Donald Ray Pollock:
Bir Amerikan Güney gotiğinin portresi
“Pollock aslında anlatılmayanların öykülerini anlatıyor. Görmezden geldiklerimizi, yok saydıklarımızı. Anlattığı kasaba insanların unutulduğu, susturulduğu, denklemin dışında bırakıldığı bir yer. Varlığından bile haberdar olmadığımız bir yer.”

Donald Ray Pollock, bir zamanlar çalıştığı kâğıt fabrikasına bakan bir tepede.
Gotik edebiyat insanların karanlık yönlerini, onların kusurlarını içinde bulundukları zamana ve mekâna vurgu yaparak anlatır. Bu yönüyle gotik edebiyat ilk dönem kimi örneklerinden farklı olarak gerçeklikten kaçış değildir, tam tersine onun daha iyi anlaşılabilmesi için gerçeğin bir çeşit yapısöküme uğratılması olarak görülebilir. Gotik tür ilk dönemden modern döneme kadar farklı özellikler kazansa da, bütün dönemleri kesen birkaç ortak nokta sayılabilir. Bunlar kısaca, gizem, uç duygular, şiddet, gerilim ve rahatsız edici bir belirsizliktir. Sınıf ayrımı ve toplumsal dönüşümler de türün temalarındandır.
Amerikan gotiği dendiğinde ise çok geniş bir coğrafyadan ve farklı kültürlerden gelmiş insanlardan bahsedildiği için hikâyelerin geçeceği ortak bir mekân bulmak zordur. Ancak Amerikan Güney gotiği dediğimizde, geçmişte bagajı çalkantılarla ve şiddetle ziyadesiyle dolu olan topraklardan bahsetmeye başlarız artık. Güney, Amerika’nın elini yıkamak, kendini temize çekmek için çok rahat göz ardı edebileceği bir tarihi ve mekânı işaret etmektedir. Köleliğin, sefaletin, şiddetin ve vahşetin yuvasıdır. İç savaştan ve sanayileşmeden sonra Kuzey-Güney ayrımının birbirini dışlayan bir şekilde devam ettiğini söylemek elbette tartışmalı. Ancak taşrayı ve tekinsizliği çağrıştıran Güney kültürü ya da mitolojisi, kitaplara, filmlere ve TV dizilerine zengin malzeme sunmuştur hep ve görünen o ki, sunmaya da devam edecektir.
İthaki Yayınları, Donald Ray Pollock’un Knockemstiff adlı öykü kitabını yayımladı. Daha önce de yazarın Düş Yakamdan Şeytan adlı romanını yayımlamıştı. Pollock özel bir yazar ya da tuhaf bir vaka olarak tanımlanabilir. Ortabatıda bir Amerikan kasabasını bütün boğuculuğuyla anlatıyor. Hayallerdeki Amerika’yla gerçek Amerika arasındaki fark, onun karakterlerinin çöküşlerinin ana nedeni. Ancak Pollock suçu kesinlikle çevreye atıp kahramanlarını temize çıkaran bir yazar değil. Tüm kahramanları yaptıkları her şeyden kendileri sorumlu. Bu özellikleriyle Pollock, Amerikan Güney gotiği ve taşra anlatısında özel bir yer ediniyor.

