Haftanın vitrini – 32
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Albüm / Atılgan / Canbaz Duası / Çapulcular / Dostoyevski Rusya’sında İntihar / Elsa Diego’nun Cenaze Alayı / Milliyetçiliği Dizginlemek / Osmanlı Dünyasında Himaye İlişkileri ve Yazılı Kültür / Sevgili Halil Kardeş / Simurg’un Kanadında
Roland Barthes’ın yüzüncü doğum yılını kutlama vesilesiyle hazırlanan Albüm genel hatlarıyla kronolojik sıraya göre düzenlenmiş mektuplaşmalardan bir seçkiyle birlikte, Barthes’ın daha önce yayınlanmamış bir dizi metnini barındırıyor.
Albüm’de Raymond Queneau, Maurice Blanchot, Jean Genet, Michel Foucault, Claude Lévi-Strauss, Georges Perec, Michel Butor, Julia Kristeva ve Jean Starobinski gibi isimlerden oluşan bir dayanışma ve mektup arkadaşlığı ağının yarım yüzyıllık düşün tarihine, Barthes’ın dünyayla temasına ışık tuttuğu da görülebilir.
Yusuf Atılgan, 68 yıllık ömründe dört kitap yayımladı – Aylak Adam 1959’da, Bodur Minareden Öte 1960’ta, Anayurt Oteli 1973’te, çocuklar için yazdığı Ekmek Elden Süt Memeden 1981’de basıldı; ölümünden sonra öyküleri tek bir ciltte toplandı, tamamlayamadığı romanıysa Canistan adıyla çıktı. Can Yayınları Atılgan’ın bütün yapıtlarını 2017’de okurlara sundu, 2018’deyse yazarın kitaplarına girmemiş yazılarını, şiirlerini, söyleşilerini ve çevirilerini Siz Rahat Yaşayasınız Diye adlı kitapta bir araya getirdi.
Bugün Yusuf Atılgan’ı Türk edebiyatının en büyük yazarlarından biri olarak kabul ediyoruz; Aylak Adam ve Anayurt Oteli de birer başyapıt olarak kanondaki yerini aldı. Ancak bu görüş birliğine hemen ulaşılmadı; kitapların değerini hemen anlayanlar vardı ama ilk aşamada tepki duyanlar, anlam veremeyenler de oldu. Bu tepkilerin ana nedeni Yusuf Atılgan’ın cinselliği ele alış biçimi olduğu kadar, şehirli ve taşralı bireyi hem kişisel alanda hem de toplumsal çerçevede kurgulayış biçimiydi. Atılgan’ın metinleri, o zamana kadar edebiyatımızda az görülmüş yenilikler barındırıyordu ve kendisinden sonraki yazarlar için ilham kaynağı olacaktı ama kitapların yayımlandığı dönemde bunun kabul edilmesi o kadar da kolay olmadı.
Cem Akaş’ın yayına hazırladığı bu hacimli derleme, kuşaklar boyunca Fethi Naci, Can Yücel, Selim İleri, Füsun Akatlı, Ahmet Oktay, Nurdan Gürbilek, Orhan Koçak, Semih Gümüş, Behçet Çelik, Faruk Duman, Murat Gülsoy ve Fatih Özgüven gibi yazarların, akademisyenlerin ve eleştirmenlerin Yusuf Atılgan’ın yapıtlarına yönelik yorum ve değerlendirmelerindeki çeşitliliği, zaman içindeki değişimleri gösterebilmeyi hedefliyor.
Atılgan – bir başvuru kaynağı ve Yusuf Atılgan okurları için bir yol arkadaşı.
Canbaz Duası, Barış Pirhasan’ın tuhaflıklarla dolu bu dünya üzerine yakın yıllar içinde yazdığı şiirleri bir araya getiriyor. Evrensel umudun zor ağırlığını omuzlamaktan kaçınmayan, hep “kötü olan tarih”in acılı, kederli öznelerinin serüvenlerini dile geçiren, yine de alttan alta humor duygusuyla devinen bahanesiz şiirler. Yaşanmış hakiki hayatlara dokunan, isteyenin anlam izlerini alçak sesle izlemeyi tercih edeceği, isteyenin merakla senaryonun içine gireceği gerçek “arkadaş hikâyeleri”… “Korkuları ezip geçerken yorulmuş” olsa da “mutsuz bekleyişlerin, içe akıtılan gözyaşlarının, geride kalanların” yalnızlığında bile “denemeye değer bir isyan”ı öneren, “hayatın armağan ettiği yemyeşil orman”ı beklemek ısrarından vazgeçmeyen içtenlikli bir söyleşi. “Aralık ortasındayız aynen şiirdeki gibi. / Soğuk. Gölgeler bile pusmuş, zifiri karanlık…” Ve şairin şiire “Öyle bir bulut keşfet ki korkalım. / Salgıla, zehirle, yeniden doğsun dünya” diyeceği zamandır!..
