Ada Limón:
İnce şeylerin şairi
“Ada Limón’un şiirleri politik bir anlam taşımaksızın politik bir ethosla yüklü. Meksikalı göçmen bir ailenin çocuğu olarak Kaliforniya’da büyümüş Limón; şiiri de göçmen kimliğinden hareketle dışlananlara, toplumdan itilenlere şefkatle bakıyor.”
Ada Limón, 2021.
İyi bir şiir okuru değilim. Gardım düşer, fazla çabalamak istemem. Kolay haz alır, hevesle bağ kurar, yoksa çabucak pes ederim. Anlayamadığım şiirlere gönül koymam elbette, ama anlayamadığım şair beni azıcık usandırabilir. Tabiatı gereği şiir karmaşık bir sanat formu, ama gelin görün ki, beceri gösterisine dönüşen bir metin okumak bana çoğu zaman zül gelir. En zarif, en ürpertici, okurun ansızın aydınlanmasına yol açan –ve belki de yazması en zor– şiirler ekledikleri katmanlarla, vezinle, sesle, kimi müphem imgelerle ve yoruma açık anlamlarla anlatmaya koyulduklarını indirgemeden basitleştirmezler mi? Ada Limón bir söyleşisinde bu duyguyu çok daha belagatle tasvir ediyor:
Yeterli dediğimiz şey nedir, bunu sık sık düşünürüm. Bir şiiri şiir yapmak için ne yeterlidir mesela? Ya da yaşamak için? Kimi zaman dramatik bir gerilim elde etmenin peşindeki yaratıcı işlerden bizi bir nevi çarpmasını bekleriz. Ama bence bu her zaman şart değildir. Bazen yalnızca sahici bir tanıklığa ihtiyaç vardır.[1]
Ada Limón’un şiirleri genellikle küçücük bir ayrıntıyla, önemsiz sayılabilecek bir gözlemle, sıradan bir anıyla başlar. Bazen sizi sırdaşı yerine koyup içtenlikle dertleştiğini sanır, can kulağıyla dinlersiniz. Bazen de dünyayı beraber gözlemleme davetiyesini reddedemeyip büyülenişlerine ortak olursunuz. O “şiirim karşısında hazırola geç” buyruğuna, merasimle okunma talebine dudak büktükçe, siz de merakla, açık bir yürekle, biraz da hemhal olmanın, anlattıklarına kendi deneyimlerinizi katabilmenin sevinciyle okumaya koyulursunuz onu.
Limón şiirini anlatının ve gündeliğin eşiğinde kuran bir şair. Dünyaya özenle yaklaşması, özbakıma verdiği önem, tekniği kararında, gerektiği kadar –“yeterince”– kullanması şiirlerindeki sahicilik duygusunu pekiştiren başlıca özellikler. Şiirinde daima vezne, sese, imgeye yer var. Ama bunlar iddialı, kaprisli ya da yapay imgeler değiller. Herkesin görebileceği, bulabileceği yerdeler, doğadalar, hayatımızın içindeler. Limón’un deyimiyle dünyaya “şefkatle” bakanların bir araya geldiği dizeler bunlar. Hayata meydan okumaya tenezzül etmiyorlar. Küçücük gözlemlerden filizlenip çağrışımlarla besleniyorlar. Limón sıradan bulup küçümsediğimiz ayrıntılara dikkat kesilme –yoksa Gülten Akın’ın meşhur sözüne atıfla “ince şeyleri görme” mi desek?– zanaatı sunuyor bize.
Ada Limón 2022’de ABD Kongresi Kütüphanesi tarafından Amerika Ulusal Şairi seçilerek bayrağı yerli Amerikalıların ikonlaşmış sanatçılarından Joy Harjo’dan devraldı, halen de bu sıfatı taşımayı sürdürüyor. Kongre Kütüphanesi’nin her iki-üç senede bir atadığı ulusal şairler ülke genelinde şiire yönelik ilgiyi artırmak için bir temsil rolü üstleniyorlar. Geçmiş dönemde bu sıfatı taşıyanlar arasında Louise Glück, Rita Dove, W.S. Merwin, Tracy K. Smith, Kay Ryan, Philip Levine, Robert Penn Warren gibi nice prestijli şair bulunuyor, ki bu göreve gelenlerin “Şiir Danışmanı” olarak adlandırıldıkları 1986 öncesini de kattığımızda bu isimlere Gwendolyne Brooks, Elizabeth Bishop ve Robert Frost’ı da eklememiz gerekiyor.
Fakat Ada Limón geniş kitlelere seslenerek şiiri sevdirmek için resmî bir görevi beklemedi. Günlük şiir dozunu almak isteyen herkesin mutlaka kulak kabartması gerektiğini düşündüğüm The Slowdown adlı podcast’i hemen hemen 300 bölüm boyunca hazırlayıp sundu[2] (podcast’in önceki sezonların sunuculuğunu Tracy K. Smith yapıyordu, Ada Limón’dan bayrağı Major Jackson devraldı). The Slowdown, şair Padraig O’Tuama’nın kadife sesiyle sunduğu Poetry Unbound ile beraber en sevdiğim iki şiir podcast’inden biri. Üstelik, selefleri Joy Harjo ve Rita Dove gibi Ada Limón da –“A New National Anthem” (“Yeni bir Milli Marş”) başlıklı şiiri mesela– Amerikan devletini, simgelerini ve milliyetçilik duygusunu şiirlerinde eleştiriyor. Bunun yerine, Mary Oliver’ın mirasını bir ölçüde sürdürerek doğa ve ekoloji etrafında bir birliktelik temennisi örüyor. Bu sebeple en hüzünlü şiirlerinde ışık, en bireysel, otobiyografik dizelerinde varoluşçuluğa teslim olmayan topluma ve dünyaya dair duyarlılık ve farkındalık karşılıyor bizi. Denebilir ki çelişen hakikatlerin –hangisinin bir diğerine hükmettiğini ispat etmeye gereksinim duymaksızın– bir arada varlığını göstermek birçok şiirinin temel dinamiğini oluşturur.
