Tanrı’nın Bir Kulu:
Başıboş, hayvansı
“McCarthy’nin romanı temelde ne insana ne de hayvana dair, daha ziyade insan ile hayvan arasındaki ayrımsızlık bölgesiyle ilgili. Ve şiddetle.”

Scott Haze, Child of God (James Franco, 2013).
Tanrı’nın Bir Kulu’na nasıl yaklaşmalı? Bu kitapla ilgili yazmak zor görünüyor; yalnızca roman boyunca olan biten şeylerin meşum ve makus oluşundan değil, ayrıca romanda hiçbir şey olmaz durmasından da. Cormac McCarthy’nin bu romanı Yol’la birlikte belki de en anlatı dışı eseri, ama Yol’dan bir farkı da var: Romanın sahnesi ve atmosferinden değil, karakterin kendini içinde bulduğu durumdan, bir nevi duygu durumdan ileri geliyor anlatı dışılık. Yol’da kıyamet sonrası dünyanın imkânsız koşulları karakterleri başıboş hale getiriyordu, yani başıboşluğun gerekçesi vardı, oysa Tanrı’nın Bir Kulu’nda durum tersidir: Karakter kendiliğinden başıboştur ve hiçbir şey onun bu başıboşluğuna çare olmaz, hatta giderek daha da başıboş bir hal alır. Tıpkı bir “köpek gibi”, McCarthy’nin benzetmesiyle. Tanrı’nın Bir Kulu işte bununla ilgili: Başıboşluk, hayvansılık.
McCarthy’nin romanının gevşek konusu şudur: Lester Ballard adlı, yirmi yedi yaşındaki genç bir adamın, toplumsal normların dışında kalan, giderek de akutlaşan davranışlarının, azgınlaşmasının sahnelenmesi. Buna bir “gevşek konu” diyoruz, zira söz konusu olan gerçekten de Ballard’ın türlü vaziyette betimlenişi, fazlası değil. Bu betimlemelerin gidişatı ise bir eğilimden mülhem: Hayvansılaşma. Bu açıdan McCarthy, romanı boyunca tek bir dönüşüm hattını izliyor gibi baş karakteri özelinde, ki o da söz konusu eğilim. Başlangıçta insani, daha doğrusu toplumsal birkaç özelliği olan (mülkiyet sahibi olma, az da olsa iletişim kurabilme, giyinik gezinme, vesaire) bir karakterin giderek insanlıktan çıkışını okuyoruz esasen. McCarthy sanki karakteri karakter yapan en temel özelliğin lağvoluşu üstüne kuruyor tüm anti-anlatısını: İnsanlığını kaybetme. Tanrı’nın Bir Kulu bu bakımdan ancak ilk tahlilde bir insana dair, son tahlilde ise insandan, hatta hayvandan azına.

Tanrı'nın Bir Kulu
çev. Sıla Okur
İthaki Yayınları
Kasım 2020
152 s.
Romanın genel akışı ya da yapısı da bu dönüşümü dışavurur durumda. Roman en başta iki hatta seyrediyor: Ballard’a dair tanıklıklar ve Ballard’ın güncel durumu. Bu bölümler romanın ilk yarısının kurucu unsurları. Tanıklıklar temelde Ballard’ın kim olduğuna dair birbiriyle tam uyumlu ve müphem ifadeleri yansıtıyor; herkes şu ya da bu şekilde Ballard’ın ipe sapa gelmezliğinden ve öngörülemez, rahatsızlık verici hareketlerinden dem vuruyor. Güncel durum ise Ballard’ın aktüelitesine işaret ediyor; bu bölümlerde McCarthy, Ballard’ın mendeburluğunu türlü veçhesiyle yazıya geçiriyor. Olağan bir şekilde, sözü edilen ilk tipte bölümler, ikinci tipteki bölümleri halihazırda yankılıyor: Geçmişsiz, kökeni belirsiz bir varlık olarak Ballard herkesin gözünde bir tür mahluktan farksız. İkinci tipte bölümlerde ise bunun yansımalarını görüyoruz: Hayvan gibi davranan ve hayvansılaşan Ballard.
