• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ELEŞTİRİ
  • ENGLISH
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • İNCELEME
  • KİTAPLAR
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Tarih –hâlâ– devam ediyor

“La Storia'nın unutulmaz yapıtlardan biri olarak anılmasını sağlayan da, aşırı-gerçekçi denebilecek sahneler ve anlatımlar içeren romanın aynı zamanda masalsı bir yapısı olması ve bunun hiç yadırganmaması...”

La Storia televizyon dizisinden bir sahne (Francesca Archibugi, 2024).

BEHÇET ÇELİK

@e-posta

ELEŞTİRİ

18 Eylül 2025

PAYLAŞ

Ana olay örgüsü 1941 ila 1947 arasında geçen Ve Tarih Devam Ediyor[1] başlıklı romanında Elsa Morante’nin her biri bir takvim yılında yaşananlardan oluşan bölümlerin başına o yıl dünyada olup bitenlerin –muhtelif cephelerdeki çatışmaların ya da savaşan ülkelerdeki siyasi gelişmelerin– dökümünü koyması, romanın da bu minvaldeki olayların anlatılmasından oluştuğu izlenimi yaratabilir. Çatışma sahneleri hiç yok denemez, pek az da olsa var; ancak bunlar da ordular, birlikler, müfrezeler arasında geçmiyor. Önceki cümleyi yazmaya, “Savaş sahneleri hiç yok denemez…” diye başladım, ama tamamlamadan vazgeçtim – “savaş sahneleri” salt cephelerde, orduların taarruz ettikleri yerlerde yaşananlardan mı ibarettir! Dolayısıyla şu rahatlıkla söylenebilir: Ve Tarih Devam Ediyor, 1941-1947 yılları arasında, büyük bölümü Roma’da geçen “savaş sahnelerinden” oluşuyor. Bu cümle de, “Yahu, savaş 1945’te bitmedi mi?” itirazıyla karşılanabilir elbette, ama bu cümlede ısrarlıyım.

La Storia, ilk baskı, 1974.

Romanın girişinde ilk olarak bir Alman askerini, peşinden de Roma’nın San Lorenzo Mahallesi’nde yaşayan ilkokul öğretmeni dul Ida Ramundo’yu tanırız. Ida’nın bize tanıtıldığı kimi cümleleri alıntılayarak başlayacağım.

Otuz yedisini tamamlamıştı […] Kıvırcık ve kapkara lüleleri ağarmaya yüz tutuyordu; ama ilerleyen yaşı, şımarık bir kızın yüzünü andıran dolgun dudaklı, yusyuvarlak suratını, şaşılacak biçimde, yıpratmamıştı.

Gerçekten de Ida aslında çocuktu, çünkü dünyayla temel ilişkisi, her zaman için (bilerek veya bilmeyerek) ürkek bir boyun eğmişlikten ibaret olagelmiş ve öyle de kalmıştı. Doğrusu istenirse onu korkutmayanlar sadece babası, kocası ve okuldaki öğrencileriydi. Dünyada bundan başka ne varsa ona göre tehdit dolu bir güvensizlik örneğiydi ve bu güvensizlik, farkına varılmaksızın, kim bilir hangi tarihöncesi kabile yaşamından beri kök salmıştı. (s. 37)

Bu alıntı bize Ida’yı biraz daha yakından tanıtmanın yanı sıra genel bir “çocuk” profili çizdiği için önemli, çünkü roman ilerledikçe, girişte andığım Alman askerin Ida’ya tecavüzünün sonucunda dünyaya gelen Useppe’yi tanıyacağız ve Useppe’nin “dünyayla temel ilişkisi” hiç de annesi gibi “ürkek bir boyun eğmişlikten ibaret” değil.

Onun [Useppe] kadar neşeli bir yaratık görülmemişti. Çevresinde gördüğü her şey onu canlandırıyor, keyiflendiriyordu. Pencerenin dışındaki yağmur çizgilerini, renk renk kayan yıldızlarmış ya da dizi dizi şekermiş gibi hayranlıkla seyrediyordu. Güneş ışığı tavana dolaylı olarak yansırken, sokağın sabah canlılığı da gölge gibi vuracak olursa, hiç bıkıp usanmadan, heyecanla bakıp duruyordu; salt kendisi için olağanüstü bir gösteri veren Çinli hokkabazları izliyor gibi. Gerçekten de kahkahalarını duyan, küçücük yüzünün durmadan aydınlanışını gören, onun eşyaya, olağan görüntülerine sıkışmış olarak bakmadığını sanırdı: Kim bilir, sonsuza dek değişim gösteren ne çok başka şeyi de birlikte görüyor gibiydi. Yoksa evin her günkü o tekdüze, acınacak manzarası nasıl olurdu da ona böylesine bitmek bilmeyen, böylesine değişken bir eğlence gibi gelirdi? (s. 164)

Elsa Morante
Ve Tarih Devam Ediyor
çev. Nihal Önol
Can Yayınları
Temmuz 2025
2. baskı
840 s.