Ada Limón’un, bilimcilerin okyanuslarla kaplı olduğunu düşündüğü Jüpiter’in Europa uydusuna gönderilmek üzere NASA tarafından tasarlanan uzay aracı için yazdığı şiir, poetikasında insanı nasıl konumladığının bir özeti (hatta bu şiiri Türkiye’de hakkında çıkan ender haberlere vesile olmuştu). “Gizeme Övgü” başlığını verdiği şiirde bilimin aydınlatmaya çalıştığı evrenin büyük gizemleriyle hayatın küçük bilinmezleri arasında bir ortaklık, insanın keşfetme tutkusu üzerinden bir özdeşlik kuruyor Limón.
Şiiri önce insanın bilgi ve birikimini teslim ederek başlıyor:
Mürekkebe çalan o simsiyah genişliğiyle
gece göğü altında eğilir arkamıza,
işaret ederiz bildiğimiz gezegenlere, ve
çabucak bağlarız dileklerimizi yıldızlara. Bakıp
dünyadan göğü okuruz adeta kusursuz
bir kitap gibi evrenin yazdığı, bilgece, ayan.
Bu her şeyi bildiğimiz anlamına mı geliyor? Oysa yeryüzünde, burnumuzun dibindekini bile tam olarak anlamaktan aciz değil miyiz?
Ama bu göğün altında da vardır gizemler:
balina şarkısı, cıvıl cıvıl şakıyan kuş,
yelde titreyen bir ağacın dalındaki çağrısı.
Ama Limón insanın en iyi özelliklerinin tam da bu acizlik, kırılganlık sayesinde meydana çıktığını söylüyor bize. Sıradanlaşan, gündelik ayrıntılara kıymet verebilmemiz, merakımızın büyük ve küçük ayırt etmeyişi bizi insan yapıyor. Dikkatin merceğini genişletiyor Limón, gizem betimlemesini insan tasviri izliyor.
Durmadan büyülenen varlıklarız,
güzelliğe, yaprağa ve çiçeğe düşkün,
keder ve hazza, güneş ve gölgeye de.
Descartes’ın düşünen öznesiyle karşılaştırdığımızda epistemik bir geri dönüşüme, yani insan tabiatının doğayla uyumu üzerinden daha ilkel bir yaklaşımla yeniden tanımlanmasına bir katkı söz konusu burada. Limón’a göre düşünmek kadar her gördüğünün anlamını sorgulamadan şaşırmak, heyecanlanmak, hayranlık duymak da insan tabiatının başlıca özellikleri. Bu şiiri okurken gözümde hep Daniel Defoe’nun Robinson ile Cuma arasında kurduğu hiyerarşik ilişkinin Michel Tournier’nin Cuma ya da Yaban Yaşam romanında tersine çevrilmesi ve doğayla uyum zemininde eşitlenmesi canlandı. Limón bir başka gökcismine gönderilecek şiirinde insanı bilim alanındaki başarıları üzerinden tarif etme teklifini geri çevirmeyi yeğliyor. Aksine, insanı gökcisminin ta kendisiyle özdeşleştiriyor. Bunu yaparken de becerimizi güce indirgemekten kaçınıyor. Onun gözünde asıl alametifarikamız toyluğumuz.
Karanlık değildir bizi birleştiren,
ne de uzayın soğuk ıraklığı, ama
teklifidir suyun, her bir yağmur tanesi,
akan her dere, atan her nabız, her damardır.
Ey ikinci ay, biz de yapıtlarıyız suyun,
engin ve davetkâr denizlerin.
Biz de yapıtlarıyız harikaların, dev
ve sıradan sevgilerin, küçük görünmez
dünyaların, karanlıkta seslenme gereksiniminin.[3]
“Karanlık değildir bizi birleştiren.” Limón da olumsuzluklar arasındaki güzellikleri bulmaya çabalayan şairlerden. Bu gayreti poetikasında önemli bir yer tutuyor. Şöyle diyor bir söyleşisinde:[4]
Sanatla uğraşırken bazen karanlık gölgeler bize çok çekici gelebiliyor. Onları ortaya çıkarmak ve kuyunun diplerine inip orada vakit geçirmek istiyoruz. Buralara gidip ışık tutma dürtüsü şairlerin olağanüstü becerilerinden biri. Ama bazen de gerçekten neşeli anlara da yer açmamız gerekiyor. Neşeli olmasalar da, en azından tatminkâr anlara. Hatta belki huzurlu anlara, ki bunlar üzerine yazmak çok zordur, çünkü hep dram ve gerilime inanırız. Tanıklığın bir anlam ifade etmesi için hep bir şeyler olmalıdır.
Oysa şairin temel rolü gözlemlemekse eğer, –mesela bir gazetecinin ya da tarihçinin aksine– sıradanlığı anlatmanın, anlamlı kılmanın yollarını aramalıdırlar Limón’a göre. Hatta bu sıradanlık insanın doğasını belki da daha sahici bir biçimde ele verebilir. Limón sözlerini şu şekilde sürdürüyor:
İnsan deneyiminin dramı gerçekte hep orada, çünkü yaşamanın merkezinde var. Yaşama eylemi bile dramatiktir. Bu sebeple neşenin de insanlığımızı anlamanın bir yolu olduğunu düşünüyorum. Uzun bir süre şiir yapılabilmesi için travmaya dayanmak gerektiğini düşündüm ve bu tarz şiirlere ihtiyaç duyduğumuza hâlâ inanıyorum. Ama dengelemek için ışığa doğru yönelen şiirlere de ihtiyacımız var.
Şiir ve özne: Bakışın yetersizliği
Ada Limón’un şiirleri basit ama katmanlı. Yalın oldukları kadar bütün şiirsel araçlardan yararlanıyorlar. Kişisel bir hatıradan yahut anlık bir gözlemden yola çıktıklarında bile herkesin özdeşlik kurabileceği bir düzlemde gelişiyorlar. Nitekim Limón şiirlerinde odağın farklı açılarını çok mahir biçimde genişletip daraltıyor. Bir başka deyişle, gözlemlerle çağrışımları arasındaki bağları kurarken merceğinin “zoom” özelliğine başvuruyor; ayarını kâh küçültüyor, kâh büyütüyor.