Faulkner’ın son romanı Çapulcular, yazarın hayali coğrafyası Yoknapatawpha’ya otomobillerin girdiği ve böylece modernleşmenin yeni bir ivme kazandığı 1905 yılında geçer. Bölgenin önde gelen ailelerinden Priest’lerin ilk otomobilini kaçıran üç beklenmedik kahraman vardır romanın merkezinde: On bir yaşındaki Lucius Priest; ailenin himayesindeki çocuksu, fevri, otomobil sevdalısı Boon Hogganbeck ve bu yeni icada şüpheyle bakan kurnaz arabacı Ned. Üç kafadar, otomobillerin hayata girişiyle hızla değişmekte olan manzara boyunca bölgenin en büyük şehri Memphis’e doğru yol alırken beklenmedik olayların ve mekânların içinde bulacaklardır kendilerini: Çalınan bir at, bir genelev, nezaret ve sonunda bütün kaderlerinin bağlı olduğu bir at yarışı. Bir büyüme hikâyesine dönüşen bu macerayı, aradan yıllar geçtikten sonra torununa anlatan Lucius’tan dinleriz.
“Çapulcular, atlara ve otomobillere, doğanın modern çağ tarafından geri dönmemecesine değiştirilmesine ve zamanın acımasızca geçişine dair, çılgınca bir enerjiyle dolup taşan bir roman. Faulkner’la daha önce tanışmamış okurlar, “Çapulcular”dan bir yudumla başladıktan sonra kendini tutamayıp daha fazla içmek isteyebilir.” –The Washington Times
“Faulkner’dan başka hiç kimse yazıya yüreğinden ve ruhundan bu kadar çok şey katmamıştır.” –Eudora Welty
Halkın ve bilimin gözünde intihar her zaman anlaşılmaya muhtaç olsa da hiçbir zaman açıklanamayan, esrarengiz bir eylem olarak kalmıştır. Filozoflar, yazarlar, gazeteciler, bilim insanları yüzyıllar boyunca bu eyleme bir anlam bahşetmeye çalışmışlardır. On dokuzuncu yüzyılda –özellikle Rusya’da– intihar; ruhun ölümsüzlüğü, özgür irade ve determinizm, fiziksel ve manevi, birey ve toplum gibi tartışmaların merkezine oturmuştur.
Irina Paperno tıbbi raporlar, gazete kupürleri, sosyal incelemeler, yasalar, kurgusal eserler, intiharların ardında kalan şahsi belgeler gibi çeşitli kaynakları analiz ederek intihar için yapılan bu anlam arayışını resmediyor ve intiharın kamuoyunun ilgi odağı hâline geldiği 1860’lar ila 1880’lerin Rusya’sını mercek altına alıyor.
“Çığır açıcı bir kitap... Paperno’nun araştırması kusursuz ve bir araya topladığı bilgiler paha biçilemez.” —The Russian Review
“Heyecan verici bir eser. Paperno, intiharın anlamına dair, Klasik Antik Çağ’dan Rusya’da intihar salgını yaşandığı düşünülen on dokuzuncu yüzyıla kadar ortaya çıkan fikirlere yer veriyor.” —The Threepenny Review
“Genç bir kadının geliyorum diye bağıran ve önlenemeyen katlinde dökülen kanın hesabının sorulmayacağı düşüncesiyle haykırdılar; adalet istiyoruz! Düşman belleneceklerini bile bile haykırdılar; adalet istiyoruz!”