Romanın anlatıcısı alıştığımız anlatıcılardan biraz farklı. (Belki bu yüzden romanda anlatıcı hatası olduğunu düşünenler de çıkabilir.) Bir yanıyla Tanrı-anlatıcıyı andırıyor, yoksa nasıl bilecek Useppe’nin yağmur çizgilerini bir dizi şekermiş gibi hissettiğini; ama romanda birçok yerde de anlattıklarını nereden, nasıl öğrendiğine ya da öğrenemediğine dair açıklamalar yapıyor. “Bildiğim kadarıyla” diyor mesela ya da “Onunla ilgili bir hikâye anlatırlar ki, […] ben de birkaç ağızdan ve çeşitli biçimlerde duymuşumdur” diyor. Bu nedenle onun da o yılların Roma’sının bir yerleşiği, Ramundo ailesini, komşularını yakından tanıyan biri olduğuna dair izlenimimiz kuvvetleniyor. Olan biteni birçok kez “bildiğim kadarıyla”, “öğrendiğime göre” kalıplarıyla anlatıyor olmasına rağmen, roman kişilerinin içlerinden geçenleri, özellikle düşlerini bize neredeyse dört başı mamur şekilde anlatması nasıl açıklanabilir? Romanın bütününe hâkim olan atmosfer önemli bence; “Useppe atmosferi” diyebileceğimiz bir hava sözünü ettiğim. Anlatıcının, Useppe’nin çok yakınından (“içinden” değilse de, içini görebileceğimiz bir şeffaflıkla) anlattığı, romanda hiç de az yer tutmayan kısımları da bizim de dünyayı onun gözünden görebilmemizi sağlaması, anlattıklarına ikna olmamızı ve çok derinlerdeki şeyleri bilip her şeyi bilememesinde bir çelişki olmadığını kabullenmemizi sağlıyor.

Elsa Morante, Useppe’nin dünyayla, insanlarla karşılaşmasının, tanışmasının hikâyesini çok incelikle ve derinlikli bir şekilde anlatıyor. İlk başlarda dikkatini çekenler, yukarıdaki alıntıda da örneği görüldüğü gibi, biçimler, renkler, ışıklardır. Her biri heyecan, sevinç kaynağıdır onun için. “Genellikle tiksinti ya da hoşnutsuzluk uyandıran biçimler bile onda sadece dikkat değil, aynı zamanda öteki biçimler gibi, apaçık bir hayranlık uyandırıyordu[r].” Bir yandan da adlandırmayı öğreniyordur, ancak başkalarından öğrendiklerini yinelemekle yetinmiyor, bir şeyleri kendi verdiği adlarla anmayı kararlılıkla sürdürüyordur. Daha önemlisi, onun eşyayı ve olguları adlandırışındaki mantık, bildiğimiz mantıklardan bir parça farklıdır.

Işık, gökyüzü, hatta pencerelerin adı tüneş’ti (güneş). Dış dünya, evin kapısından dışarısı, annesi tarafından ona her zaman yasaklanmış olduğu için, adı yok’tu. Gece, ama aynı zamanda ev eşyası (altlarından geçtiği için) annık (karanlık) demekti. Tüm sesler ve gürültüler, tes’ti (ses). Yağmur, amur’du, su da öyle, vs. vs.(s. 166 – vurgular metinde var)

Olguların, eşyanın duyumsanan nitelikleri (ışık, ses) nedeniyle aynı adı alması, aynı zamanda bunların duyumsanmalarının dışındaki niteliklerinin pek bir önemi olmadığı anlamına da geliyor hiç kuşkusuz. Bu bakışın, kelimelerin yabancılaştırıcı etkisi karşısında bir tür bağışıklık kazandırdığı söylenemez mi? Useppe’nin, bu romanı okuyanları kendisine hayran bırakan en önemli özelliği, onun bizler gibi dünyaya, doğaya, hayatın bütününe yabancılaşmamış olmasıdır denebilir.

