisinin, aslında diğer istenmeyen bebeklerin doğmasına engel olmak isteyeceği kendiliğinden belli oldu. Yine de –ve buna rağmen– onun üreteceği ve başka bir uzamda ondan doğacak şeylerin de olması gerekti. Bu yüzden Ahiret Ana’nın yeraltı evinden birçok öykü, birçok karakter, birçok metafor çıktı.
Ruhiye dışarı çıkıyor mesela o yeraltı evinden. Ruhiye’nin Lego parçalarıyla ev yapması, oyuncak bebeklerle kurduğu ilişki. Öykülerindeki oyun meselesini, oyun kurmayı konuşabilir miyiz? Bu oyun kurma meselesinin Nazan karakterine eklemlenmesi, Nazan’ın terapistine anlattığı her şeyin zihnimizde Ruhiye’nin oyun oynama ritüelleriyle çatılması durumu. Karakterlerinin kendi kendilerine ve birbirleriyle ilişkisel halde oynadıkları oyunlar insan psikolojisinin derinliklerine sürüklüyor bizi.
Yanımda Kal’daki karakterleri psikanalitik açıdan, bilinçdışı süreçleriyle görmeye çalıştım. Örneğin bir çocuğun eksik kalan oyun ritüeli gün gelip nasıl bir yoksunluk olarak belirir? Oyun oynamamışsa, oyun çağında oyuna doymamışsa çocuğun bünyesinde bir şekilde sonraki dönemlerde beliren yoksunlukla kişi ne yapar? Kendi özgün koşullarında durumu nasıl idare etmeye, nasıl başa çıkmaya çalışır? Günlük yaşamın akışında, pratiklerinde neler yaşar? Ruhiye’yle bu sorulara cevap aradım.
“YANIMDA KAL HERKESİN DUYMASINI İSTEDİĞİM ŞEYLERLE İLGİLİ, MAHREM BİR ŞEYİN KALMAMASIYLA İLGİLİ. GERÇEKTEN ÖZEL OLANIN POLİTİK OLDUĞUNU GÖSTERMEK, DUYURMAK, HAYKIRMAKLA İLGİLİ.”
Çocukluk yaşantılarından getirdiğimiz, fark edilmesi zor ve bugünümüze etki eden zihnimizin karanlık bölgesindekiler bazen ergen çocuk oyunlarında, bazen sevgililerin buluşmasında, bazen de yaşlı bir adamın kaçarak kurtulamadığı bir anda önüne dikilen yaşlı hortlaklar, ifritler olabilir.
Kimlikler ve cinsiyetler nezdinde senin hiçbir karakteri birbirinden ayırmaksızın ele aldığını fark ettim. Bedenlerdeki ve zihinlerdeki ikilik, ayrışma, bozuşma kadınlarda olduğu kadar erkeklerde de var. Erkekler de duvar dibinden yürümek zorunda mesela.
Nerdeyse tüm karakterler çocukluk çağlarında travmatize edilmiş. Yaraları, zihnin kirlenmeleri var. Bu travmalar bazen dile yansır, örneğin Ferhat sayıklıyor; “Babara”. Çünkü aile geleneğinden ona aktarılan bir kaygı altyapısı var. Bu kaygı onun hayatının büyük kısmında, özellikle mesleğini yaparken, bir düzene koyma ihtiyacı olarak ortaya çıkıyor. Okulda öğretmen travmatize etmiş mesela, “Sen hiçbir şeyi düzene koyamazsın, beceremezsin, Türkçe bile bilmiyorsun” diyerek. Türkçe bilmeyen çocuklar Türkçe bilenlerle aynı okula gidemez, dolayısıyla o da yetişkin hayatında mesleğine yönelik düzenlemeleri yaparken bir memurla bir sanatçıyı aynı binada oturtamaz. Tüm bunları düzenli olarak bir defterde tutuyor, tutmak zorunda hissediyor. Kendi evini kurarken de mesleğinde kurduğu düzeni eve yansıtma çabası var. Aile aktarımları yani. Aile aktarımları sadece biyolojik genetikle bize aktarılan şeylerden ibaret değil. Sosyallik ve psikoloji de aktarılıyor, davranışları belirleyen tutumlar da aktarılıyor. Ailenin sosyal kodları bireye nasıl geçer ve tutumlarını nasıl etkiler? Ferhat’ı anlattığım “Babara” öyküsünü bu soruların yarattığı motivasyonla yazdım.