Knockemstiff
çev. Avi Pardo
İthaki Yayınları
Temmuz 2024
200 s.
Onunkisi bir çeşit peri masalı. Elbette bu tanımlamayı hızla ve ilgiyle gelişen edebi kariyeri için kullanıyorum. Zira temalarını hayatından çıkardığı düşünülürse pek kolay bir yaşam sürmediği ortada. Ancak bu zor hayat çağdaşlarında pek görülmeyen bir edebi dünya yaratmasında belli ki elini fazlasıyla güçlendirmiş.
Okulu yarım bırakıyor Pollock. Çeşitli işlere girip çıkıyor. Önce bir mezbahada, sonra bir kâğıt fabrikasında çalışıyor, ardından kamyon şoförlüğü yapıyor. Bu dönemde alkol kaynaklı sorunlar yaşıyor. Yaptığı evlilikler zaten problemli. Kısacası hayat ona karşı pek cömert davranmazken, o yarım kaldığı eğitimine dönerek hayatın vermediği şansı kendisine vermeye çalışıyor. İçindeki esas dürtü hayatını değiştirme arzusu. Zira babası gibi kâğıt fabrikasından emekli olup bir televizyonun karşısında hayatını heba etmek istemiyor. Bir anlamda kahramanlarının yapamadığı şeyi yapıyor. Bir oğul olarak babasının kaderinden kaçmayı başarıyor. Küçük bir kasabada yaşayıp bunu başarabilmek hiç de kolay değil. 45 yaşında yazar olmak istediğini fark ediyor. İçinde büyük bir yazma arzusu var, ancak nasıl yazacağı konusunda bir fikri yok. Çoğu kişi için bir heves olarak kalacak bu arzu bir anlamda onun hayatını kurtarıyor.
Zira Pollock’ın derisi ziyadesiyle kalın. Öncelikle taklitten de öteye giderek hayran olduğu yazarların, Ernest Hemingway, John Cheever, Richard Yates, Flannery O’Connor’ın hikâyelerini kelimesi kelimesine yazmaya başlıyor. Böylece bir masanın başında oturup kelimelerle, cümlelerle, paragraflarla nasıl vakit geçirileceğini, o masayı ve kendi yalnızlığını nasıl seveceğini öğreniyor. Hedefi mütevazı, sadece güzel bir kısa öykü yazmak istiyor. Tamamen kendine ait, kendi sesi olan, yaşadıklarından çıkan. Yayınladığı kısa öyküler bir akademisyenin dikkatini çekince, onun da desteklemesiyle Pollock yaratıcı yazarlık eğitimi alıyor ve Amerikan edebiyatının önemli bir kalemi haline geleceği edebi kariyerine başlıyor.
Knockemstiff, yayımlanan ilk kitabı. İçinde okuyucuyu fazlasıyla rahatsız eden, tekinsiz, kirli, tuhaf öyküler var. Knockemstiff adlı bir kasabada geçen bütün öyküler adeta bir yapbozun parçalarını andırıyor. Ohio’daki bu kasaba Pollock’ın doğup büyüdüğü yer. Kitaptaki her bir karakter bu tuhaf kasabanın karanlıkta kalan bir yerini aydınlatıyor. Temiz edebiyat metinlerinde bulamayacağınız kadar kötücül bir yer.
“Dinamit Çukuru” adlı öyküde askerden kaçan bir kahramanın şahit olduğu ensest ilişki sonrası abi ve kardeşi öldürüşünü okuyoruz. “Honolulu”da unutmanın ne demek olduğunu, zihnin nasıl bir hapishane olduğunu ve dürtülerin nasıl peşimizi hiç bırakmadığını görüyoruz. “Gerçek Hayat”ta aile içi sistematik şiddetin nelere yol açtığına şahit oluyoruz. “Saçın Kaderi” bu şiddetten kaçan bir ergenin dışarıda daha beter bir suiistimalle karşılaşmasını anlatıyor. “Haplar” adlı öykü madde bağımlılığını merkeze alıyor. Her bir öykü insanın en karanlık ama gene de insana içkin bir yönünü ortaya çıkarıyor. Burada Ortabatı bir Amerikan kasabasının en kötü haliyle röntgeni çekiliyor.
Bu öykü seçkisinde bazı karakterleri farklı öykülerde tekrar görüyoruz. Örneğin Bobby adlı karakter merkezî bir konumda, üç farklı öyküde, üç ayrı zamanda karşımıza çıkıyor. “Gerçek Hayat”ta erken çocukluk dönemini, “Haplar”da ergenliğini ve son hikâye olan “Kavgalar”da orta yaşa kadar hayatının farklı evrelerini izliyoruz. Her üç öyküde de Bobby bir erkek olarak çevresine kendisini ispatlamanın derdinde. Bu erkeklik hallerinin ve rollerinin ne kadar yıkıcı olabileceği çok çarpıcı bir şekilde anlatılıyor. Pollock dünyanın sadece kadınlar için değil, erkekler için de ne kadar tehlikeli bir yer olabileceğini gösteriyor.

Düş Yakamdan Şeytan
çev. Emirhan Burak Aydın
İthaki yayınları
Eylül 2020
312 s.
Sanırım Pollock’ın verdiği rahatsızlığın ana nedeni öykülerinde kefaret olgusunun olmayışı. Tıpkı hayattaki gibi, suçlular büyük oranda hiçbir bedel ödemiyorlar. Kötülük yapanın yanına kâr kalıyor. Adını açıkça koyalım, Pollock’un öykülerinde dindar karakterler var, ancak Tanrı’ya yer yok. Bu günahkâr kullar Tanrı tarafından terk edileli çok olmuş.
İkinci Dünya Savaşı ile Vietnam Savaşı arasındaki dönemde Ohio’nun Knockemstiff kasabasının yakınında geçen Düş Yakamdan Şeytan adlı romanı da inanç olgusunun önemli bir yer tutacağını düşündüren küçük bir dinsel ayinle başlıyor. Dua eden, oğlundan da bunu isteyen Willard Russell, İkinci Dünya Savaşı gazisi. Aklında ise sürekli derisi yüzülmüş ve canlı canlı çarmıha gerilmiş bir asker görüntüsü. Russell acı çekmemesi için o askeri öldürmek zorunda kalmış. Hıristiyan teolojisinin önemli bir unsuru olan İsa’nın çarmıha gerilmesi olgusu Pollock’ın karakterlerinin zihinlerinin bir yerinde sürekli. Kurtuluşun yalnızca ıstırap çekerek mümkün olduğunu hatırlatıyor onlara. Başka türlü hayata tahammül etmeleri mümkün değil.
Böyle ilgi çekici bir sahneyle başlayan roman yavaş yavaş şiddetin her türlüsüne açılan bir senfoniye dönüşüyor. Her karakterin arka planı okuyucuya titizlikle anlatılıyor. Özellikle babasının dediklerine harfiyen uyan, uysal ve inanç sahibi Arvin’in geçirdiği değişim son derece çarpıcı.
Pollock aslında anlatılmayanların öykülerini anlatıyor. Görmezden geldiklerimizi, yok saydıklarımızı. Anlattığı kasaba insanların unutulduğu, susturulduğu, denklemin dışında bırakıldığı bir yer. Varlığından bile haberdar olmadığımız bir yer. Sadece yoldan geçerken belki market, belki benzin ihtiyacı için uğrayacağımız, sonra bir daha ardına bakmayacağımız bir delik. “Knockemstiff” adlı öyküde böyle bir çift anlatılıyor. Kadın elinde fotoğraf makinesi, hiç tanımadığı bir dünyayı ya da insanları ilgiyle kadrajına almaya çalışıyor. Okuyucu olarak bizler de başlarda o kadın gibi davranmak istiyoruz, ama sayfaları çevirdikçe, okuduklarımıza şaşırıp kızdıkça, dahası kitabı elimizden bırakamadığımız için kendimize öfkelendikçe aslında her bir karakteri sandığımızdan daha iyi tanıdığımızı görüyoruz. Pollock insanlığın en gizli kolektif düşüncelerine, en karanlık anılarına ayna tutuyor. Tam da bu yüzden sıradan okur için tehlikeli metinler yazıyor.

Röportajlarında ısrarla kendisinin bir hikâye anlatıcısı olduğunu söylüyor. Onun için karakterler ve mekân sonra gelmekte, kurgu bir metin öncelikle bir olay örgüsü talep etmekte. Pollock ne kadar sert, hazmedilmesi zor sahneler yazsa da, sağlam bir yazar kumaşı olduğunu açıkça ortaya koyan bir yazım stili var, hikâyeleri kadar tuhaf bir de mizah anlayışı. Gereksiz süsten uzak, doğallıkla akıp giden cümleler kurmayı seviyor. Özellikle Düş Yakamdan Şeytan adlı romanında bazı sahneleri sabırla, büyük bir özenle kuruyor. Ne zaman hızlanması, ne zaman yavaşlaması gerektiğini bilen usta bir sürücü gibi. Zamansal sıçramalarla karakterleri daha iyi tanımamıza imkân veren bir tarzı var. Dramatik bazı sahnelerde o kadar süsten uzak ve doğrudan yazıyor ki, bu üslup nedeniyle sahnenin çarpıcılığı daha da artıyor.
Onun metinlerinde ihanetler, fedakârlıklar, tecavüzler, infazlar, intiharlar var. Oturduğunuz yerde şiddetin her türlüsüyle karşılaşıyorsunuz. Ancak Pollock’ın sırrı tüm bu şiddeti bir pornografiye dönüştürmeden, büyük bir doğallıkla anlatabilmesinde. Kurbanla olduğu kadar kimi zaman faille özdeşleşme olasılığını da içimize ekebilmesinde. Dehşetengiz bir girdabın içine alıyor bizi. Üstelik bu girdaptan yara almadan çıkamayacağımızı da biliyoruz. Bu bir kâbus. Tek şansımız çok geç olmadan uyanmayı umut etmek.
Önceki Yazı

Kinds of Kindness:
Köleliğin sıradanlığı
“Film seyirciye rahatsız edici bir yüzleşmeye davet eder, özgürlük sorununu köleliğin cazibesiyle beraber düşünerek Camus’nün başkaldıran insanına karşı başkaldıramayan insanı sunar.”
Sonraki Yazı

Thomas Schlesser:
“Sanat üzerine düşünmek kendinizi daha iyi tanımanın mükemmel bir yolu...”
Bir sanat tarihçisi de olan Thomas Schlesser, merkeze on yaşındaki Mona’yı ve dedesi Henry’yi yerleştirdiği Mona'nın Gözleri adlı romanında duygusal bağların sanatla kurulduğunu, hastalıkların sanat sevgisiyle iyileşeceğini, ölümsüzlüğün ancak sanatla mümkün kılınabileceğini anlatıyor...