TKP 1918-1920:
Portreler, polemikler
Kim Hakiki Komünist kitabının yazarı Emel Akal ile Türkiye komünist hareketinin tarihini, aktörlerini, polemiklerini ve TKP tarihini akademik olarak çalışmanın zorluklarını konuştuk.

Emel Akal / Arka planda: Bakü Doğu Halkları Kurultayı’nda delegeler 'Enternasyonal'i söylüyor, 8 Ekim 1920, Bakü, Azerbaycan.
Türkiye komünist hareketinin tarihini çok uzun zamandır araştırıyorsunuz, bu konularda kitaplarınız var, dersler veriyorsunuz. Kim Hakiki Komünist de bu araştırmaların bir çıktısı. Öncelikle başlığa dair sormak istiyorum. Dikkat çekici olduğunu söylememe gerek var mı, bilmem. Türkiye’de solun dönüp dönüp birbirine sorduğu, bu soruyla birbirini suçladığı çok olmuştur. Hâlâ bu “hakikilik” meselesi önemli. Ancak o dönem için hakiki komünist olup/olmamanın anlamı nedir tam olarak?

TKP 1918-1920:
Kim Hakiki Komünist?
Portreler - Polemikler
İletişim Yayınları
Kasım 2024
280 s.
Bu kitaba ad bulma konusunda çok zorlandım. Kitap 1920 yazında Bakü’de buluşan ve büyük çoğunluğu TKP’li olan 19 kişinin kısa biyografisinden oluşuyor, ama kitabı ilginç kılan bu 19 kişinin birbirini Paris veya İstanbul’dan, Darülfünun veya Mekteb-i Mülkiye koridorlarından tanıması. Ben birbirlerine on sene önceden bir yerlerde dokunan, sonra da Bakü’de tekrar rastlaşan insanları anlattığım bu kitaba isim veremedim bir türlü. Bu 19 kişinin içinde İttihatçısı var, Darülfünun hocası var, iç savaşta Bolşeviklerle birlikte savaşanı var. Sonuçta kitabın isim babası Tanıl Bora olduysa da, ben kitabın adından çok memnun değilim. Çünkü kitabın adının bugüne kadar getirilecek bir ima içerdiği zannediliyor. Halbuki bu soru 1920’de Mustafa Suphi tarafından soruluyor.
“Kim hakiki komünist?” sorusunun sorulma sebebi şudur: Mustafa Kemal ve Kâzım Karabekir, Bolşeviklerle ilişki kurabilmek için Mart 1920’de Bakü’de Dr. Fuat Sabit’e Türk Komünist Fırkası adıyla bir parti kurdurtuyor. Bu partiyi kuranlar arasında o sırada Bakü’de bulunan Halil Paşa, Baha Sait ve Küçük Talat gibi müfrit İttihatçılar da var, Bolşeviklerle birlikte iç savaşta Beyazlara karşı savaşanlar da. Mustafa Suphi ve 23 yoldaşı Mayıs 1920’de Taşkent’ten Bakü’ye geldiğinde, kendisine “komünist” diyen ittihatçıların da üye olduğu bu partiyi buluyor. Mustafa Suphi tabii ki bu partiyi kapatıyor ve kendi teşkilatının Bakü şubesini kuruyor.

