Thomas Schlesser:
“Sanat üzerine düşünmek kendinizi daha iyi tanımanın mükemmel bir yolu...”
Bir sanat tarihçisi de olan Thomas Schlesser, merkeze on yaşındaki Mona’yı ve dedesi Henry’yi yerleştirdiği Mona'nın Gözleri adlı romanında duygusal bağların sanatla kurulduğunu, hastalıkların sanat sevgisiyle iyileşeceğini, ölümsüzlüğün ancak sanatla mümkün kılınabileceğini anlatıyor...
Thomas Schlesser, Orsay Müzesi’nde Rosa Bonheur'un tablosu önünde. Fotoğraf: Corentin Fohlen
Biyografinizden yola çıkarak çok genç bir sanat tarihçisi olduğunuzu, bir sanat tarihi vakfının yöneticiliğini yaptığınızı öğrendim. İçinde bulunduğumuz çağ çok hızlı ve dikkatimiz çok dağınık. Sanat tarihi böyle bir çağda gereken sevgiyi, ilgi ve alakayı görebiliyor mu?
Dilerseniz Cézanne’ın bir sözüyle başlayalım: “Louvre’a doğa üzerinden gidip Louvre aracılığıyla doğaya dönmelisiniz.” Bu çok önemli. Sanatçının burada kastettiği, müzedeki sanat eseriyle onların içinde bulunduğu dünya arasında fizikçilerin deyimiyle “olumlu bir geri bildirim döngüsü” olduğudur. Kısacası, etrafınızdaki dünyaya yakından bakarak bir tablonun değerini anlayabilir, tablolara değer verdiğiniz için de o dünyaya daha iyi bakabilirsiniz. Sanat üzerine düşünmek elbette kendi anılarınızı tetiklemenin ve kendinizi daha iyi tanımanın mükemmel bir yoludur; aynı zamanda yokluğa açılan muhteşem bir kapıdır ve dolayısıyla bu anlamda aşkınlığa giden bir kanaldır.
Edebiyatla sanat tarihi arasında doğal bir bağ var. Bu bağ sizin için nasıl şekillendi? Aslında edebiyatla olan ilişinizi merak ediyorum. Çocukluktan itibaren mi şekillendi, sanat tarihi mi önayak oldu?
İlişkinin net olduğunu ve iki alanın birbirinden ayrılamaz olduğunu düşünüyorum. Aslına bakılırsa, doktora tezimden bu yana sanat eleştirisi üzerinde çalışmaya ve sanatçıların eserleri hakkında yazmaya çok zaman harcadım. Sanki bir anlamda anlam muhteva eden eser ve üzerine yazılan şeyler kafamda hep bağlantılıymış gibi. Doğrusunu söylemek gerekirse, ailemin görsel sanatlar konusunda pek bilgisi yoktu ve müzelere hiç gitmezlerdi. Resim ve heykeli, özellikle de Courbet’nin eserlerini ancak liseden mezun olduktan sonra keşfettim. Ben Hypokhâgne’deyken bir öğretmen Musée d’Orsay’ı ziyaret etmemizi tavsiye etti. Courbet’nin gerçekçiliğinin büyüleyici tuhaflığını ilk kez orada deneyimledim. Kendisi hayatımın önemli bir parçası olmaya devam ediyor. Ve somut yazarları seviyorum, bu şairler için de geçerli. Algısal edebiyatı duygu edebiyatına tercih ederim. Örneğin Guillaume Apollinaire’in şu sözlerini alıntılayacak olursam: “Mon verre s’est brisé comme un éclat de rire.” (“Bardağım bir kahkaha patlaması gibi kırıldı.”) Bu son derece sessel, dokunsal, görsel, hatta tat bile veren bir şey. (Eğer bardak derken içindeki içki kastediliyorsa.) Ve aynı zamanda ruh halimizin sıcak-soğuk durumlarını ve değişkenliğini harika bir şekilde ifade ediyor.
Sanat tarihini hikâyeleştirmek. Bu çok önemli ve zaten sanat tarihi içerisinde hem sanatçılar hem de yaptıkları eserlerin hikâyeleri müthiş. Edebiyatla asla ayrı düşünemeyeceğimiz bir birikim söz konusu. Sizi Mona’nın Gözleri için masanızın başına oturtan ana sebep neydi? Tüm birikiminizi hikâyeleştirmek mi istediniz ya da böylesine hızlı akan ve dikkat dağınıklığı olan bir çağa hikâyeleştirme yoluyla bir miras bırakmak mı?
Bu romanı 2013 yılında, başına hem çok kötü bir şey (yani hastalık ve hastalığının yarattığı tehdit) gelen, hem de güler yüzlü ve büyüleyici dedesiyle birlikte çok iyi bir şeyle tanışan (büyüleyici bir sanat deneyimi) olağanüstü bir küçük kız yaratma ihtiyacını hissettiğim, zor bir kişisel olayın ardından başlayan süreçte yazmaya başladım. Şaşırtıcı bir şekilde, bunu yazmaya başlamak için 2003’te yayınlanan ilk romanımdan sonra on yıl beklemiştim. Tam da on yaşında bir çocuğun hikâyesi olan bu romanı bitirmem de yine 10 yıl sürdü.