“Ömründe ilk kez çayır görüyordu; her ot sapı ona içinde incecik bir yeşil ışık varmış, içeriden aydınlatılıyormuş gibi geliyordu. Böylece, ağaçların dalları da yüzlerce lambaydı ve içinde de sadece yeşil değil, sadece gökkuşağının yedi rengi değil, aynı zamanda bilinmedik başka renkler de yanmaktaydı. Küçücük çayırın çevresindeki yoksul evler de, sabah aydınlığında, sanki içeriden gelen bir ışıkla, onları çok eski şatolar gibi gümüş ve altın yaldızlara boyayan bir ışıkla aydınlanıyor gibiydi. Pencerelerdeki tek tük sardunya ve fesleğen saksıları havayı aydınlatan küçücük takımyıldızlardı; renk renk giysilere bürünmüş insanlar da, çimenliğin çevresinde, bulutlarıyla, güneşleriyle ve aylarıyla, gökyüzü cisimlerini kıpırdatan o görkemli ve uyumlu rüzgâr tarafından kıpırdatılıyorlardı.” (s. 168)

Onu biraz daha tanımak için Ve Tarih Devam Ediyor’un Türkçede ilk kez yayımlandığı[2] sıralarda Füsun Akatlı’nın yazdıklarına[3] da bakabiliriz.

Bir tarihi, olağanüstü güzellikteki koskoca mavi gözleriyle seyreden, kapkara bir tarihi göğerterek insanın hınçlarını, hırslarını, bencilliklerini bile insancıllaştıran, o çok acıtan sevgili çocukla, Useppe’yle dost olmalı.[4]

Yine romana dönüp Useppe hakkındaki bir başka çarpıcı tespiti aktaracağım.

Ancak hiç kuşkusuz, odaya ellerinde tüm işkence araçlarıyla bir SS bölüğü de girmiş olsaydı, bizim maskara Useppe gene korkmazdı. Bu küçücük, silahsız yaratık korku nedir bilmiyor, sadece eşsiz, içten gelme, kendiliğinden bir güven duygusu biliyordu. Sanki ona göre tanımadık insan yoktu da hepsi ailedendi, bir yerlerden dönüyorlar ve o da ilk görüşte tanıyıveriyordu. (s. 244 – vurgu eklenmiştir)

Yabancıların “sadece bir yerlerden dönen” kişiler olarak algılanmasının yanında, Useppe’nin hayvanların dilini anlama yeteneğini de anmalı. Yabancılar gibi, hayvanlarla bitkiler de “ailedendir” onun için. Romanın iki önemli kişisinin iki köpek olduğunu (adları Blitz ve Bella’dır) da geçerken belirteyim. Useppe’nin bu “mucizevi” yanı, yukarıda “Useppe atmosferi” dediğim havayı kuran ve sürdüren önemli unsurlardan biri, belki de başlıcası. Sanırım Ve Tarih Devam Ediyor’un unutulmaz yapıtlardan biri olarak anılmasını sağlayan da, aşırı-gerçekçi denebilecek sahneler ve anlatımlar içeren romanın aynı zamanda masalsı bir yapısı olması ve bunun hiç yadırganmaması.

Elsa Morante, 1976.

Yazının başında Ida’nın da aslında bir çocuk olduğunun vurgulandığı pasajın devamındaki şu tespitler de romanın genel atmosferini ve Useppe’yi tanımak açısından önemli görünüyor. Ida’nın “ürkek boyun eğmişliğinden” ve güvensizlik duygusundan söz ettikten sonra anlatıcı şöyle devam ediyor:

[Ida’nın] kara, badem biçimli gözlerinde, edilgen bir tatlılığı, bir önseziyi andıran, son derece derin ve onulmaz bir barbarlık okunuyordu.

Evet, önsezi, daha uygun bir sözcük bulunamaz, çünkü bunun bilinçle ilgisi yoktu. Daha çok, bu gözlerin garipliği hayvanların o gizemli budalalığını andırıyordu, onlar akıl yoluyla değil de çabuk etkilenebilir vücutlarının bir duyusuyla, her yazgının geçmişini de, geleceğini de “bilirler”. Bu duyuya –ki hayvanlarla ortaktır ve öteki bedensel duyulara karışmıştır– kutsal duyusu derdim; hayvanlar adına, kutsal’ın, salt doğmuş olmak suçundan ötürü onları yiyip yutuverecek evrensel güç anlamına geldiğini düşünerek.” (s. 37 – vurgular metinde var)

Useppe annesinden farklı demiştim; temel fark şu: Onun gözlerinden o “onulmaz barbarlık” okunmaz; “hayvanların gizemli budalalığı” gibi bir şey Useppe için asla geçerli değildir; yazgıyla, yazgının geçmişi yahut geleceğiyle bir derdi yoktur, bunları bilmez; aksine, şimdiye çakılı gibidir; korkulardan, kaygılardan yalıtık olması bundandır. Hayvanlar da onun karşısında onları yiyip yutuverecek evrensel gücü değil, kardeşliği hissederler ânında; Useppe’yi korumaya alırlar, onunla bütün dillerde anlaşırlar, havlamalarının ya da şakımalarının manasını açıklarlar.