Romanda ilk tipteki bölümlerin giderek azaldığını ve son kertede yok olduğunu görüyorsak, bunun nedeni romanın akışı: Roman Ballard’ın giderek daha da insanlardan soyutlandığı, neredeyse itkisel olarak mizantroplaştığı ve tabii insanlıktan çıktığı bir anlatı hattını takip ediyor. Ballard’ın tanıma gelmezliğini atmosferikleştiren tanıklıklar ise başlagınçta işlevsel, sonraysa Ballard’ın ebeveyn yadigârı evinin şans eseri yanması, dizisel olarak işlediği cinayetler ve dahasıyla tamamen anlamsız bir hale geliyor. Ezcümle: Ballard’a dair insanların ne düşündüğü anlamsızlaşıyor, zira portresi oluşturulan şey artık insan gibi gelmiyor okuyana. Ve tabii McCarthy’ye de.
McCarthy’nin romanında Ballard’ı bir hayvan gibi portrelediği kesin, ama buna götüren şey, tekrarlarsak, ilkin onun başıboşluğu ve toplumsallaşmamışlığı. Ballard yol ortasında durup arabada sevişenleri izleyerek mastürbasyon yapan, yine yolda duran bir arabada ölü bulduğu bir kadının ırzına geçip onu evinde, aldığı kıyafetlerle süsleyip püsleyen, öldürdüğü bir kadının kafa derisini yüzüp kendine kamuflaj olsun diye peruk yapan, tabii bir de ev yakan, kısacası cinayete, tecavüze, nekrofiliye, vandalizme ve dahasına meyilli biri. Bunlar da roman boyunca nedensizce oluyor, dolayısıyla başıboşluktan da. McCarthy hiçbir açıklama sunmuyor Ballard’ın bu ruh hastası davranışları için, dolayısıyla daha en baştan bir hayvan gibi konumluyor onu ve tam manasıyla hayvana dönüşeceği noktaya doğru da itiyor. Tam da bu nedenle, ikinci bölümden başlayarak onu pek çok hayvana benzeterek betimliyor: maymun, trol, köstebek, goril… Bu bakımdan yalnızca okurun gözünde değil, bir anlatıcı olarak McCarthy’nin gözünde de bir hayvan Ballard. İtkisel davranan, şiddete meyilli ve sınır tanımayan bir “şey”.
Hayvan teması kuşkusuz ki McCarthy’nin diğer romanlarında da süreklilik arz eden, neredeyse motif, hatta leitmotif haline gelmiş bir tema. Örneğin İhtiyarlara Yer Yok’taki seri katilin insanları öldürmek için seçtiği silahlar, onları tam da bir tür sığır gibi, damızlık hayvan gibi görüşünü ifadelendiriyordu (kelepçeyle boğma, susturuculu av tüfeğiyle deşme, vesaire). Ama tabii O Güzel Atlar’daki atlar ve The Crossing’teki kurtlar da, karakterlerle bir arada yaşayan şeyler olması hasebiyle, insan ile hayvan arasındaki bir birliğe göndermeydi (her iki romanda da hayvanlar insanların bir uzvu gibi betimlenir).
Tanrı’nın Bir Kulu’nda ise hayvan temasının daha biçimsel bir kullanımına rastlarız. Roman boyunca daha da hayvansılaşan Ballard bölümden bölüme artan bir parçalılıkta yansıtılır. Örneğin ilkin avlanan hayvanları izleyen, hayvanlar gibi avlanan bir yarı insan/yarı hayvan gibi dışavurulurken, giderek hayvanların habitatına dahil olmaya başlar ve onlar gibi yaşar: Dağlara tırmanır, yanmış evinden kurtulduktan sonra bir mağarayı mesken edinir, dereden su içer, çiğ çiğ hayvan yer… Özetle: Bir metamorfoz, bir literal hayvan-oluş devresi içindedir. Romanın McCarthy’nin diğer romanlarına kıyasla bariz kısalığı da belki de bundandır: Karakterin kendini içinde bulduğu durum bir tür “doğal hal”dir ve üstüne yazacak çok da bir şey barındırmaz, yalnızca türlü enstantane söz konusudur ve McCarthy’de onları çeker. Ballard ölmemiştir, yaşıyordur, o kadar. Gerisi teranedir.