Mona’nın bir gün aniden ortaya çıkan özel bir durumu var. Geçici iskemik atak. Çok kısa süren bir körlük türü ama sanat tarihinin “bakmak”, “görmek” ve sonra “yorumlamak”tan ibaret olduğu düşünülürse, hikâyenin tamamına ilginç bir çentik atması açısından da önemli. Mona’nın durumu hem Mona’nın hem de ailesinin, gelişen olaylar ölçüsünde hikâyenin tamamına daha fazla dikkat etmemizi sağlıyor, değil mi?
Evet, kesinlikle. Mona’nın, bir güvenlik görevlisinin veya büyükbabasının gözetiminin üstesinden gelerek eserle yakın temas kurduğu anlar var; örneğin Louvre’daki Gainsborough tablosuna dokunup alarmı çalıştırdığı zamanlar. Ayrıca bir tablonun tatsal boyutunu da hissedebiliyor. Bazen iştah açıcı (Rosa Bonheur’un Nivernais’te Çiftçilik tablosundaki çikolataya benzeyen toprak gibi) bazen iğrenç (Goya’nın bir natürmordunun önünde “etten çıkan gözler” diye tanımladığındaki gibi)... Ve ayrıca bir de ses boyutu var. Popüler kayıtlar da dahil olmak üzere bazı müzikal benzetmeler mevcut. Cézanne’ı anlatmak için bir France Gall şarkısını söylemeyi çok sevdim... Mona, sanat eserlerinin birçok bedensel sınırı aşabilecek çoklu duyusal açılımlar olduğunu anlıyor. Ve bu, kitabın ikinci ve üçüncü bölümlerinde yaşadığı hipnoz hali yoluyla onun iç gözleminde büyük bir rol oynuyor.
Dedesi Mona’nın iyileşmesi için torununu terapilere götürmeye anne ve babasına söz veriyor. Henry torununu terapiler yerine sanat tarihine dair en önemli tabloları görmesi için Fransa’nın (ve dünyanın da elbette) en önemli sanat müzeleri Louvre Sarayı, Orsay Müzesi ve Beaubourg’a götürüyor. Sonrasında hikâye boyunca 52 eserin iyileştirici gücünü okuyoruz. Sanatın iyileştirici gücünü konuşabilir miyiz?
Emin olun yirmi yıl önce tezimi yazarken, sanatın herhangi bir teselli ya da kurtuluşun, hatta telafi ya da rahatlamanın aracısı olarak algılanması fikrinden hoşlanmazdım. René Char’ın şu sözüne inanırdım: “Dünyaya birilerini rahatsız etmek için gelmeyen bir şey, ne dikkate alınmayı ne de sabrı hak eder.” Ama zamanla biraz değiştim. Sanatın bizi rahatlattığını düşünüyorum, çünkü ve sürekli olarak temel bir değeri içerdiğini: Özgürlük.
Çağımızda özgürlük sağdan, soldan, merkezden her taraftan saldırı altında. Benim için Kazimir Malevich’in, sosyal gerçekçiliğin hâkim olduğu SSCB’de resim yapması yasaklanmasına rağmen inatla radikal soyutlamayı savunduğunu görmek rahatlatıcı. Malevich 1915’te Beyaz Zemin Üzerine Siyah Kareeserini çizmişti. Böyle bir sanatsal yaklaşım Stalin döneminde sansürlendi. Ancak tüm korkutmalara rağmen resmin köşesine beyaz zemin üzerine küçük siyah bir kareyle imza atmaya devam etti. Her türlü risk alma cesareti, hatta en ihtiyatlı olanı bile memnuniyetle karşılanmalı ve hatırlanmalıdır.
52 sanat eserinin kendilerine özgü, özel hikâyeleri var. Bu hikâyeler romanın tematik unsurlarını oluşturuyor ve birbirine bağlıyor. Aile, ilişkiler, geçim derdi, sevgi ihtiyacı, bir çocuğun büyüme hikâyesindeki anksiyete... Romanı bu perspektiften konuşsak?
Eserleri seçerken kendime kısıtlamalar koydum ve bu 52 eser hayat dersleriyle dolu bir yıla tekabül ediyor. Başlangıçta aklımda yüz eser yapma fikri vardı ama Mona Lisa gibi bilinen eserlerle daha az popüler eserler arasında doğru dengeyi kurmak istedim. Böylece hem güvende olduğunuzu hem de alışılagelmedik bir şey okuduğunuzu hissedersiniz.
Romanda birçok farklı ve çok tartışılmış konuyu da ele alıyorsunuz. Ötanazi mesela. Mona’nın anneannesi de bu meseleyle ilgili olarak önemli bir karakter. İnsanın hakları adına (yaşam hakkı, ölüm hakkı gibi) zamanın haklı çıkardığı bir karakter anneanne.