Useppe’nin dünyaya bakışındaki sevinçli tona rağmen Ve Tarih Devam Ediyor bir savaş romanı; çatışma sahneleri çok az ama savaşın insanları nasıl harap ettiğine dair birçok olay, yaşantı anlatılıyor: Bombardımanlar; geldikleri soylarından ötürü şehirden, ülkeden trenlere doldurulup gönderilenler; buna seyirci olmanın çaresizliği ve yarı soyunun onlar gibi olduğunun bilinmesi halinde gönderilecek olmanın korkusu; yıkılan evler, şehirden kaçmak zorunda kalanlar; sığınılan yerlerde ortak hayat sürdürme zorunluluğu ve bunun zorlukları; yiyecek bulamamak, açlık, kendinden çok çocuğunun açlığından ötürü duyulan çaresizliğin insana yapmayacağı şeyleri yaptırması; benzer biçimde şiddeti topyekûn reddeden birinin içinden gaddar mı gaddar bir katilin çıkması…

La Storia'nın başrolünde Claudia Cardinale'nin oynadığı ilk uyarlamasından kareler.  (Luigi Comencini, 1986)

Romanın ana hikâyesi yan karakterlerin hikâyeleriyle saçaklanıp coğrafi olarak da Roma’dan ötelere uzanıyor. Rusya’ya, Sibirya’ya mesela. Oradaki faşist İtalyan ordusundan askerlerin kara kışla ve açlıkla mücadelesine de tanık oluyoruz, memleketlerinde onları bekleyen sevgililerine ve aile büyüklerine de… Ya da yakın kırsaldaki komünist çetecilerle faşist işgalcilerin birbirlerinin peşine düşmelerine… Toplama kamplarına gönderilen Romalı Yahudilerle beraber orayı da şöyle bir görüyoruz; anlatıcı bu bahiste sözü çok uzatmıyor, “Toplama kampında gaz odası, insana merhamet gösterilen tek yerdir” diyerek bitiriyor.

Savaş zamanındaki ve savaşın hemen ertesindeki Roma’dan gündelik hayat sahnelerini de gerçekçi ve etkileyici biçimde ana hikâyeye katıyor Elsa Morante; açlığa mahkûm edilen insanlar, yıkılıp harap olan mahalleler değil sadece; okullarda, hastanelerde, meyhanelerde, caddelerde, sokaklarda, tramvaylarda yaşananlar da... Ve Tarih Devam Ediyor’u savaşla beraber değişenler ve değişmeyenler ekseninde değerlendirmekte yarar var. Gündelik hayat diyordum ya, bunun ne kadar değişip değişmediği de önemli. Koşulların çok zorlaştığından, şehrin kimi kısımların bombardımanlarla yerle bir olduğundan, Tiburtina İstasyonu’nda trenlere doldurulan 1.056 kişiden ancak 15’inin savaştan canlı döndüğünden kuşku yok; ancak roman boyunca (savaş sürerken ve bittiği söylendikten sonra da) kimi görüntülerin ve örüntülerin aynı kaldığına da dikkat çekiliyor. Bu duruma özellikle dikkat çeken, Useppe’nin üvey ağabeyi Nino’dur. İlkgençlik yaşlarında Mussolini’cilere yakınlık duyan bu delikanlının romanın devamında cephede savaşırken komünist bir militana dönüştüğünü öğreniriz. Morante bize bu değişimin ayrıntılarını, nasıl gerçekleştiğini pek aktarmaz. Nino neler görmüş, neler yaşamıştır bilemeyiz; ancak gençliğindeki hareketli, bulunduğu yere sığmayan, –yaptıklarını tasvip edelim, etmeyelim– özgüveni her daim yüksek olan Nino’daki bu değişimi yadırgamayız da. Daha sonra bir değişim daha yaşayacaktır. Kaçtıklarıyla aralarına katıldıkları arasındaki benzerlikleri fark ettiğini söyler; bir kez daha yeni bir yol çizmiştir kendisine.

Benito Mussolini, 3 Aralık 1940'ta Roma'da askeri geçit töreninde...

Savaşın sona ermesinden sonra annesi yeniden okula dönmesini Nino’dan –umutsuzca– istediğinde, aldığı yanıt delikanlının beklenti ve umutlarının seviyesini gösterir. Savaşın bir güldürü olduğuna kanaat getirmiştir, ancak bu güldürü ona göre henüz son bulmamıştır.

“Herifler her şeye baştan başlamak niyetindeler, anlamıyor musun? Ama aldanıyorlar anne! Daha küçücükken elimize gerçek silahlar tutuşturdular bizim! Biz de şimdi barış yapıp eğleniyoruz. Anne, BİZ HER ŞEYİ YIKACAĞIZ!”