Ama tabii Tanrı’nın Bir Kulu’nda tek mesele hayvansılaşma da değil. Daha çok ve temelde şiddet. Romanın sonlarına doğru araya giren, Ballard’ın dağ tepe aranmasından hemen önce romanın yan karakterleri tarafından konuşulan Ak Kasketliler (Ku Klux Klan kast edilir), onların işlediği cinayetler ve tabii infazları buna bir örnek oluşturur. Bu sohbet roman boyunca “konudan sapılan” tek sohbet gibi görünür, ama aslında sayfalarca okuduğumuz cinai davranış ve sapıklıkların tarihselleştirilmesi adına dolaylı bir altlık oluşturur. Sanki McCarthy bu “hikâye”yi araya sokarak Ballard’ın da çok özel olmadığını imler; “bu topraklar”, Amerikan kırsalı türlü manyaklığa daha önce de sahne olmuştur ve olacak gibidir, dolayısıyla Ballard “özel” değildir. Bölüm boyunca Ballard’ın lafının edilmemesi de bunu doğrular görünür; çünkü o da bir diğer kuludur Tanrı’nın ve bu açıdan bir fark arz etmez. Dolayısıyla, her ne kadar hikâye tarihsel olsa da, tarihsellik dışı bir bağlama, teolojik bir bağlama da oturtulur. Zaten bu hikâye süredururken hikâyenin özel olup olmadığını soran bir karaktere hikâyeyi anlatan karakterin söylediği bir söz de bu bağlamı yankılar: “Rabbim ilkini yarattığı günden beri aynı insanoğlu.”
Bu raddede ise insanoğlunun insanlık dışı bir kavranışıyla karşılaşırız. Ballard’ın başıboşluğundan ileri gelen ve roman boyunca gelişen hayvansılaşması, McCarthy’den beklenecek şekilde, öncesiz ve sonrasız bir zamanda konumlanır. Bu böyledir, zira Ballard’ın Ballard olmasını, yani olduğu gibi var olmasını sağlayan şey dünyanın kendisidir, varoluştur. En azından romanda mazisi tamamen muallak olan Ballard bu haliyle bir tür kaderi yaşar gibidir, ima budur. Kaderi sanki insanlıktan çıkmaktır ve roman da buna uygun olarak, onu artık insan olarak algılanamayacağı bir çevrimin içine sokar. Tabii bunu yaparken, son kertede onu bir hayvan gibi ölüme mahkûm etmeden de durmaz. Romanın sonunda, ölümünün ardından “bilim namına” tüm organları bedeninden çıkartılan, derisi yüzülen, uzuvları parçalanan Ballard bir torbayla “kimsesizler mezarlığı”na defnediğinde bunu açıkça anlarız. O bir hayvan gibi yaşar ve bir hayvandan beter şekilde ölür; bir et parçasından ibaret kalır. Zaten ölmeden evvel kopan kolu, yarımlaşan aklı ve çıplaklaşan vücudu da buna işaret eder: Onun hayvanların arasında bile bir yeri yoktur, o yüzden böceklerle birlikte mağarada yaşar; karanlıklar içinde. Işık dahi görmeden. Canavarca. Bir postmodern Prometheus?

1979.
Fotoğraf:
Dan Moore.
O halde şunu söyleyeceğiz: McCarthy’nin romanı temelde ne insana ne de hayvana dair, daha ziyade insan ile hayvan arasındaki ayrımsızlık bölgesiyle ilgili. Bunu romanın gidişatı boyunca gördüğümüz gibi, romanın sonunda da görürüz esasen. Romanın en sonunda, Ballard’ın ölümünü işleyen kısa bölümün ardından gelen daha da kısa bölümde, (Ballard’ın öldürmüş olduğu kişilere ait) yedi cesedin bir çukurdan çıkarılışından bahsedilir ve bu bahis geçip gittikten sonra, gözleri mücevher gibi ve kızıl kızıl parlayan bir kuş geceyi aydınlatır. Bu sembolik bir sahnedir, zira aynı mücevhervarilik ve kızıllık romanın iki kısmında daha görülür; birinde Ballard’ın gözleri karanlığı aynı şekilde aydınlatır, diğerinde ise bir poligondaki performansı dolayısıyla kazandığı peluş hayvan oyuncağının gözleri. Dolayısıyla, bu sonun nesnesi Ballard’ın kaderi değildir, zira o kader bir önceki bölümde sonsuza dek nihayetine erer. Nesne daha ziyade parıldayan kızıllık, diyelim ki yağmacılık, barbarlık ve yırtıcılıktır. Ballard’ın payını tıpkı o kuş gibi aldığı, dehşetengiz ve vahşet dolu gerçekliktir. Tam da bu nedenle roman burada biter, zira Ballard ölse dahi onun hamuru baki kalır; cesetleri birer dal parçası gibi taşıtlara bindirenleri izleyen, onlara yukarıdan bakan aynı ışıltılı kırmızıdır. Ebedi şiddetin kırmızı. Hayvanın da, insanın da gözünde aynı şekilde parıldayan.
Öyleyse “Ballard kimdir?” sorusu fazlasıyla havada kalır, hatta cevaplanamaz diyebilir miyiz? Aslında McCarthy bu soruya daha kitabı açmadan cevap verir, kitabın başlığıyla: Tanrı’nın Bir Kulu. Ama kul, İngilizcesiyle child (romanın orijinal adı Child of God’dır), özünde saf olduğu kadar katıksız bir hali de dışavurur; arı bir hali. Evet, Ballard roman boyunca bir tür sürgünmüşçesine davranır. Yine evet, bir intikam ya da kefaret arayışında gibidir. Ama tüm bunlar Ballard’a özgüymüş gibi gelmemeyi de kesmez. McCarthy sanki daha çok Ballard’ı değil, “insansı” bir varlığı, herkesin içinde bulunan fakat ancak toplum dışına itilmek suretiyle ortaya çıkan bir insanlığı, alt ya da aşağı insanı, bir tür subhuman’ı resmetmeye çalışır romanında.
O insan ki, her tür sapıklığa sahiptir, ama bunlara dair hiçbir görüşü de bulunmaz, zira bu görüşü var eden toplumun, topluluğun dışındadır, dışlanmıştır. Dolayısıyla (Sıla Okur’un muazzam çevirisinin de işaret ettiği üzere) kuldur o, ama bir çocuktur da, Tanrı tarafından yaratıldığı o ilk âna geri dönen bir tanesidir. Tam da bu nedenle roman Ballard’ı her şeyin sonunda çırılçıplak resmeder; yani “anadan doğma” halde, “herkes gibi”. İşte o, herkesten ve her şeyden koparak bu ilksel hale dönen kişidir. Döndüğünde ise (Giorgio Agamben’in Kutsal İnsan’da dediği gibi) bir “çıplak hayat”tır ancak; “var”dır, ama tabii böylece “yok”tur da. Bu nedenle de doğranır ve gömülür; bütünlüğü bile kalmaz. Tanrı’ya yaratıldığı gibi iade edilir sanki; tane tane, toprakta. Bu açıdan Ballard hiç kimsedir, ama herkestir de. Herkesin olabileceği bir hiç kimsedir. İnsanın içindeki hayvandır. Büyük karmaşadır. Ham şiddettir. Tanrı tarafından dünyaya fırlatılmışlığın ilksel bir yansıması. Bir kaba beden.
Bu perspektiften Ballard bir tür anti-Ademdir; cennetten bile kovulmamıştır, zira cennet yoktur, ama yine de düşmüştür o. Dünyaya düşmüştür ve bunun hiçbir açıklaması yoktur; ne kendisi ne de bir başkası için. Ve belki de romandaki hiçbir satır, bu kanlı canlı karmaşanın, hamlığın, yaşattığı kadar yaşadığı kafa karışıklığını ve bulanıklığı romandaki şu satırlar kadar direkt dışavurmaz:
“Yarasalar ayrıldıktan sonra baca deliğinden görünen sayısız soğuk yıldıza baktı ve bunlar neden yapılmıştır diye düşündü. Bir de kendisinin neden yapıldığını.”