Öykülerde ilk etapta kimseyi kendi ismiyle tanımıyoruz. Sonradan görüyoruz ki, isimleri aslında onları bize tanıtan isimleri değil. Ahiret Ana ve Ruhiye dışında diğer hiçbir karakteri kendi isimleriyle tanımıyoruz. Kimse kendi gerçek ismine sahip değil, dolayısıyla kimse kendi isminden memnun değil sanki.
Bunu konuşmak istiyordum ben de, iyi oldu, teşekkür ederim. İsimler aslında kimliklerin karmaşası, karşılığı, göstergesi. Kimse içine doğduğu kimlikten memnun değil. Ona biçilen, dikilen gömleğe yerleşememiş. Benlik duygusu karmakarışık. Herkes ismiyle sembolize ederek yerini değiştirmek istiyor. Kimlikler, kişilikler yer değiştiriyor. Araya araya benliğini bulup, hatta belki yeni bir benlik inşa edip verili olanı isimler üzerinden reddediyor.
“NE İSTERSEN ONU KURGULAYABİLİR VE İÇİNDE YAŞARSIN. KENDİ KURGUN SENİN GERÇEĞİNDİR. BU KURGU DIŞARDAN BAKILDIĞINDA ÇEVRELENDİĞİN HABİTATA UYMUYOR GİBİ GÖZÜKEBİLİR, KOMİK GÖRÜNEBİLİR, FAKAT O AİLENİN GERÇEĞİ BUDUR.”
Lego parçaları metinlerimde leitmotif gibidir, sık sık tekrarlanır. Hangi parçalar bize aittir gerçekten, hangi parçalar uymadığı halde bize eklenmiş parçalardır? Aileden, sosyal çevreden, zorunluluktan bünyelerimize kabul ettiklerimiz… O süreklilikten kopma isteği… Bunları kurcalamaya çalıştım. İnsanın kendi analizini yapabileceğini, kendi süreçlerini yeniden değerlendirebileceğini, durduğu yeri değiştirebileceğini yazmak istedim.
Kimlik meselesi var, bir de aynı etnik kökene sahip olanlar arasındaki sınıf farkları var… Bu konuları konuşmak için illa Batıya gelmek gerekmiyor ya da Batıdan Doğuya bir bakış atmak gerekmiyor. Senin yaptığın gibi doğunun içinden bu konuyu bu derece net ele almak da mümkün.
Herkes kendi dünyasını yaratır. İnsan nerede yaşarsa yaşasın, dünya algısı, kurgusu başka bir form öngörüyorsa onu yaratabilir. Yaratılan dünya iğreti olabilir, eklektik olabilir, çevreden komik de görülebilir, ama kişi onun içinde yaşayabilir. Alger’in hikâyesine baktığımızda, Alger’in ailesi böyle bir aile. Babanın kurduğu bir aile organizasyonu var, babanın ruhsal ihtiyaçlarına hitap eden bir organizasyon bu. Babanın yaşanmamış aşkı, Fransa’dan getirdiği sevgilisinin geri yollanmasına içerlemesi adamın dünyasına damga vuruyor. Sevgili gitse bile bıraktığı atmosfer var çünkü. Baba bu atmosferi çocuğuna koyduğu isimden, karısının giyim kuşamına varana kadar yaşatmak istiyor.
Ne istersen onu kurgulayabilir ve içinde yaşarsın. Kendi kurgun senin gerçeğindir. Bu kurgu dışardan bakıldığında çevrelendiğin habitata uymuyor gibi gözükebilir, komik görünebilir, tuhaf ve buraya yabancı bir aile denebilir. Fakat o ailenin gerçeği budur. Babaların gömüleri babaların ölümünü beklemez.
“Gömü” demişken tam da burada “Safra” öykünü özellikle konuşmak istiyorum. Nazan’ı konuşmak istiyorum. Nazan’la terapisti arasında geçen bu diyalog nasıl ortaya çıktı; bir çırpıda mı, yoksa yonta yonta mı? Bunu konuşmak istiyorum çünkü bu metnin öykü atölyelerine konu olması gerektiğini düşünüyorum.