Birden neşeleniverdi. Bu, her şeyi yıkma düşüncesi, ona olağanüstü bir kıvanç sunmuştu sanki: “Şimdi de kalkmışsınız bizleri okula döndürmeyi düşünüyorsunuz ha!” diyerek, annesini kızdırmak için, ağır ağır sözlerini sürdürdü: “Yazılı Latince, sözlü Latince, tarih, matematik... coğrafya... Coğrafyayı gidip yerinde öğreneceğim ben. Tarih ise onların bir güldürüsüdür, sonu gelmiş bir güldürü! BİZ bitirdik tarihi!” (s. 568 – vurgu eklenmiştir)

Nino’nun görerek yaşayarak öğrendiği şudur; savaş neden olduğu büyük acılara, dökülen kana, yiten hayatlara rağmen çok şeyi değiştirmemiştir. “Herifler” her şeye baştan başlayabiliyorsa… Tarih öteden beri bu “heriflerin” çizdiği şekilde, onların yöntemleriyle, onların çıkarları ve arzuları doğrultusunda devam edegelmiştir ve etmektedir. Asıl büyük değişim için bu tarihin bitmesi, devam etmemesi gerekiyordur!

“Onlar bizi bir kez daha becereceklerini sanıyorlar, ama yanılıyorlar... Her zamanki numaralar, yok işmiş, yok aylıkmış... silah bırakma anlaşmalarıymış, emirler... yüzyıllık planlar... okullar... zindanlar... kraliyet ordusu... Ve her şey baştan başlayacak! Öyle mi? Bum! Bum! Bum!” […] Ve [Nino] bum bum bum derken, tüm bedeni, imparatorluklarıyla, milli cumhuriyetleriyle şu yusyuvarlak dünya gezegenini hedef alıyormuş gibi bir poz takınıyordu. Yeniden, üstüne basa basa, “Bizler başlangıcın ilk kuşağıyız, bizler atom devrimiyiz! Bizler silahlarımızı bırakmıyoruz anne! ONLAR... onlar... onlar... ONLAR bilmiyorlar hayatın ne denli güzel olduğunu anne!” dedi. (s. 568 – baştaki vurgu metinde var, sondaki vurgu eklenmiştir)

Elsa Morante, Roma, 1961.

Son cümle bize Nino’yla Useppe’nin neden birbirlerine bunca düşkün olduklarının yanıtını da veriyor: Hayatın ne denli güzel olduğunun farkındalar. Bu iki kardeşin derin ve içten duygularla bağlandıkları bir roman kişisi daha var. Roman boyunca üç ayrı isimle karşımıza çıkan –benim yazı boyunca onu ilk tanıdığımız zamanki ismiyle, Carlo Vivaldi’yle anacağım– genç adam, burjuva bir aileden gelen, ama yeniyetmeyken ailesinden ruhsal olarak uzaklaşmış, zamanla anarşist olmuş biridir. Carlo aynı zamanda bu iki kardeş arasındaki derin benzerliği fark eden yegâne kişidir. Useppe’ye şöyle söyleyecektir:

“Sen ve abin,” diye mırıldandı, “o kadar başkasınız ki, gören asla sizi kardeş sanmaz. Ama bir yönünüz benziyor: Mutluluğunuz. İkisi ayrı ayrı mutluluklar gerçi. Onunki varoluş mutluluğu, seninki de... her şeyin... her şeyin mutluluğu. Sen dünyanın en mutlu yaratığısın.” (s. 665)

Peki kendisi?

“Ben mutluluğu her zaman sevmişimdir!” diye itiraf etti, “Çocukken, bazı günler öylesine bir mutluluğa kapılırdım ki, kollarımı açar, koşar, ‘Bu çok fazla, çok fazla! Hepsini kendim için alıkoyamam. Birine daha vermeliyim’ diye bağırmak isterdim.” (s. 666)

Carlo’yu biraz daha tanımak için yazdığı şiirlerden birinden bir parça aktarmak yararlı olabilir; öbür ikisiyle, Nino ve Useppe’yle benzeştiğinin de izini taşıyan dizeler şöyle:

Büyük Devrim’i insana hava öğretir/ herkese soluk veren ve herkesten soluk alan hava./ Ve deniz şarkısını söyler, bizim sonsuz kanımız,/ bir damlasında tüm güneşi yansıtan!/ Tıpkı her insanın gözbebeğinin tüm ışığı yansıttığı gibi. (s. 671)