Yaşamın sonu meselesi hepimizi etkileyen karmaşık bir sorundur. Bu, ağrı gidermenin daha uzun bir sürenin, ağrı kesicilerden palyatif bakıma doğru yavaş evrimin bir parçasıdır ve şimdi ölümde aktif yardım konusunda tartışmaya açılmaktadır. Toplumumuz acıyı tartışabildiği ve onunla yüzleşme cesaretine sahip olduğu için şanslı. Çözülmesi zor aile sırlarına da değinen bu kitapta ben de bunu yapmaya çalıştım.
Dedeyle torun arasında oyunlar var, babasının eskici dükkânından dolayı Mona’yla babası arasında (ve mekânın özelliğinden dolayı) hikâye içerisinde gizemli unsurlar, anlatımda yer yer masalsı, hatta fantastik diyebileceğimiz unsurlar var. Romanın türüne dair neler söylersiniz?
Üslup olarak Ligne Claire (çizgi romanlarda söylendiği gibi; temiz çizgi) ailesine ait olduğumu düşünüyorum. Jargondan korkuyorum ve soyut şeylerin (örneğin bir kavramın) ve somut şeylerin (gerçek bir anlatı gibi) veya ikisinin karışımının (bir duygunun) tüm anlamlarıyla ortaya konulmasına izin veren bir dil için çabalıyorum. Henry, Mona’ya karşı son derece talepkâr, ancak bunu yapabilir, çünkü söylediği her şey bir anlam taşıyor. Malevich’in bir saf soyutlaması veya Christian Boltanski’nin enstalasyonu gibi çok zor işlerde bile. Böyle yazmak uzun zaman alır. Bu yüzden romandaki bu “hikâye anlatma” yönünün algılanabileceğini düşünüyorum.
Kafanızdaki tüm sanat eserleri hikâyenin içine girebildi mi?
İlk başta, tarih öncesi eserlerden film görüntülerine, Ming vazolarından düzinelerce tabloya kadar, hepsi dünyanın her yerindeki müzelerden alınmış yüz kadar eseri kâğıda dökmüştüm. Ve sonra, olay örgüsünü sulandırmamak, bir seyahat günlüğüne çevirmemek ve trajik havasını sürdürmek için zaman (bir yıl) ve yer (Paris) bütünlüğüne ihtiyacım olduğunu düşünmeye başladım. Bu nedenle daha küçük kronolojik ve coğrafi ölçeklere sahip üç müzeye (Louvre, Orsay, Beaubourg) odaklandım. Daha sonra seçimi benden ziyade Henry yaptı – karakterinin tutarlılığına göre.
Sanat tarihi konusunda Avrupa’da en bol malzemeye sahip ülke Fransa mı, yoksa İtalya mı? Sanat tarihinin en çok beslendiği coğrafya sizce hangisi?
Her coğrafyanın sanatsal yaratıma elverişli olduğunu düşünüyorum. Kitapta Frida Kahlo gibi Avrupalı olmayan ressamların da yer alması boşuna değil. Örneğin Jacques-Louis David gibi resim ikonlarıyla Hannah Hoch gibi daha nadir, daha tekil ressamlar arasında geçiş yaparak sanat tarihini çevreleyen felsefenin bizim öğrendiğimiz Avrupa merkezli olandan daha karmaşık olduğunu göstermek istedim.
Sürekli masanızın üstünde olan sanat tarihi kitapları ve edebiyat kitapları hangileri? Ve yeni bir roman çalışmanız olacak mı?
Yanımda her zaman bir şiir kitabı bulundururum. Lisenin sonuna kadar kötü bir öğrenciydim ama anlamadığım zamanlarda bile bir şiiri yüksek sesle okumaktan büyük keyif alırdım.
Şimdilik bu kitabın tanıtımını yapmaya ve günlük işim olan Hartung-Bergman Vakfı’nı yönetmeye odaklanıyorum. Bu romanı 10 yıldır yazıyordum, dolayısıyla bir sonrakinin çıkması biraz zaman alabilir.
Çeviri: SEDAT ULUSOY
Önceki Yazı
Donald Ray Pollock:
Bir Amerikan Güney gotiğinin portresi
“Pollock aslında anlatılmayanların öykülerini anlatıyor. Görmezden geldiklerimizi, yok saydıklarımızı. Anlattığı kasaba insanların unutulduğu, susturulduğu, denklemin dışında bırakıldığı bir yer. Varlığından bile haberdar olmadığımız bir yer.”
Sonraki Yazı
Meyhaneyi anlamak
“Acaba meyhanelerin esas amacı gastronomik bir yenilik sunmaktan ziyade, aşinalık, alışkanlık yaratmak olabilir miydi? Kadıköy’ün Bahariye semtindeki Güneşin Sofrası meyhanesinde geç vakit yediğim bir öğle yemeğinin ardından aklıma takılan bir düşünceydi bu.”