Limón şiirlerinin en küçük birimi an – bir ses, bir kıpırtı, bir görüntü, bir sohbet, bir tat, tekrardan yaşanan bir anı. Özetle, hayatımızı dolduran her şey. Anda durmayı ihmal etmemenin neşeyi, tatmin duygusunu, huzuru görebilmekle yakından bir ilişkisi var. “Eğer hayatımı sadece yarın için yaşayacak olsaydım son derece mutsuz olurdum” diyor Limón:
Ama eğer hayatımı sadece dün için yaşayacak olsaydım da son derece mutsuz olurdum. O halde bu anda ne var? Anda olmak kolay değil. Çünkü iyi şeyler var, diğer taraftan [bunlara odaklanırken] suçluluk hissetmeme arzusu da.”[5]
Ânı gözlemlerken aynı zamanda yaşanan, kimisi eşzamanlı, kimisi ise süregelen geniş zamanlı duyguları, minik minik olayları, büyük ve mutlak hakikatleri de kucaklayacak şekilde kadrajında ince ayarlar yapıyor Limón. El feneri (flashlight) biçiminde tuttuğu odağı kademe kademe projektör ışığına (floodlight) dönüşüp geniş bir alanı, bununla birlikte yaşamanın karmaşıklığını da kapsayıveriyor. Şöyle diyor Limón: “[Şiirlerim] aynı zamanda birçok şeyin birlikte yaşandığına dair bir farkındalık içeriyor. Mesela asla tek bir duygu taşımam, aklımdan hep birbirinden farklı birçok düşünce geçer. Şiirim de buna merak besler. Acaba bu karmaşıklık da neyin nesi? Mesele yalnızca şiirde denge aramak değil, aynı zamanda bütünlük hissiyatını kucaklamak ve buna yönelebilmek.” Şiirini dinamik kılan, gözlemlerden anlam üreten ve anlamları gözlemlere aktaran, farklı açıların üst üste gelip birbirine karıştığı bu odak oyunu. The Hurting Kind derlemesinde yer alan “Bana bunu ver” (“Give me this”) şiiri de bunun örneklerinden:
“Bir an geleni komşunun kedisi sandım,
evin bitişiğindeki kalın çalıya yuva yapan yavru
ardıçları kovalamak için fırsat kolluyordu,
ama çok daha tuhaf bir ziyaretçiydi bu, bir sıvıydı
devinen, kas yığını ve tüy yumağı: bir kunduzdu
kıvrılıp giden, çalan yalpalaya yalpalaya
sabahın gölgesinde hâlâ yeşil kalmış domateslerimi. İzledim
kemirmesini arka ayaklarında dururken, o supsulu
ısırıklarından aldığı hazzı. Peki, neden bana yasak
bu hazlar? Yabancının biri ıstırap hakkında düşüncemi
sordu. Adeta boğazımdan zorla çıkarılan bir dikenli tel,
savaşta ve çitlerde kullanılan kıvrık iğneli
tuzak karşısında diz çökme talebi. Ama ben
kunduza dikkat kesiliyorum, bir ses kaçıveriyor
ağzımdan, küçük bir sevinç spazmı uyanırken
hayal etmediğim. Matrak ve candan bir varlık o,
elinden geleni yapıyor hayata tutunmak için.”
Ada Limón bahçesinde kestirirken bir sesle uyanıyor. Komşunun kedisini görmeyi beklerken birden karşısında bahçe bostanlarının korkulu rüyası bir kunduz beliriveriyor. Kunduzun hareketlerini ilgiyle izliyor Limón, bir okurunun –gazetecinin, yahut meslektaşının?– sorduğu soruya nasıl cevap verebileceğini kara kara düşünürken. Ve merceği genişletiyor, duygularına kulak veriyor – sahi, olmamış domatesleriyle kendine bir ziyafet çeken kunduz kadar zevk alabiliyor mudur hayattan? Neden payına düşen, ondan beklenen (“bana bunu ver” başlığını hatırlayın) neşe değil de ıstırap, ıstırabın tanımını yapmak? Bu soruyla beraber şiirin sonunda üçüncü odak açısını devreye sokuyor: Kendisini de kapsayan bir “tepe”, “kuşbakışı” odağı. Nitekim “Matrak ve candan bir varlık o, elinden geleni yapıyor hayata tutunmak için” dizesinde bakışlar birbirine karışıveriyor. Evet, Limón bunu kunduz için söylüyor ama bu açıkça kunduzun gözünden kendisine yöneltilen bir bakışı da imliyor. Kunduzun gözünden hem kendisini hem de insanlığı gözlemliyor. Böylece insanlara dair dışsal bir bakış yönelterek şefkatli bir saptayışta bulunuyor. Durmadan büyülenen varlıklarız. İyi günlerimizde şen, matrak ve candan sayılırız. Sonuçta hayata tutunmaktır bütün çabamız.
Limón özellikle son derlemesindeki şiirlerinde kendisini, yani anlatıcıyı merkezdeki yerinden çıkarmayı ve dışarının –doğanın, hayvanların– gözünden bakmayı denediğini söylüyor: “[Bu şiirlerde] dünyayı keşfederken ve gözlemlerken, büyük bir göz (big eye) ve ‘ben’ (I) diyen özne olmaktan imtina ederek kendimi de dünyayla bir bütünlük içinde [konumladım]. Gözlemlenmeye ve dünyadaki yerimin küçülmesine izin verdim.”[6] Bu düşüncesini daha şiirsel bir dille, son derlemesinde yer verdiği “Sanctuary” (“Sığınak”) adlı şiirinde de açıklıyor:
Varsayalım ki kolay olsaydı
kuşanıp başkasının yeşil tenini
arasına gömülmek yaprakların
beklerken bir kırılmayı.
Çiçek açmayı, patlak
vermeyi. Bir zamanlar
inandırıldım zorla
hem ben, özne
hem dünya olabileceğime. Bir bakıştır
büyük gözü dünyanın,
allayıp pullayan bir cila. Görülmekle
yutuluvermek. Bir rüya.
Tanık olmak değildir oysa
kavuşturan bizi bütünlüğe,
ama tanık olunmaktır.
Ada Limón’un bu şiiri dünyada özneler arasında bir özne ve tabiatın içinde bir varlık olduğuna dair bir özfarkındalığın yansıması. Özneler arasında, tabiatın içindeki bir özne sadece bakan değil, aynı zamanda bakılan bir kişi. Bu da bakışın yetersizliğine, dünyayı bakışla anlama iddiasının daima güdük bir çaba olduğuna işaret ediyor. Öznenin bakışıyla dünyayı anlatmak hem kırılgan bir gerçeklik tasvirine yol açabiliyor hem de insan deneyiminin önemli bir kısmını ihmal ediyor. “İnsan olarak tanık olunmaya, gözlemlenmeye de ihtiyaç duyarız” diyor Limón. “Sadece bakıp bildirim yapan kişi değil, görülmek de insan deneyiminin önemli bir parçası.”
Limón’un bireysel bakışın yetersizliğini şiirlerinde kullanma biçiminde, dilin yetersizliğinin şiirselliğin inşasında sunduğu imkânlar yankılanıyor. Dil ve kelimelere yüklenen anlamlar şiir sanatının bir nevi kırılma noktası çünkü. Tesirli şiirler anlamları dayatmadan kelimeleri anlama açan ve okura deneyimlerini katabilecekleri çatlaklar, pencereler, kapılar sunan şiirler çoğu zaman. Limón’un deyişiyle, “Şiirde izin verilen gizem dozu (…) bu yetersizliklerin başkalarının içinde durabilecekleri boşluklar oluşturmasını sağlıyor”.
“Dil tuhaf ve sürekli gelişen bir şey” diye devam ediyor.
“Bir şair olarak dile sınırları ve arızalarının bilinciyle gitmenin ötesinde, ondan yeni bir şey yapabilmenin yollarına dair merak besleyerek yaklaşıyorsunuz.”
Limón bakışı da bir bakıma anlattığı şekilde işliyor. Bakışın sahibinin muğlaklaştığı boşluklar, okura deneyimleri, anıları, fikirleri ve duyguları üzerinden hayata dair geliştirdikleri yorumlarla doldurabilecekleri alanlar sunuyor.
Limón’un bakışı öznenin ve insanın tekelinden çıkarma arzusu bir çeşit “meta-farkındalığa” erişme gayretini andırıyor bana göre. Nörobilimci Amishi P. Jha meta-farkındalığı bir kulenin üzerinden ormanda çıkabilecek yangınlara karşı tetikte bekleyen “itfaiyecinin perspektifi” olarak tanımlıyor.[7] Özfarkındalığa ek olarak, meta-farkındalık bilincimizde olup bitenlerin ve deneyimlediklerimizin içeriğinin farkında olmanın yanı sıra, bunların hangi ölçüde kendi kurgumuz olduğunu ve gerçekliğin bütününü anlamak için başka hangi perspektiflerin devreye girdiğini görmemizi sağlıyor. Bir başka deyişle, meta-farkındalık geliştirdiğimizde kendi hikâyemizi (psikanalitik bir tabirle zihinsel modelimizi) oluştururken, bunu yeri geldiğinde bırakıp başkalarının hikâyeleri üzerinden bakışı kendimize yöneltebiliyoruz. Limón bunu, bahçede uyuyan şair elbisesini çıkarıp üzerine yeşil domates kemirerek kendine bir ziyafet çeken kunduzun tenini kuşandığı ve kendini onun tanıklığına açabildiği bir şiirsel tekniğe dönüştürüyor. 2018’de yayımlanan The Carrying derlemesindeki “On a Pink Moon” (“Pembe Bir Ayda”) adlı şiirde insanları bitkilerin dünyasında, bitkilerin bakışını katarcasına konumlandırıyor:
Öfkemi çıkardım üstümden
Sonra seriverdim gölgesini
Kırıldığım yeri örtmek için
Yuvarladığım kayanın üzerine.
Üç bitkinin tohumunu ektim
Büyü yaparcasına. Biri
Etrafımızda hava gibi
Serpilmeleri için
Biri bizi besleyip
doyurmaları için
Biri ise sarıp tutunmaları
ve bana hatırlatmaları için –
Bizler yabani otlarız.
İnsan davranışını eleştiren bu şiirin anlatıcısı, ilk iki dize ve “bana hatırlatmaları için” mısrası sayesinde işlediği –o mısraya vardığımızda okura duyurduğu– metafora belirli ölçüde bitkilerin ve genel anlamda tabiatın bakışını da kapsayan bir katman ekliyor. Pembe aylar insanların yüklerden arınması semboliğini taşır. Limón da pembe ayın bu çağrısına uyarak öfkesini bırakıyor bir kayanın üzerine. O öfkeden, insana özgü davranıştan her ne kadar tabiatın bir parçası olsa da görece az fayda sağlayan yabani otlar çıktığını ima ediyor okura. Ektiği ağaçlar ise gerçek uygarlığın tabiatın düzeni olduğuna delalet. İnsanlar ise bu resimde düzen bozucu bir tür.
Şiir ve gaye: Huzur, şifa ve şefkat ethosu
Ada Limón’un şiirleri politik bir anlam taşımaksızın politik bir ethosla yüklü. Meksikalı göçmen bir ailenin çocuğu olarak Kaliforniya’da büyümüş Limón; şiiri de göçmen kimliğinden hareketle dışlananlara, toplumdan itilenlere şefkatle bakıyor. Fakat Limón bunu açık bir mesaj verme gereksinimine yenik düşmeden yapıyor. Dışlananlara hayvanları ve doğayı kattığı, kimi zaman türcülük karşıtı bir “ekoşiir” yaklaşımını da benimseyen bir etik çerçeve üzerinden inşa ediyor yazar kimliğini.
Yine de, görece az sayıda olsa da birkaç politik şiiri var Limón’un. Bunların başında da, ABD Kongre Kütüphanesi’nde Ulusal Şair unvanını kabul töreninde de okuduğu (bir gün Türkiye’de buna benzer resmî bir törende bırakın böyle bir metnin okunmasını, bu çizgide bir konuşma yapılabileceğini dahi hayal etmek zor), ABD milli marşını eleştiren “A New National Anthem” (“Yeni Bir Milli Marş”) şiiri geliyor:
Doğrusu Milli Marşımız asla umurumda
olmadı. Aslına bakarsanız, iyi bir şarkı bile
değil. “Füzelerin kızıl ışıltısı” kısmı mesela fazla
tiz çoğumuz için ve sonra bombalar var.
(Daima, daima savaş ve bombalar var.)
Bir seferinde mezuniyet balosunda söylemiştim,
azimli lise bandomuz bile detoneydi benim yüzümden.
Ama şarkının bir anlamı yoktu bizim için, bir çağrıydı
sadece, gençliğin hırpalanmasından önce atlatılması
gereken bir badire. Peki, ya asla söylemediğimiz
kıtalar, mesela şöyle denen üçüncüsü, “yoktur
sığınak ırgatı ve köleyi kurtaracak”? Belki de,
doğrusu, her şarkısında bu ülkenin vardır
söylenmeyen bir üçüncü kıta, biz körü körüne marşın
yüksek notalarını söylerken stantlarda biraların şırıltı
sesi gelirken ve tuttuğumuz takımın kazanmasını umarken
sokulur altımıza sinsice acımasız bir şey. Yanlış anlamayın lütfen.
Bayrağımızı severim, hele rüzgârda dalgalandığında tıpkı
su gibi, asal, ama en çok da boyun eğdirildiği zaman,
çöktürüldüğünde dizlerinin üstüne, ona sıkıca tutunduğuna
varını yoğunu kaybeden bir kişi, bir silah değilken
severim onu hafifçe titrediğinde, kusursuzca katlı haldeyken
ihtiyaç duyana kadar saklayabilirsiniz onu, tekrar
sevebilene, ağızda mırıldandığınız şarkı besin gibi
hissettirene kadar, bütün notalara yaşsız ormanlar
da, kısa otlu ovalar da, Kızıl Nehir Deltası da, zehirsiz
kalan bir avuç toprak da katılana kadar, doğuştan hakkımız
olan, dayanmak güçken hayata sessizce söylenen o şarkı,
birimizin kaba parmakları diğerimizinkini sıkı sıkı
sararcasına, uçsuz bir mağarada kibrit yakarcasına
ses çıkaran, benim kemiklerim senin kemiklerin ve
senin kemiklerin benim kemiklerim diyen o şarkı,
ve bu yetmez mi bize?
Okumanızı bu masalsı anlatıyla sınırlı tuttuğunuzda şiir biraz karmaşık ve kapalı gelebilir. Bu bir başkaldırı, ancak usul usul gelişen bir başkaldırı. Ada Limón bu şiirde iki şey yapıyor: Milli marşı muzafferin, muktedirin elinden alıp, herkesin aidiyet hissettiği (“doğuştan hakkımız olan”), mütevazı (“uçsuz bir mağarada kibrit yakarcasına”), şefkatli (“besin gibi hissettirene”), kapsayıcı ama kırılgan (“benim kemiklerim senin kemiklerin”) bir zemine konumlandırıyor. Bunu yaparken de, “bütün notalara yaşsız ormanlar da, kısa otlu ovalar da, Kızıl Nehir Deltası da, zehirsiz kalan bir avuç toprak da katılana kadar” dizesiyle insan merkezli olmaktan çıkarıyor. Bir politik gerçekle de yüzleştiriyor bizi: Milli marşların en temel özelliği insanları bir araya getirmenin ve bir duygu birliği oluşturmanın yanında ulusları ve toplumları birbirinden ayrıştırması, kurduğu değer skalasında kendi ulusunu yüceltmesi. Yüceltilen ulus mefhumu ile de o ulusun elitleri daima diğer sınıfların –Amerika özelinde ırgat, köle, modern toplumumuzda da göçmenler yahut yoksun bırakılanların– asla benimseyemeyecekleri, temsil edilmedikleri duygu dünyaları kuruyorlar. Karşı teklifte bulunuyor Limón: Öyle bir marş olsun ki bu, insana, ağaca, toprağa, deltalarda yaşayan yaban hayata, kim olursa olsun, herkese seslensin.
Söyleşilerinde hayatın acılarını ve yaslarını kabullenerek sükûnetle hayata devam etme ilkesini savunuyor Limón. Bu anlamda, neşe ve huzur vurgusu yaparken kederi ve kötülüğü inkâr etmiyor. Aksine, bunlarla baş edebilmek üzerine kuruyor ethosunu. The Hurting Kind derlemesi mesela, birçok acıyı barındırıyor içinde. Bunların bir kısmı fiziksel, zira Ada Limón bazen günlük hayatını büyük ölçüde kısıtlayabilen kronik ağrılarla yaşamak zorunda. Bir kısmı ise duygusal; özellikle de kısırlık nedeniyle anne olamamayı kabullenişi. Tabiat şairi Mary Oliver, hatta modern bir Federico García Lorca elbisesi kuşanıyor zaman zaman. Hele hele başa çıkma pratiğini doğadan aldığı ilhamla dizelerine yansıttığında. Ancak bir şair daha var son derlemesinde çokça esinlendiği: Narin, şiirsel bir sesi temsil eden Arjantinli Alejandra Pizarnik. “Eserleri sessizliğe ilgi besliyor. Sürrealizmini ve hayal dünyası için kurduğu alanı hep çok sevdim” diyor onun için:
“Işık ve karanlık üzerinde çok çalışmış biri. Pandemi sırasında ve sonrasında sessizlik çok ilgimi çıkıyordu. Dizelerinde şahane bir gerilim, olağanüstü bir teslimiyet var.”
Dramaya ve gerilime karşı dirayet, içe dönerek, özbakımla karşılık vermek Limón’da bilinçli bir program. Bu yaklaşımının en iyi ifadesi de Pizarnik’in “I Have Wanted Clarity in Light of My Lack of Light” dizesini (“Işık Eksikliğimin Işığında Aydınlık İstedim”) başlığına çıkaran şiirinin son dizeleri:
Bir beden daha ne kadar
dram kaldırabilir? Sabah uyandım ve rüyalarımdan vazgeçtim.
Sevgilimle yatağa girdim. Şefkatimle taştım.
Bir zamanlar cesurdum, ama tehlikeden yoruldum.
Bitmeyen savaş tantanasında sessizlik oldum.
Mücadele, kavga, sorunların üstesinden gelme, zorluklarla başa çıkma, meydan okuma, dayanma, diretme, kazanma, vazgeçmeme, had bildirme – gerisini siz tamamlayın. İnsanların toplumun belirlediği kodlara göre güçlü davranmasını öven, “güzelleyen”, yeri geldiğinde yücelten şiirler, söylevler çok. Bu tarz metinlere bazen ihtiyacımız olabilir hayatta, kuşkusuz. Limón’un şiirleri ise gücü şifada, sakin kabullenişlerde ve mutluluğu küçücük gözlemlerde hissedebilme kabiliyetinde arıyor. Güçlü olmayı yeniden tanımlıyor. “Her şeye meydan okumayı bırakın artık” diyor bizlere. Tefekküre davet ediyor. Bu olumsuzluklar karşısında direnç geliştirip yeniden ayağa kalkmaktan ziyade, olumsuzluklarla karşılaştığımızda onlardan etkilenmeyecek bir iç huzur inşasını öneriyor. Toylukla barışık, ama bir o kadar da olgun şiirler bunlar. Okuru kolaycı başkaldırışlara kışkırtmak yerine, hayatın hayatla kavga etmekten ibaret olmadığını etik bir yaklaşım olarak benimsiyorlar.
Sanatla günlük dertlerimiz arasında bağ kurmaya çalışan yeni çağdaş şiir akımlarını seviyorum. Çağdaş sanat pratiklerinde keskin bir iddiaya dayalı üretimler bana çoğu zaman yavan geliyor. Özellikle de ülkemizdeki sanatçılarda sıklıkla gözlemlediğim, bazen kullandıkları karmaşık formlarla, bazen de vermek istedikleri ideolojik mesajlarla kendilerini topluma dayatma çabasının yapıtların standardını fazlaca düşürdüğünü düşünüyorum. Bunun sonucunda yapıtın niteliğinden bağımsız bir form yahut bir mesaj övgüsünde buluyoruz kendimizi. Limón’un mükemmeliyetçilik ve bilgelik iddiası taşımadan okurla dertleşecek seviyeye inebilen, sade, kırılgan bir şiir vaadi bana bu yüzden çok daha cezbedici geliyor. Bu yaklaşımın arka planında esasen yeni kuşak yazar ve şairlerde ağırlık merkezinin gerçeklik anlatısı kurma yahut bilgelik aktarma gayesinden sahiciliğe doğru kayması yatıyor. Hatta bence bu evrimi “gerçeklik ötesi” çağa sanatsal bir cevap olarak görmek mümkün. Gerçeğin belirsizleştiği bir dünyada güvenebildiğimiz biricik özelliğimiz sahicilik çünkü.
Şiir ve imge: Gerçeklikten sahiciliğe
Gerçekle olan bağımız geçtiğimiz on yıllarda defalarca değişti; bulanıkken netleşti, netken tekrar çalkantılı bir hale geldi. İkinci Yeni akımının şiiri müphem imgeler üzerinden kurmaya çalışmasını Oktay Rifat “gerçeğin gündelik düzenini değiştirme” ihtiyacıyla açıklıyordu. “Gerçeğe olan ilgimizi yitirmişizdir, çünkü gerçeğe alışmışızdır” diyordu Rifat.[8] Sahiden de toplumsal gerçekliğin okuru maddi gerçeklerle baş başa bırakma ethosu karşısında şairler metinlerini daha özgürce kurabilecekleri bir kaçış alanı arıyorlardı. Sanatın belirli bir siyasi ideolojiyi yankılaması ancak o ideolojiyle saf tutma arzusu taşıyan, siyasi kimliğini dayatmaya fazlaca hevesli sanatçıları tatmin edebilir. Fakat yaratıcılığa daha yazmaya başlamadan belirli koşutlar atayan bir bakış açısıdır bu.
Bilgi toplumu kavramı bir dönemler bilgiye erişmenin her an mümkün olduğu toplumlar serabı yarattı. Sanatın bilmediklerimizi gözümüzde canlandırmasına gereksinim kalmamıştı. Dünyanın sanatla tasvirini yapmanın değeri de böylece düşmüştü. Gerçeklikle oynama devri başlıyordu. Sürrealist akımının öncülerinden şair Paul Éluard’ın “Dünya mavidir, tıpkı bir portakal gibi” dizesi örneğinde gördüklerimizi, bildiklerimizi bambaşka şekillere dönüştürme mahareti revaçtaydı artık. Sanat ve gerçeklik arasındaki bu yeni diyalektiğe dair belki de en sarih manifesto İsviçreli heykeltıraş Alberto Giacometti’nin şu sözleriydi:
“Sanatın nesnesi gerçekliği yeniden üretmek değildir, aynı yoğunlukta başka bir gerçeklik yaratmaktır.”
Her ne kadar sanatsal pratiklerini tanımlamakta kimi zaman ikircikli davransalar da, Türkiye’de bu ilkeyi hayata geçirenler İkinci Yeni şairleri oldu.
Ama 2010’lu yıllarla birlikte o üzerine bastığımız ve çok sağlam sandığımız gerçeklik zemininin aslında ne kadar kaygan, muğlak ve değişken olabileceğini anladık. Bilgi kirliliğine, manipülasyona, çarpıtmalara, intihallere, dezenformasyona boğulmuş bir toplumda neyin gerçek, neyin kurmaca olduğunu saptamak bile yetkinlik gerektiriyor. Rifat’ın tasvir ettiği dönemin aksine, halihazırda önümüze gerçek diye sunulan her şeyi sorguladığımız, sosyal medyada kıstırıldığımız yankı odalarında gerçeği bir bütün olarak görme imkânını kaybettiğimiz bir çağdayız. Öznel kanaatle nesnel gerçeklik neredeyse iç içe ve birbiri yerine geçince, elle tutulabilir hakikat kırıntılarını yegâne bulduğumuz yer hayat deneyimleri haline geliyor. Otobiyografik kurmaca ve şiirlerin son yıllarda edebiyatta giderek daha fazla yer tutmasının sebebi belki de bu.
Enformatiğe göre en değerli bilgi, gerçekleşmesi en az muhtemel olandır. Hatta bunu matematik bir formülle ifade etmek mümkün. Sürrealizm gerçekleşmesi mümkün olmayanla ilgileniyor. Sahicilik üzerine kurulu şiir ise aksi istikamete yöneliyor poetikasını kurarken; günlük olaylardan, duygulardan ve sıradanlıktan besleniyor (bu açıdan belirli ölçüde toplumsal gerçeklik akımının kaygılarını taşıdığı söylenebilir – tabii daha bireysel ve öznel bir yaklaşımla). Bu şairlerde deneyimler üzerinden okurla hemhal olmak, onu bir deneyim ortaklığına davet etmek daha baskın bir hal alıyor. Bu kullandıkları şiirsel dile de yansıyor: Günlük dili şiire katmak, şiiri günlük dilden ayırmamak için belirgin bir çaba gösteriyorlar. Kendini ele vermeyen kapalı şiirler yerlerini okurun kendi deneyimiyle özdeşleştirebileceği, açıklıklar yaratan şiirlere bırakıyor.
“Şiir yazmanın sadece güzellikle değil, aynı zamanda zekâyla da ilgili olduğunu hissettiğim bir an vardı. Ve zekâmı kanıtlamam gerektiğini düşündüm” diye anlatıyor Limón bir söyleşisinde.[9] Şöyle devam ediyor sözlerine:
Bir şair olarak yaş aldıkça –ki [programda okuduğu şiirlerden birinin yer aldığı] Bright Dead Things (Parlak Ölü Şeyler) benim dördüncü kitabım– şöyle düşündüğüm bir an oldu: Tamam, şiir yazabildiğini kanıtlamak için yapman gerekeni yaptın. Şimdi sadece anlatmak istediğin şiirleri anlat. Hani bir arkadaşınıza barda anlatacağınız türden çetrefil, hınzır bir konuyu yahut ona doğru eğilip ‘dinle bak, geçenlerde ne oldu’ diyerek paylaşacağını komik hikâyeyi işleme ve on onunla bağ kurma fikrini önemsiyorum. Ve bunları şiir haline getirebileceğimi düşündüm. Neden olmasın? Sonuçta şiirler ve şairler bunu benden çok önce de yapmışlardı ve elbette ki yıllardır yapmayı sürdürüyorlardı. Ama bu benim için yeniydi. İkisini nasıl birleştireceğimi bilmiyordum. Garajdaki pitbul fikrini bir şiire nasıl dönüştüreceğimden emin değildim. Ve sonra, tabii ki, çok zeki olan üniversitedeki hocalarımın bana tüm bu araçları verdiğini fark ettim; yani dil, imge ve sesteki müzikalite. Ve eğer buna odaklanabilir, dize sonlarının tesirli olmasını ve şiirin gerilimini korumasını sağlayabilirsem, o zaman anlattığım tam bir olay ve dönüşüm şeklini alır. Çünkü bu sadece bir hikâye olamaz. Hani hey, başıma böyle bir şey geldi demekle kalamaz. [Şiir] bundan daha fazlasını yapmalı. Bu yüzden Bright Dead Thing kitabımla beraber şiirlerimde bir evrim olduğunu düşünüyorum.
Özetle Limón’un bu arayışından gözlemle çağrışım, çağrışımla günlük hayat arasında bir sarkaç gibi gidip gelen, hayata, doğaya, dünyadaki küçük olaylara, duygulara, duyulara dikkat kesilme, minik anlarla mutlak hakikatler arasında bağlar kurma şiiri doğdu. Bu gözlemin başlıca nesneleri ise elbette doğa ve hayvanlar. Ancak soyut bir biçimde değil, daima günlük hayatın içinden getirilen bir bakışla, bahçeli bir evden, arabanın içinden, bir geziden... “It Begins With the Trees” (“Ağaçlarla Başlar”) şiirinin ilk dizeleri mesela, bu günlük hayatı kesintiye uğratan doğa gözlemine güzel bir örnek:
Açıklıktaki kocaman iki selvi ağacı
öyle dolanmışlar ki birbirlerine ikisi
adeta tek vücut. Ancak belli bir açıdan,
bu yaz hayatımı kurtarmak için
aldığım mavi şişme havuzdan
bakınca bir değil, iki ağaç görüyorum
öpüşüyorlar. Öyle şefkatle öpüşüyorlar ki
izlemeye utanıyorum, bir ağacın eli
diğerinin omzunda, öbürünün eli
diğerinin dallarında, saç gibi.
Öpüşmek peki ne zamandır bu kadar
tehlikeli? Hep mi böyleydi yoksa?
Gözlem şairler ve şiir kritikleri tarafından bazen biraz hafife alınan, hor görülen bir beceri. Zekice yordamlar ararken en basit yetkinliğimizi unutabiliyoruz. Oysa İkinci Yeni’nin en akılda kalan dizeleri de basit gözlemlerden doğan, içini doldurmanın okura bırakıldığı çağrışımlar değil midir? “Hayat kısa, kuşlar uçuyor” mesela. Cemal Süreya uçan kuşları izlemeyen bir kişinin bile olmadığını, herkesin kendi deneyimiyle birleştirerek bu imgeyi hayatın devamlılığıyla bağdaştıracağını öngörüyor. Yahut “Göğe bakalım” – ki insanların kafalarını kaldırmadan sürekli ellerindeki telefona gömdüğü bir çağda herhalde daha fazla anlam kazanan bir imge bu. Durup ânı yaşama, anda dingin bir es arama çağrısı. Kurmacada da Yaşar Kemal sıklıkla başvurur gözlemlere: Kahramanlarının gözünden epik doğa tasvirleri yaparak kurduğu çağrışımlar sayesinde insanlıkla ilgili bütün okurların kolayca algılayabileceği can alıcı saptamalar yapar. En ünlülerinden birini alıntılayacak olursak:
“Demir olsam çürürdüm, toprak oldum dayandım… Toprak, toprak, toprak oldum da dayandım. Bir ağaç ne kadar güçlü, ne kadar ulu, ne kadar sağlam olursa olsun, onu toprağından çıkaracak olursanız kurur.”[10]
Limón’un en baştaki sorusuna dönersek, “Bir şiiri şiir yapmak için ne yeterlidir?” Haiku gibi, kelimeleri eksiltme suretiyle ölçü, doz veya hacim bakımından bir minimalizm midir bahsettiği? Hayır. Şiiri şiirsellik uğruna damıtmaktan ziyade, günlük hayattaki şiiri damıtma çabasına değiniyor burada Limón. Gözlem ve çağrışım, en sıradan hakikatle en büyük tesiri yapmayı mümkün kılıyor, çünkü böyle bir şiir kendini okura dayatmıyor. Limón şiirselliği belli belirsiz kılarak nobran olmayan, üst perdeden konuşmayan, bilgiçlik taslamayan bir üslup inşa ediyor. Okura dokunan, dostça elinden tutup ona eşlik eden, kulağını dertlerine kabartan ve ortak paydalardan beslenen bir şiir sunuyor. Gayenin şifa olarak belirlendiği bir çerçevede imge, metafor ve tasvirlere açıklıklar yaratmak için başvuruyor. Böylece herkesin başından geçen küçük sıradan hikâyelerden, gündelik hallerimizden yontulmamış elmaslar gibi yalın şiirsel hakikatler çıkarıyor. Sonra da onları birlikte yontmaya davet ediyor. Şöyle açıklıyor poetikasını:
Çoğu zaman şiirin iyileştirici olmaması gerektiğini düşünüyormuşuz gibi hissediyorum. Bu bakış açısına göre şiir zanaat olmalı. Bu güzel ve inkâr edilemez yapıt için satır sonları, esler, vezin üzerinde ciddi bir uğraş verilmeli. Elbette bunlar önemli. Ama ben şiirin bizi gerçekten kurtarabileceğini de düşünüyorum. Benim için şiir paylaşmak istediklerimle ilgili: Övgüyü, iyileşmeyi ve dünyaya şu anda ihtiyaç duyduğum bir biçimde yeniden bağlanma eylemini ciddiye almakla. Bu bazen bir hafiflik anlamına da gelebilir.[11]
Özünde şiir, görebilenler için hemen yanı başımızda, etrafımızda, günlük hayatımızda. Dünyaya şefkatle bakanların her an erişebileceği, deneyimleyebileceği bir yerde. Limón’a göre derinlemesine düşünenlerin, tekniği metne boca edenlerin şiirlerinden çok, her âna dikkat kesilenlerin, ince şeyleri görenlerin şiirleri değerli. Gösterişli bir şiir değil bu. Özenli bir şiir.
Ama şiir yazmanın kifayetsiz, kelimelerin eksik kaldığı anlar da var. Hayatın şiire yetmediği değil, şiirin hayatı anlatmaya yetmediği anlar bunlar. Şiirle gerçek hayatın eşiğinde gezinen, neden kimi zaman hayatın yeterli, hatta üstün olduğunu en iyi anlatan metinlerinden biri de son derlemesi The Hurting Kind’ın son şiiri “The End of Poetry” (“Şiirin Sonu”). Bırak şiirimi ve gel, diyor bize Ada Limón, gel hayatı yaşa.
Yeter artık osseöz ve baştankara ve ayçiçeği
ve kar ayakkabıları, akçaağaç ve tohumları, samara ve filiz,
ışık ve gölge, yeter artık böylece ve kehanet,
vakur çiftçi ve iman ve yaradan ve benim ülkem
senin ülken, yeter artık göğüsler ve tomurcuklar, deri ve tanrı,
yıldızları ve donmuş kuşları unutmuyorum,
yeter artık devam etme arzusu ya da devam etmeme ya da nasıl
belli bir ışık belli bir şey yapıyor, yeter
diz çökmeler ve ayağa kalkmalar ve bakmalar
içe doğru yahut yukarıya, yeter artık silahlar,
drama ve tanıdık birinin intiharı ve elbise dolabındaki
uzun zamandır kayıp mektup, yeter artık özlem
ve benlik ve benliğin yok edilişi, yeter
anne ile çocuk ve baba ile çocuk
ve yeter artık dünyaya işaret etmek, yılgın
ve çaresizce, yeter zalimden ve sınırdan,
yeter beni görüyor musun, işitiyor musun, yeter
ben insanım, yeter ben yalnızım ve acizim,
yeter beni kurtaran hayvandan, yeter yükselen
sulardan, yeter bu keder, yeter bu hava ve rahatlığı,
senden bana dokunmanı istiyorum.
NOTLAR:
[1] First Draft: A Dialogue in Writing adlı podcast programına verdiği söyleşiden, 16 Mayıs 2022.
[2] Son şiir derlemesini yazının ilerisinde çevirisini paylaştığım “The End of Poetry” (“Şiirin Sonu”) adlı kapanış şiirini okuduğu, aynı zamanda da podcast’in Ada Limón tarafından hazırlanmış son bölümünü şu bağlantıdan dinleyebilirsiniz.
[3] Şiiri NASA’nın YouTube sayfasında Ada Limón’un kendi sesinden dinleyebilirsiniz...
[4] bkz. First Draft: A Dialogue in Writing adlı podcast programına verdiği söyleşi.
[5] Between the Covers adlı podcast programına verdiği söyleşiden, 20 Mayıs 2022.
[6] bkz. Between the Covers adlı podcast programına verdiği söyleşi.
[7] Amishi P. Jha, Peak Mind.
[8] Bkz. Yalçın Armağan, İmgenin İcadı: İkinci Yeni’nin Meşruiyeti, İletişim Yayınları, 2019.
[9] Gazeteci Ezra Klein ile The Ezra Klein Show podcast’inde yayınlanan söyleşisi. Söyleşinin İngilizce transkripti şurada.
[10] Yaşar Kemal, İnce Memed 2, Yapı Kredi Yayınları.
[11] bkz. First Draft: A Dialogue in Writing adlı podcast programına verdiği söyleşi.
EDİTÖRÜN NOTU:
Bütün alıntıların ve şiirlerin çevirileri Özgün Özçer’e aittir.
Önceki Yazı
Haftanın vitrini – 32
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Albüm / Atılgan / Canbaz Duası / Çapulcular / Dostoyevski Rusya’sında İntihar / Elsa Diego’nun Cenaze Alayı / Milliyetçiliği Dizginlemek / Osmanlı Dünyasında Himaye İlişkileri ve Yazılı Kültür / Sevgili Halil Kardeş / Simurg’un Kanadında