Savaştan önce, henüz çocukluktan çıktığı yaşlarda Carlo’nun “tüm insanlığı tek bir canlı vücut” olarak gördüğünden bahseder anlatıcı; “nasıl vücudunun her hücresinin mutluluğa yöneldiğini hissediyorsa, bu insanlığın da tüm olarak, bu mutluluğu özlediğine yürekten inanıyordu[r]” o zamanlar. Gelgelelim, daha o yaşlarda burjuvaziyi “dünyayı pisliğe bulaştıran en büyük sapıklık” olarak değerlendirdiği için kendi isteğiyle kocaman bir hangarda çalışmaya başladığında, orada çalışanların “günlük yasaları[nın], hayatta kalmak gibi, son derece büyük bir gereksinmeden ibaret” olduğunu görür. “Onlar, gövdelerini, dünya yüzünde bu kayıtsız şartsız, hayvanlara özgü o zevk alma içgüdülerini bile tanımayan, hele insan isteklerine hiç karşılık vermeyen yasanın bir damgası gibi taşıyorlardı[r].” Carlo, “makine forsaları” dediği iş arkadaşlarıyla uyum sağlayamadığı gibi, her gece işten döndüğünde hasta olmaktadır. En nihayetinde işe gidemeyecek kertede rahatsızlanır – bu halini yıllar sonra Nino’ya “mutsuzluk felci” diye tanımlayacaktır.

İster yorucu, ister tehlikeli olsun, her gerçek eylemde, hareket doğanın bir olgusudur. Ama tam bir mutsuzluğun doğaya aykırı düşen, tekdüze, yıpratıcı, sersemletici, karşılıksız gerçekdışılığı önünde, takımyıldızlar bile –ona göre– durakalırlardı... (s. 541 – vurgu eklenmiştir)

Duyduğu mutsuzluk onu hareketsiz kılmış ve henüz hangarda çalışmaya başlaması yirmi gün bile olmadan işten ayrılmıştır. Bu tecrübe duyduğu ideallere olan güvenini sarsmamıştır, ancak sonraları ne zaman işçilere rastlasa suçluluk duyar olmuştur. Suçluluk bahsine az sonra yeniden döneceğim.

La Storia televizyon dizisinden bir sahne (Francesca Archibugi, 2024).

Savaşın hiçbir şey değiştirmediğini ama çok şeyi değiştirdiğini belirtmiştim. En başta insanları, onların duygularını, ruh hallerini, bakışlarını, görüşlerini, tutunuşlarını, şakıyışlarını… Uzun uzadıya kimde nelerin değiştiğinden söz etmeyeceğim, ama şu kadarını yazayım: Carlo da büyük bir değişim yaşar, Useppe de... Belki de değişen onlar değildir; değişen dünya, savaş yorgunu gezegendir. Useppe’yle Carlo’nun –hatta Nino’nun da– dünyayla çok özel bir bağları olduğu için dünyanın yorgunluğundan, yıkımından, çöküşünden onların paylarına da düşenler olmuştur. Carlo, savaşın bittiğinin ilan edilmesinden iki yıl kadar sonra, bir meyhanede hemen hemen hiç kimse kendisini dinlemediği halde (Useppe söylediklerini anlamıyor olsa da tek dinleyicisidir) uzun uzun savaş üzerine bir söylev çeker; romanın anlatıcısı bunu bir yerden sonra “saplantı benzeri konuşma” diye anar.

Şu son yıllar bütün tarihin en berbat rezilliklerine sahne oldu. Zaten tarih ta başından beri bir edepsizliktir, bir ayıptır, ama bunlar kadar edepsizi yıllarca hiç görülmemiştir. […] Tarih’in bu kuşku götürmez edepsizliği karşısında tanıkların önünde iki seçenek kalıyor: Ya kesin hastalık, yani rezaletin ayrılmaz suç ortağı olmak ya da kesin kurtuluş, çünkü edepsizliğin son perdesinde gene de saf aşkı öğrenmek mümkündür... Ve seçim yapıldı: Suç ortaklığı! (s. 745)

Carlo neredeyse saf bir suçluluk duygusuna dönüşmüştür. Savaşta yaşadıkları, bizzat kendi yaptıkları da çok etkilidir, ama aynı zamanda “Tarih’in kuşku götürmez edepsizliği”ne tanıklık etmiş olması da kendisini suç ortağı saymasının bir nedenidir. Devam etmemesi gereken bir tarihin parçasıdırlar – o dahil herkes. Anlatıcı, Carlo’nun söylevini şöyle özetler.