17 Ağustos 1927, Bankalar Caddesi.
Yahudi bir kadın olan Elsa Niego, “aşkına” karşılık vermediği bir erkek tarafından vahşice katledildi. Annesinin, üzerini bir örtüyle kapatmasına izin verilmeyen ölü bedeni sokak ortasında saatlerce bekledi. Kayadez, yani suskunluk ahdi bozuldu ve 18 Ağustosta sokaklar bu sesle yankılandı: Adalet istiyoruz! Yahudiler belki ilk defa kitlesel olarak adalet talebini dile getiriyordu. On binlerce kişinin katıldığı cenaze alayındaki kudretli kalabalık ve hak arayışı devlet şiddetini tırmanışa geçirdi. Gencecik bir kadının öldürülmesine isyan eden Yahudiler “sokaklarda adalet istiyoruz diye bağırmaya cüret ettikleri” gerekçesiyle dönemin gazetelerinde “gürültü yapmamaları,” “ortalığı velveleye vermemeleri” konusunda uyarılıyor, ölçülü olmaya çağırılıyordu.
Elsa Niego’nun Cenaze Alayı kadın cinayetleri süregeldikçe dinmeyecek yas için bir ağıt. Raşel Meseri, tarihin gerçeklerini kurmaca ile işlediği bu kitapta, kadına yönelik şiddetin tarihsel sürekliliği üzerinde duruyor. Meskûn Zaman’dan tanıdığımız Zimbul ve onun çocuk ruhu ise ev içlerinde, sokaklarda ve insanların kalbinde dolaşarak bize geçmiş ve gelecekten haberler getiriyor.
“Milliyetçilik sıklıkla sanatsal, entelektüel ve politik mayalanmaya ilham olsa da, zaman zaman iç savaşlara ve en korkunç şiddet eylemlerine adı karışır. En berbat biçimde, yabancı düşmanlığına, etnik temizliğe ve soykırıma esin kaynağı olur. Milliyetçiliğin bu karanlık yüzü dizginlenebilir mi?”
Kitabın bu soruya köşeli ve kolay bir cevabı yok. Ona göre her şeyden önce, onun maddi toplumsal temellerini dikkate almadan, “milliyetçi aşırılığı” ahlâki veya “ideolojik” hükümlerle “dizginlemenin” mümkün olmadığı kesindir. Milliyetçiliği Dizginlemek, milliyetçiliğin oluşumunda ve yeniden üretiminde, toplumsallaşma mekanizmalarının ve kurumsal yapıların önemini vurguluyor.
Michael Hechter, her şeyden önce milliyetçiliğin tarihselliğini (yani ezelî olmadığını) vurguluyor. Buna bağlı olarak, –başta “devlet kurucu milliyetçilik” olmak üzere– birçok farklı milliyetçilik “tipini” tasnif ediyor ve bunların tarihsel oluşumunu irdeliyor. Seçim sistemlerinin, federasyonun ve ademimerkeziyetçi yapıların, “eştoplumlaştırmanın” milliyetçiliği dizginleme kapasitelerini tartışıyor.
Çağdaş milliyetçilik teorisinin önemli yazarlarından birinin kaleminden, bu ağır konuya ilişkin panoramik bir analiz kitabı.
III. Murâd devri, on altıncı yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı İmparatorluğu’nun en geniş sınırlara ulaştığı “Altın Çağ”ın etkilerinin hissedildiği bir dönem olarak hem siyasi olaylar hem de bunların etrafında gelişen yazılı kültür öğeleri ile yüzyıl içinde ayrı bir yere sahiptir. Sultan III. Murâd dönemi himaye/patronaj ilişkilerini inceleyen bu kitap dört bölümden oluşuyor: Dönemin siyasi hayatına III. Murâd odaklı değinilen ilk bölümde, kendisi de şair olan sultanın (Murâdî) edebî hayatı, telif ettiği eserler ve hususî mektupları incelenmiştir. İkinci bölümde bir hâmi olarak sultanın saray çevresi, devrin uleması ve paşaları ele alınmış ve söz konusu kişilerin dönem yazarlarıyla olan ilişkilerine değinilmiştir. Çalışmanın ana kısmını oluşturan üçüncü bölümde, öncelikle III. Murâd’a ithaf edilmiş telif, tercüme ve şerh eserler mercek altına alınmış ve söz konusu eserler konularına göre tasnif edilmiştir. Ayrıca bu bölümde III. Murâd döneminde tasvirlenmiş yazmaların da bir dökümü verilmiştir. Dördüncü bölümdeyse, sultan için manzume kaleme alan şairler incelenmiş ve bu şairlerin yazdıkları şiirler üzerinden III. Murâd’ın bir portresi çizilmeye çalışılmıştır. Ayrıca bu bölümde, Osmanlı’nın en ihtişamlı düğünü olan 1582 sünnet şenliğinin detayları, bu şenlik hakkında kaleme alınmış eser ve manzumeler de incelenmiştir. Kitabın sonunda da, III. Murâd dönemi eserlerinin (telif, tercüme, şerh) bir listesi verilmiştir.