Ancak Ankara hükümetinin temsilcisi olan Dr. Fuat Sabit’in etkisinden kopamayan Süleyman Nuri, Yüzbaşı Yakup gibi unsurlar daha sonra Mustafa Suphi’nin kurduğu TKP içinde fraksiyon yaratıyorlar. Herkes kendisinin “hakiki” komünist olduğunu iddia ediyor. Öyle ki, konuya vâkıf olmayanlar Mustafa Suphi’nin İttihatçılarla birlikte çalıştığını bile ileri sürmüştür. Bu kitapla birlikte umarım artık Salih Zeki, Küçük Talat ve diğerlerinin TKP’ye hangi şartlarda bulaştığı, kimin “hakiki”, kimin “sahte” olduğu tartışması bitecektir.
Kitabın sonuna doğru başlığa bir yanıt veriyorsunuz. Ama tam olarak cevaptaki kıstası nasıl kurduğunuzu anlamadım. Hakiki komünistlik ayrımını nasıl yapıyorsunuz? Örneğin Dr. Fuat Sabit… Biraz kişisel ilişkiler çerçevesinde Bolşevik olmuş biri gibi duruyor. Zaten daha sonra da rücu ettiğini görüyoruz. Sadece Sabit de değil tabii; kitapta ele alınan isimlerin hemen hepsi daha informel ilişkiler üzerinden Bolşevizm davasına katılmışlar. Hal böyle olunca, komünistlik ayrımı için bir ölçüt oluşturmak zor olmalı, ne dersiniz?
Bu soru önemli bir soru ama cevabı zor değil: Komünist olmak ne demektir? Komünistlik birilerinin tekelinde midir? Bu soruyu kuramsal açıdan yanıtlamak konuyu çok uzatırsa da, kısaca şunlar söylenebilir: Bir partinin, bir kişinin komünist olması için üretim, dağıtım ve değişim araçlarının ortak mülkiyetini savunması gerekir. Bu da toprakta, sanayide, bankalarda, dış ticarette, vb. özel mülkiyetin kaldırılması, hepsinin toplumsal mülkiyete ait olması demektir.

Sovyet Rusya ile ittifak yapmak isteyen Büyük Millet Meclisi hükümeti, başta İngiltere olmak üzere Düvel-i Muazzama’ya karşı Bolşevik Sovyet Rusya ile ittifak yapmak istedi ve “gerekirse Bolşevik oluruz” dedi. Ama başta Mustafa Kemal olmak üzere Ankara hükümetinin temsilcilerinden hiçbiri “ortak mülkiyet”i savunan bir tek söz etmemiştir. Dolayısıyla Ankara’nın Sovyet Rusya’daki temsilcisi olan Dr. Fuat Sabit kendisinin komünist olduğunu iddia etse de, elbette komünist değildir.
Mustafa Suphi ve yoldaşları ise işçi sınıfının dünya partisinin/Komintern’in Türkiye kolunun temsilcisidir. TKP programında toprakta, sanayide, bankalarda, dış ticarette, vb. özel mülkiyetin kaldırılması, toplumsal mülkiyetin inşası hakkında hükümler bulunmaktadır. Mustafa Suphi enternasyonalisttir, Dr. Fuat Sabit ise Ankara’nın çıkarları doğrultusunda siyaset yapan bir nasyonalisttir.
İç savaşta Bolşeviklerle birlikte savaştığı için çok güvenilen Süleyman Nuri, Yüzbaşı Yakup Dr. Fuat Sabit’in yanında yer alıp onun da komünist olduğunu savundukları için TKP çok zor günler yaşamıştır.
Kitabın giriş kısmında “İttihatçı düşmanlığının ideolojik bir duruş olması sebebiyle 1908’in devrimci bir dönemeç olduğu göz ardı ediliyor, hatta bunu yazmak ‘cesaret’ istiyor” diyorsunuz. İttihatçı düşmanlığıyla ilgili böyle bir durum olmasının karşısında bir de İttihatçı hayranlığıyla karşılaşıyoruz son yıllarda. Ancak bu hayranlıkla İttihatçılara ilgi duyanlar genelde onların Bolşevizm’le, Sovyetler’le flörtünü görmezden geliyorlar. Hakikaten ilginç bir temas bu: Bolşevizm’e meyleden İttihatçılar paşalar… Bu etkileşimin kaynağı neye dayanıyor tam olarak sizce?
Artık tarihe mal olmuş olgular ne düşmanlıkla ne de hayranlıkla anlaşılabilir. Ancak Türkiye’de de, dünyada da ideolojik tutumlarını geçmişe dayandırarak temellendirmek isteyenlere sık rastlıyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin neden daha demokratik bir ülke olamadığını sorgulayanlar 1908’den önceki Osmanlıyı atlayıp, tarihi İttihatçılardan başlatarak büyük bir yanlışın altına imza attılar. İttihat ve Terakki Cemiyeti, 17. yüzyıldaki görkemini giderek kaybeden ve 20. yüzyılda yarı sömürge haline gelmiş Osmanlı’nın vatandaşlarının kurduğu bir cemiyet. O keçeleşmiş, kemikleşmiş, çürümüş devletten anayasalı ve parlamentolu bir devlete geçişin öncülüğünü yapan bu kadronun ilham kaynağı 1789 Fransız Devrimi. Cemiyetin bu yanı, sonraki günahlarından dolayı es geçiliyor.
Bu kadro son derece sabırsız, öfkeli, hırçın, iddialı, acımasız… Meşrutiyetin ilan edilmesi sayesinde Devleti eski gücüne getirebileceklerini düşünürken, önce Trablusgarp, sonra Balkan Savaşı, en son da I. Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla korkunç bir çıkmazda buluyorlar kendilerini. Böylece devleti yönetmekte olan İttihatçılar “taş üstünde taş, omuz üstünde baş” bırakmayarak yürürler. Ülkeyi savaşa sokmak, Ermeni tehcirinin kıyıma dönüşmesi gibi suçları nedeniyle “Hürriyet, Musavat, Uhuvvet” diye yola çıktıkları ve 1908 devrimini gerçekleştirdikleri çoğunlukla es geçiliyor.

Mustafa Suphi (işaretli), 1- 8 Eylül 1920 tarihleri arasında yapılan Bakü Doğu Halkları Kurultayı'na giden trende... Fotoğraf: TÜSTAV Arşivi
Sorunuzda var olan “Bolşevizm’le flört eden İttihatçılar” meselesi de tamamen taktik bir durum olduğu için yankı bulmuyor. Ben ilk kitabımda bu konuyu incelemiştim. İttihatçı rüesa da tıpkı Ankara Hükümeti gibi komünizmin, Bolşevizm’in prensiplerinin yakınından uzağından geçmezler.
1920-1921 yıllarına belirli olaylar çerçevesinde odaklanan bir tarih kitabı gibi aslında elimizdeki kitap. Kronolojik bir şey anlatmıyorsunuz tabii ama o yıllara dair bir resim beliriyor gözümüzde. Daha önce okuduğum kitaplardan daha farklı bir resim çizdirdi bu kitap bana. Yer verdiğiniz mektuplar, raporlar, gazete yazıları çerçevesinde şunu düşündüm: Tam o yıllarda Anadolu’da tarz-ı siyaset ikiye inmiş, bunlar da milliyetçi ve işçi-köylü hareketi tarafından etkilenmiş. Anadolu’daki Bolşevizm etkisi akademik çalışmalarda çok mu küçümseniyor sizce?
23 Nisan 1920’de açılan TBMM’nin koca dünyadaki tek desteği Sovyet Rusya olduğu için zaman zaman stratejik, zaman zaman taktik olarak Sovyet dostluğu öne çıkıyor. Aslında Türkiye-Sovyetler dostluğu 1952’de NATO’ya girinceye kadar devam edecektir. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar 1918-19-20’de Anadolu’ya geçtiklerinde gördükleri cehalet, yoksulluk ve sefaletle mücadeleyi gerçekten birinci vazifeleri addediyorlar. Bolşevik düşünce de onlarda ufuk açıyor. Sovyet desteğiyle de kalkınma planlarını hayata geçiriyorlar.
Akademi dünyası 1923’ten 1980’e kadar süren sanayileşme çabalarına daha dikkatli bakmalı. 1980 sonrasında 24 Ocak kararları ve 12 Eylül darbesiyle Türkiye bugüne kadar geldi.
Kitabın son bölümünde TKP tarihine ilişkin bazı polemiklerden bahsediyorsunuz. Bunlardan en çok tartışılanı da TKP’nin kuruluş tarihi. Biliyoruz ki –sizin de katıldığınız bir görüş– Türkiye komünist hareketi üç koldan geliyor. Daha sonra Şefik Hüsnü’nün bunu reddettiği görülüyor. Bu üç kol arasında ideolojik anlamdaki farklar nelerdi? Şefik Hüsnü’nün TKP’nin kuruluşunu 1925’ten başlatmasının ve Mustafa Suphi’nin yapıp ettiklerini yok saymasının ideolojik nedenleri var mı?

Türkiye Komünist Partisi kurucuları: (Soldan sağa) TKP Merkez Heyeti Reisi Mustafa Suphi, Kâtib-i Umumi Ethem Nejat ve Kayserili İsmail Hakkı
Mustafa Suphi her bakımdan çok parlak bir karakter. Üstelik katledildiği için “hero/kahraman”, “martyr/şehit” konumunda ve onunla rekabet etmek çok zor olsa gerek. 1925’te Sovyetler, İstanbul ve Ankara kollarının birleşmesiyle tekleşen TKP’nin başına geçen Dr. Şefik Hüsnü, kendi liderliğini kabul ettirmek için kişisel bir zaaf sonucu Suphi’yi yok sayma çabası içine girmiş olmalı. Bence tamamen insani bir zaaf. Ne yazık ki, komünist olmak insani zaaflarda azade olmayı sağlamıyor.
“TKP’nin üç kolu arasında ideolojik olarak ne gibi farklar vardı?” sorusu hemen yanıtlanamayacak kadar ciddi bir soru. Kabaca şöyle yanıt verebilirim: Mustafa Suphi, Moskova, Taşkent ve Bakü’de Bolşevik Devrimi’nin inşa koşullarında Bolşevik olmuş ve çok değerli tecrübeler edinmiş biriydi. Bakü’de kongre toplayarak TKP’yi kuran Suphi ve yoldaşları Türkiye’ye gelebilseydi, işçi sınıfı adına büyük kazanımlar elde edebilirdi. TKP’nin İstanbul kolu Osmanlı’nın müslim ve gayrimüslim proletaryasının en yoğun olduğu yerde çalışıyordu. İşçi sınıfı içinde çalışmanın birikimini partiye taşıdı. Ankara kolu ise TBMM ve yeni devleti kuracak kadroları yakından tanıyordu.

Açık söylemek gerekirse, işçi sınıfının bu üç kolu da büyük baskılarla karşılaştı. Mustafa Suphi ve yoldaşları katledildi, Ankara partisi THİF kapatıldı, üyeleri hapsedildi, İstanbul koluna sürekli takibat ve tutuklanmayla çalışmasına izin verilmedi. İlk günden itibaren Türkiye burjuvazisi, Sovyetler’le dostluk politikalarını savunmalarına rağmen işçi sınıfının öz örgütüne, partisine nefes aldırmadılar.
Son olarak, TKP tarihine dair uzun yıllar çalışmanın öğrettikleri neler oldu hocam? Güncel Türkiye siyasetine bakışınızı etkileyen şeyler var mı buralarda?
Şu yaşadığımız dünyaya bakın. Toplumların büyük çoğunluğu korkunç koşullarda yaşıyor. Gazze’de soykırım, iklim değişikliğini umursamayanlar, devletlerden daha zengin otokratlar, her yerde yokluk, yoksulluk, baskı, eziyet… 14-15 yaşımdan bu yana siyasetle ilgilenen, okuyan yazan biri olarak içinde yaşadığımız dünyanın da, kendi toplumumuzun da ancak sınıfsal, ulusal, ırksal, cinsel tüm sömürü biçimlerinin ortadan kalkmasıyla yaşanır hale geleceğinden eminim. Egemen sınıflar sadece kâr amacı güden politikalarıyla dünyayı yok olma sınırına getirdiler.
Türkiye Komünist Partisi 1920’den bu yana emekçi sınıfların çıkarlarını savundu. Egemen sınıflar da işçi emekçi sınıfların bilinçlenmesini engellemek ve yarattığı değerleri sömürmek için onun partisine her türlü baskıyı ve eziyeti yapmaktan çekinmedi. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz yıllık tarihi boyunca görülmeyen ölçüde bir sömürü ve talan her alanda kendini gösteriyor. Ama ben inanıyorum ki, emekçiler, hayatını çalışarak kazananlar bu gidişe dur demeyi bilecektir.