O öğle sonrası meyhanede verdiği söylevi özetlemeye çalışacak olsam, onu hep aynı noktalardan geçerek, yusyuvarlak bir meydanın çevresinde boyuna koşan sirk atlarına benzetebilirim. Şimdi (o kendine özgü genç bas sesiyle) ne denli çabalasa da, çevredekilerin dikkatini bir türlü çekemeyen bir sorunu ele aldığı duyuluyordu; kısacası hepsini –yalnız oradakileri değil, genellikle tüm canlıları– son savaş ve bu savaşın sebep olduğu milyonlarca ölü konusunda bile bile çekimser kalmakla suçluyordu. Sanki tamamen kapatılmış bir hesap gibi, hiç kimse artık savaştan söz etmek istemez olmuştu. (s. 717)

Elsa
Morante

Peki, Useppe? Carlo konuşurken, söylenenleri anlamadığından olsa gerek, yüzündeki mucizevi Tanrısal gülücüğü hep korur, dostunun coşkusundan heyecanlanır, onunla beraber olduğu için mutludur, ancak onun da küçücük yaşında Ida’yla beraber kaçarlarken ya da Roma’ya döndükten sonra “tanık” oldukları az değildir. Unutmaya meyyal olması, yahut hayal gücünün yüksekliği tanık olduklarından etkilenmediği anlamına gelmez. Daha iki yaşındadır annesiyle beraber gettodaki Yahudileri toplama kampına götürecek olan treni gördüğünde. “O kıpırtısız küçücük suratıyla, o yarı açık ağzıyla, anlatılmaz bir dehşet içinde ardına dek açılmış gözleriyle hep trene bak[mıştı]r.” Annesi seslenince başını çevirmiş, ama gözlerindeki o sabit bakış değişme[miştir.]” Gördükleri hakkında Ida’ya hiçbir şey sormaz. “Bakışındaki o sonsuz dehşette bir korku, daha doğrusu taş kesilmiş bir şaşkınlık okunuyordu[r], ama hiçbir açıklama istemeyen bir şaşkınlıktı[r] bu.” Savaşın sona ermesinin ardından da önce bir gazete bayiindeki gazetelerde, sonra da evdeki paket kâğıdı olarak kullanılmış bir dergi sayfasında Nazi kamplarından çekilmiş fotoğrafları gördüğünde benzer bir ruh haline girdiğini fark edecektir Ida. “Gözbebeklerinde, yirmi ay kadar önce, Tiburtina İstasyonu’nda o öğleüzeri gördüğü dehşetin tıpkısını okur gibi ol[ur].” O yaştaki çocukları dikkatini dağıtmak çok kolaydır; Useppe’nin de dikkatini gazeteden kolayca uzaklaştırır annesi. Ne ki, sonraki günlerde “gazete, resimli dergi gördükçe dayak yemiş köpek yavrusu gibi uzak duru[r]”, “gazete kulübesinin yanından geçerlerken Ida’yı eteğinden çeki[ştirir]”.

Yazıda çok değinemedim, ama Useppe’yi koruyup kollayan, onu yalnız bırakmayan ve onunla dünyaya aşağı yukarı yakın yerlerden baktıklarını ve bu konuda birbirlerini etkilediklerini düşünebileceğimiz Blitz ve Bella’yı da edebiyat tarihinin unutulmaz köpek kahramanları arasında pekâlâ anabiliriz. Nitekim Marguerite Duras, kendisine Elsa Morante sorulduğunda Ve Tarih Devam Ediyor’un bıraktığı izi anlatırken köpeği de anmadan geçmemiştir.[5]

Ve Tarih Devam Ediyor, Roma’nın bombardıman altındaki sokaklarında, köpeği ve çocuğuyla tek başına yürüyen bir kadının öyküsü, gözümün önünden silmeyi başaramadığım bir görüntüdür. Morante’yi bunun için sevdim sanırım. (s. 71)

2. Dünya Savaşı yıllarındaki İtalya’nın, Roma’nın halini, insanların neler yaşadığını, ne acılar çektiklerini, ne kıyımlar yaşandığını, yiten canların yanında ruhların da harap olduğunu çok açık biçimde gözler önüne seren bir roman Ve Tarih Devam Ediyor; aynı zamanda savaşın insanlık tarihindeki yerinin tartışıldığı bir metin. Yazı boyunca yaptığım alıntılarda da görüldüğü üzere, Nino ve –daha çok– Carlo, insanların sayısız türdeşini göz kırpmadan asırlardır öldürebildiği ve bunun meşru, hatta makbul yahut olması gereken görüldüğü; birilerinin (Nino’ya göre “heriflerin”, Carlo’ya göre “onların”) menfaatleri ya da iktidarları için savaşları, kıyımları, soykırımları gönül rahatlığıyla teşvik edebildiği; kalabalıkların da yaşananları ve ölenleri çarçabuk unuttukları takdirde bunların hiç yaşanmamış olacağını zannettikleri bir dünyaya gelmeyi, burada var olmayı; ayakta kalmaya ve ruhunu temiz tutmaya çalışmayı tartışıyorlar. Aslında eşsiz imkânlarla dolu olan hayatın muazzam güzelliğinin fark edilemediğine, bu dünyada var olmanın, muazzam bir şey olan hayatın, canlılığın, dirimin tadını çıkarmak, sevincini, heyecanını duymak varken yokluk ve yoksunluklar içerisinde insanların köleleştirildiğine tanık olmanın acısını duyuyor, bu durumun bilincinde oldukları için de çareler, çözümler arıyorlar. Buldukları çarelerin de zaman içerisinde farksızlaştığını –iktidarın şiddet doğurduğunu, iktidar ile şiddetin aynı şey olduğunu mesela– görüp farklı, olur olmaz, umutlu umutsuz yollara savruluyorlar.