Yusuf Atılgan’ın Halil Şahan’a gönderdiği mektupları bir araya getiren Sevgili Halil Kardeş, okuru Türkçe edebiyatın en ulu seslerinden birinin dünyasına daha yakından tanıklık etmeye çağırıyor. Halil Şahan’ın kaleme aldığı iki önemli “sunuşu” ve kendisiyle yapılmış bir söyleşiyi de içeren bu kitap, Yusuf Atılgan’ın şehirle olan kişisel mücadelesine, köyle ve geride kalan annesiyle olan bağına, iş hayatına ilişkin kaygılarına, parayla ve oğluyla ilişkisine ışık tutuyor.
Atılgan’ın köye ve şehre nasıl olup da hem ayak uydurup hem yabancılaştığına ilişkin izlerin de görülebildiği bu çalışmada ayrıca diğer yazar ve editörlerle kurulan ilişkiler, başka metinlerle yaşanan didişmeler, iş ortağıyla yaşanan gerilimler de ortaya dökülüyor. Benzersiz bir dünyayı keşfetmek isteyenlere…
Sevgili Halil Kardeş, mektubunu dün aldım ve pek çok sevindim; hepinizin ve köyün iyiliğine, anama gösterdiğin ilgiye. Beni habersiz bırakmadığın için sağolasın.
Sonunda bizim dergilerin izni çıktı ve ben Aralık başında işe başlıyorum.
Bugünlerde Ülkü Tamer’ le ücreti kararlaştıracağız; herhalde eskisinden oldukça yüksek olacağını söylüyor. İşe başlamama en çok Memoş üzülecek, bana pek alışmıştı. Hafta sonunda ninesine bir resim yapıp gönderdi; bu akşam da “Halil amcaya resim yapıcam; yarın gönderelim” dedi ve resmi yaptı. Bana sık sık anlattırdığı için hepinizi gıyaben tanıyor. “Ulaş yaramaz mı?” diye soruyor.
Sevgi ve özlemle hepinizin gözlerinden öper iyilikler dilerim. Akif ’e, postacıya ve arkadaşlara –Müdür’e de– selamlar. Serpil de selam ve sevgilerini gönderiyor.
İran kültürü, sineması ve özellikle de edebiyatı ülkemizde son yıllarda hızla popüler hale geldi ve geniş kitlelere ulaşabilme başarısı gösterdi. İran edebiyatının büyük isimleri de Türkiye'de her yaş ve toplumsal kesimden okur tarafından tanınıp bilinir hale geldi.
Samed Behrengi, Sâdık Hidâyet, Fürûğ Ferruhzâd, Sohrâb Sipehrî, Sîmîn Dânişver, Ahmed Şâmlu, Celâl Âl-i Ahmed, Sâdık Çûbek, Nîmâ Yuşic, Mahmud Devletâbâdî ve diğer pek çok büyük ismin öyküleri, romanları ve şiirleri bugün Türk okurunun aşina olduğu kültür hazineleri arasına çoktan girdi bile.
Simurg'un Kanadında, tüm bu değerli edebiyatçıları, dünyaya bakışlarını, eserlerini ve bir bütün halinde son iki yüzyıllık süreçte modern İran edebiyatını daha yakından tanıyabilmek, bu büyük kültür dünyasını keşfedebilmek için önemli bir başvuru kaynağı.
Aynı zamanda bir öykü ve roman yazarı da olan edebiyat tarihçisi Dr. Hamid Abdullahiyan, İran'daki üniversitelerde referans kitap olarak da okutulan bu eseriyle, hem yazarları ve eserlerini bize daha yakından tanıtıyor hem de edebi kuşaklar ve yazarlar arasındaki karşılıklı etkileşim kanallarını okuyucuya tanıtarak bu büyük hazinenin kapılarını aralıyor.
Önceki Yazı
Eylem Ata ile söyleşi:
“Öykü bir yol ise kendi içine doğru yürüyeceğin bir yol bu bence.”
“Kendi sınırlarımı görmek istedim, o sınırların dışında ne var, gözümü oraya diktim. Sınırın arkasındaki ile edebiyat yapmak, sınırı geçtikten sonra kendi bilinçaltımda gördüklerim, beni ben yapan, beni kuran imgeleri fark ederek bunları edebiyata aktarmak istedim.”