“Safra” öyküsünde kalemimi neredeyse hiç frenlemedim. Aktığı gibi gelmesini istedim her satırın. Seans seans yazdım. Her seanstan sonra karakterden soyunmak için, Nazan’ın bende kalmaması için bir rahatlama dönemine geçme ihtiyacı hissettim. Nazan’ı bir kenara koydum, yeniden Eylem oldum, çünkü ben öyküyü yazarken Nazan’ı yaşadım. Nazan benim zihnime, ben Nazan’ın zihnine girdim ve Nazan olarak yazdım “Safra”yı. Nazan’ı kendine yankılattım, Nazan’ı kendine aynalattım. Nazan’ın bilinçaltını safra olarak kusturmam gerekti. Bu anlamda bu öyküyü yazmak hem zordu hem de akışı bana en iyi gelen öykülerden biriydi. Böyle bir öykü yazmanın riski var mıydı; vardı elbette. Dallanıp budaklanabilir ve kontrolden çıkabilirdi. Fakat olmadı, Nazan bende iyice detaylandı, etraflıca bildiğim biri oldu. Böylelikle öykü kendiliğinden forma girdi. Tek yapmam gereken seansa hazır olmak, terapiye girmek ve terapi sonrası Nazan’dan uzaklaşabilmekti.
Kitabın son öyküsü “Yanık Ekmek Ucu”ndaki şu cümle ile hafızamız bir mancınıkla fırlatılmış gibi diğer tüm öykülerin düşünceleriyle birleşiyor: “Kökleri dışarı fırlamış yaşlı ağaçların gölgesinden geçerek yürüdüler. Bacaklarını kayalardan aşağı sarkıtarak oturdular.” Tüm öyküleri bir çanağın içine toplamak istemişsin sanki bu öyküdeki her satırla.
Başladığımız yeri görmemiz gerekir. Yerimizi ne kadar değiştirebildiğimizi anlamak için. Hep şimdi olduğumuz gibi miydik? Değilse… Kimdik? Kimindik? Şimdi kim olduk?
İsimler bize verilir ama yine de kendi adımızla boyut kazanır, özne oluruz. Olabilirsek.
Okuma rutinlerini merak ediyorum. Klasik, modern, çağdaş; en çok hangi dönem edebiyatını seversin mesela? Ya da başucu kitapların neler ve yazarların kimler?
Dönem edebiyatı olarak özel bir tercihim yok ama çağdaş metinleri daha çok okuyorum. Dönüp dönüp okuduklarım için Clariss P. Estes’in Kurtlarla Koşan Kadınlar’ı, Sara Ahmed’in Feminist Bir Yaşam Sürmek’i, Judith Butler’in Cinsiyet Belası ve Donna J. Haraway’ın Başka Yer adlı kitabını sayabilirim.
Yazma rutinlerini de merak ediyorum tabii. Her yerde yazabilir misin mesela? Kalabalık mekânları mı tercih edersin; ya da belki de tam tersidir.
Yazma rutinim diye bir şeyim yok. Yanımda bir fincan kahve olsun, yeter. Bulduğum her fırsatta yazarım. Kalabalık olsun istemem tabii. Evde gece el ayak çekildiğinde ya da sabah erken uyanıp yazmayı severim.
Önceki Yazı
Trak: Sessiz piyanodaki öyküler
“Tıpkı karakterlerin ve öykülerin iç içe geçmesi gibi, romanlar ve metinler de iç içe geçmiş durumda Trak'ta. Serkan Türk’ün matruşka bebekler gibi 'kendi içinde sürekli çoğalan' metni, doğa ve insan, metinler ve kültürlerarası ilişkiler, geçmiş ve şimdiki zaman ikilemi, anı ve gerçek çelişkileriyle örülü...”
Sonraki Yazı
Haftanın vitrini – 32
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Albüm / Atılgan / Canbaz Duası / Çapulcular / Dostoyevski Rusya’sında İntihar / Elsa Diego’nun Cenaze Alayı / Milliyetçiliği Dizginlemek / Osmanlı Dünyasında Himaye İlişkileri ve Yazılı Kültür / Sevgili Halil Kardeş / Simurg’un Kanadında