Elsa Morante

Ve Tarih Devam Ediyor’u, bunların yanı sıra insanlık tarihinde asırlardır süregelen savaş, kıyım, sömürü gibi kötülükler karşısında bakılabilecek farklı açıların ve alınabilecek farklı tutumların birlikte ve yan yana sergilendiği bir edebiyat yapıtı olarak değerlendirmek de mümkün görünüyor bana. Birçok açıdan benzeşmelerine rağmen, Useppe, Nino, Carlo ve Ida dünyaya, yaşadıkları topluma ve bizzat kendi varlıklarına aynı çerçevede bakmıyorlar. Nino gibi hareketli bir hayat sürmediği, Carlo gibi konuşup tartışmadığı halde, esas olarak Useppe’nin bakışının ve tutumunun romanın merkezinde yer aldığı kanısındayım. Öbürleri çok bilmediğimiz şeyler değil; var kalmaya çabalamak, direnmek, çatışmak, kaçmak, suçluluk duymak… Useppe’yse başka bir tutum ve bakış öneriyor. Hayatı, dünyayı, başkalarını duyumsamaktan kaçınmamayı; bizden önce gelen anlamlara esir olmamayı; anlamın her an yeniden bulunabileceğini, kurulabileceğini; bu yüzden başka canlılara ve hayata her zaman açık olmayı; onlarla heyecanlanmayı, sevinmeyi, konuşmayı, onları sevmeyi… Füsun Akatlı’nın Useppe’ye değindiği yazısındaki temennisine katılmamak mümkün mü?

Unutmamışsak henüz heyecan duymayı, yaşama bağlılığımız kanla ve karla hepten soğumamışsa; kitaplar yerlisiyle çevirisiyle günlerimizin olduğu kadar gecelerimizin anlamı, tutamağı olacak, bizi insanlıktan kopmanın eşiğinden döndürecektir. (s. 112)

 

NOTLAR

[1] Elsa Morante, Ve Tarih Devam Ediyor, çev. Nihal Önol, Can Yayınları, Temmuz 2025, 837 s.

[2] Ve Tarih Devam Ediyor, Türkçede ilk kez 1977’de, Yaygın Kültür Ortaklığı’nın Anti-Faşist Kitaplar Dizisi’nde yayımlanmıştır. O baskıda romanın adı …Tarih Devam Ediyor’dur ve iki cilt olarak yayımlanmıştır. Daha sonra Can Yayınları’nın yayımladığı, Nihal Önol’un aynı çevirisidir; yeni baskıda çevirinin gözden geçirildiğini ve ufak tefek düzeltmeler yapıldığını ekleyeyim.

[3] Füsun Akatlı, Acıyla, Sevgiyle, Kahramanca…, Boyut Kitapları, 1998, 226 s. Akatlı’nın bu yazısı ilk kez 1978’de Dünya gazetesinde yayımlanmış.

[4] Füsun Akatlı, Acıyla, Sevgiyle, Kahramanca…, Boyut Kitapları, 1998, s. 112.

[5] Duras’nın Askıya Alınmış Tutku’da (çev. Birsel Uzma, Can Yayınları, 2014, 128 s.) Morante’den söz ettiğini, Ve Tarih Devam Ediyor’u okuduğum sıralarda Ayla Akcan’ın sosyal medyadaki bir paylaşımında gördüm. Sosyal medyadan şikâyet etmeyi seviyoruz, ama oradan öğreniyoruz da!

Yazarın Tüm Yazıları
  • Elsa Morante
  • füsun akatlı
  • La Storia
  • Ve Tarih Devam Ediyor

Önceki Yazı

VİTRİNDEKİLER

Haftanın vitrini – 39

Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Aşk Elçisi / Başka Bir Dünya Değil / Bekle Beni / Çalkantılı Deniz / Filistin–Yüz Yıllık Savaş / Ludoloji / Melekler Şehri / Savaş Üçlemesi / Tercih / Yedi Ölümcül Gün

K24

Sonraki Yazı

DENEME

Savaşta çocuk olmak

“War Childhood Museum, büyüyen koleksiyonuyla, dünya üzerinde savaş sırasında büyüme deneyimine adanmış en büyük arşivin sahibi olacak ne yazık ki. Koleksiyondaki hikâyeler ve nesneler giderek artıyor, çünkü savaşlar bitmiyor.”

DİLAN SALKAYA
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist