Taçlı Yazıcıoğlu:
“Çağrışımlarla hayaller matematikle birleşirse…”
“Romanımdaki İsmail, 'Adana’da doğan her çocuk bir Kemal olmak ister' der. Ben de o çocuklardan biriydim.”

Taçlı Yazıcıoğlu. Fotoğraf: Sanem Yazıcıoğlu
Herkesin her şeyi bilerek ama bilmezden gelerek yaşadığı hayata adım adım uyanan on bir yaşındaki Belgi, böyle ağır bir tablonun küçük bir kız çocuğunun dahi anlayabileceği kadar aşikâr yaşanıyor olması… Tüm bunlar İncirlik Yazı’nın yazılış amacına denk düşer: Bir işbirlikçilik düzenini anlatmak.
1983 Haziranı’nda İncirlik Üssü’nün ve sıkıyönetimin gölgesindeki bir ilk aşka sonra da polisiye olaylara evrilen hikâye içerisinde “Bu memleket böyledir işte” kinizmindeki bürokrasi de yerini alıyor. Taçlı Yazıcıoğlu, İncirlik Yazı’yla edebiyatımıza bir el bombası bırakıyor.
Zannediyorum, İncirlik Üssü’nün etrafında kurulan bir romanı ilk kez okuyoruz. Yanılıyor muyum? Ağırlıklı olarak İstanbul’dan söz eden edebiyatımızdaki boşluklardan biriyle daha karşılaştığımız duygusuna katılır mısın?
Edebiyat bize zamanları ve duyguları anlatan, giderek kırılan tarihselliği, anlamları korumamızı sağlayan en güçlü araçlardan biri hâlâ; eksikliğini illa hissediyoruz. Dünyanın dört bir yanına dağılmış yüzlerce üs sadece askerî bir nitelik taşımıyordu tabii, tıpkı Hollywood gibi bir ideolojiyi de dağıtıyorlardı. Haklarında yazılmış daha çok roman olmalıydı, evet. Ancak amacım bir boşluğu doldurmaktan ziyade kendi Adanamı ve hikâyemi anlatmaktı. İncirlik Yazı’nın fikri bana öyle güçlü bir ilham ânıyla gelmişti ki, ayrılamadım. Hatta o âna duyduğum vefayla romanı o gün, o saatte başlattım. Romanın 1983 yılında geçeceğine karar vermemse yazarken öğrendiklerimle oldu. Bu hikâye İzmir’de, Friedberg’de, Vicenza’da ya da Seul’de yani Amerikan üslerinin bulunduğu her yerde yaşanabilirdi tabii.
İstanbul’dan söz eden edebiyatımıza gelince; bana göre romanların her şehirde geçme lüksü olmalı. Senin de derlemende söylediğin gibi, “edebiyatın merkezi, taşrası yoktur”. Bu döngüyü kırabilen çok az şehir var, bunlardan biri Adana. Özgün bir modernleşme süreci var şehrin. Bu da edebiyat ve sinemamızdan bildiğimiz pek çok benzersiz hikâyeyi yaratmış. Hikâyeler elbette hiçbir şehrin tekelinde değil. Benim bildiğim kadarıyla, Fakir Baykurt’un altmışların sonunda Ankara’da farklı bir bağlamda geçen Amerikan Sargısı romanı var. İyi incelemeler de var, Selin Bölme'nin hem kitabından hem de özel arşivinden çok yararlandım. Çetin Yiğenoğlu’nun da İncirlik Romanı isimli bir incelemesi var. Anımsadıklarım, araştırıp öğrendiklerimden daha azdı. Konuyla ilgili ne kadar az eser olduğunu yazmaya başladığımda fark ettim.
Hikâyenin dışında anlattıklarım, ben yazmazsam belki unutulacak olanları tarihe geçirmek içindi. Esendam, Garajlar; üzerine Amerikan Pazarı yapılan oduncu; serbest piyasaya geçilmediği, yasakların diz boyu olduğu o zamanlarda üssün çöpe attıklarını heyecanla satın alanlar, toplayanlar; kimsenin henüz yurtdışına çıkmadığı zamanlarda tanışılan Amerikalı komşular; Allahsız Salih… Bunlar artık yok, şehirde turlayan o Impala’lar düğün arabası oldu. O günün dili, anlamları, bunların bir kısmı kayboldu; esas büyük kayıp bunlar. Zamanın duygularına Batı Yakasının Hikâyesi’nden etkilenip âşık olanları, on beş yaşında Bülbülü Öldürmek’i İngilizcesinden tüm bir yıl ders kitabı olarak okuyan ve o çok zor sınavlara girenleri, darbecilerin yasaklarından yaka silkenleri, Demirciler Çarşısı Cinayeti’nin geçtiği ya da Murtaza’nın yaşadığı şehirde doğmaktan gurur duyanları da ekleyebilirim. Bu romanlar boş yere İncirlik Yazı’na dahil değil.
Bu arada tüm dünyaya dağılmış yüzlerce Amerikan üssü, binlerce personel küreselleşmenin de bir katalizörü olmuş ama bırakalım edebiyatı, bilim bile bununla çok ilgilenmemiş. Sadece Adana değil, tüm dünya bu üsleri “yokmuş” gibi farz etmiş bana sorarsan. İtalya, Almanya, Güney Kore… Hangisinin edebiyatında bu konuyu okuduk? Haberlerde, filmlerde isimleri geçer arada, evet, uçaklar, füzeler havalanır. Meşrulaşmışlardır dünyada.
Hal böyle olunca, romanın sonlarına doğru bir garipseme duygusu içinde okuduğumu fark ettim. Türkiye’yi kolonyal geçmişi olmayan bir ülke olarak algılamaya alışmışız. Tam bir kolonyal hikâye diyemeyiz ama yine de sahneler fena halde çağrışıma itiyor. Senin de dediğin gibi “davetsiz misafir” Amerikalılar neredeyse dokunulmaz konumda. Bu insanlarla kendi memleketinde yaşamak… Adana’da bu deneyime dair daha fazla edebi ürün çıkmasını bekleyerek saflık mı ediyorum, ne dersin?
Saflıktan ziyade, şu kendimizi istemeden bulduğumuz durumlardan, bir anlamda bugünkü bizden söz ediyorsun. Bana öyle geliyor ki, bir suç ortaklığı içindeyiz hep. Tanıklık etmek zorunda kalıyoruz birçok şeye, zira elimizden bir şey gelmiyor. Bunu istemeden yapanlar olsa da, bile isteye bu işlenen suçtan faydalananlar da var. Bir kısmımız yokmuş gibi yapıyor, çoğunluk bunun bir suç olduğunu bile düşünmüyor. Roman bizi bu suç ortaklığına tanık yazıyor, çaresizliğimizi anlatıyor ama mağdur olarak betimlemiyor. İncirlik Üssü yokmuş gibi yaşayan bir şehirden söz ediyoruz ama çoğu kişinin keyfi yerinde. Ayrıca 11 Eylül’den sonra şehirde yaşayan Amerikalılar azaldı.
Yaşamımın çoğunu geçirdiğim ve bugün yaşadığım, çok sevdiğim İstanbul’da geçen ilk romanım Hep Sondan Başlar yayımlandıktan sonra, bana neden Adana’yı yazmadığımı soranlar olmuştu, hatırlıyorum. Bu soruyu çok garipsemiştim, zira ben bir yerde geçmesi için roman yazmıyordum. İncirlik Yazı’nı yazarken o soruları anımsayıp gülümsediğim zamanlar çok oldu. Roman sadece üssün değil, darbenin gölgesindeki Adana’da geçiyor. Başka bir yerde geçemeyecek bir hikâyesi var ama kimse sanmasın ki Adana’yı yazmak o kadar kolay bir iş! Bildiğin gibi “Kemaller”in üstüne söz söylemek kolay değil. Bildiğin gibi, edebiyatımızı değiştirecek kadar güçlü, yerelden evrensele uzanabilmiş iki büyük yazar, Orhan Kemal ve Yaşar Kemal, romandaki isimleriyle “Kemaller” şehrin otuzlarla elliler arasındaki dönemini öyle anlatmışlar ki, aşması güç bir çıta çizmiş, büyük bir iz ve miras bırakmışlar. Öyle ki, bugün hâlâ herkes Adana’ya gittiğinde ekimi neredeyse kırk yıl önce durdurulmuş pamuk tarlalarını görmeyi bekliyor, hatta gördüğünü sananlara bile rastladım. Edebiyatın gücü bu. Ben İncirlik Yazı’nı yazacak cesareti onların 1983 yılının Adana’sını ve üssü anlatmamalarından buldum. Küreselleşme üzerine çalıştığımdan, Adana’nın seksenlerden sonra dünyayı saran Amerikanlaşma sürecini önceden yaşayan şehirlerden biri olduğunu anlamıştım anlamasına… Ama bir gün bunu bir romanda anlatabileceğim o zamanlar imkânsız gelmiş olsa gerek. Yine de hayal etmiş olmalıyım. O Adana, tarihte kaldı tabii.
İncirlik Yazı her şeyden önce bir Adana romanı. Sıcak hava neredeyse romanın gizli kahramanı, ana atmosfer yaratıcısı. Romanın giriş pasajı bir sinema etkisi yaratıyor; “Sıcaklar hep erken gelir Adana’ya” diye başlıyor. Romanda herkes boğucu sıcaklardan şikâyet ediyor. Belgi peki, Adana’yı neden seviyor?

İncirlik Yazı
Doğan Kitap
Aralık 2024
248 s.
Adana ve sıcak ayrılmaz bir ikili sahiden de ama bu olumsuzdan ziyade oradaki kültürün gelişimine yön veren bir ilişki. Dışarıda yaşama kültürünü, şu an bulunmayan açık hava sinemalarını bunlara ekleyebiliriz. Kahramanım Vildan, Adanalıların dışarıda yaşadığını düşünüyor, biliyorsun. Bunlar çoktan değişti tabii. Darbe, sokağa çıkma yasakları, televizyonun her eve yerleşmesi ve klimaların şehre hâkim olmasından sonra tabii. Bugünkü şehri çok az tanıyorum. İncirlik Yazı, 1983’ün o haziranının etnografisini de anlatmayı deniyor.
Anlatıcımız Belgi’nin çocuk belleğinin şekillenmesi, uyaranların az olduğu bir zamana denk düşmüş. Elindeki yetersiz kaynakla olan biteni anlamaya çalışıyor. Sokaktan, kapı aralıklarından izlediği, ansiklopedilerden anlamaya çalıştığı küçük dünyasında sevecek az şeyi var ve onlara sıkı sıkı tutunuyor. Belgi’nin annesi Vildan İstanbullu, babası İsmail Adanalı. Belgi sadece bu iki şehri biliyor. Bir de romanın bir-iki kişisel anekdotundan biri olan, Deniz Gezmiş’in de kaldığı Kızkalesi’ndeki pansiyonu ve kendi gitmemiş olsa da, Bülbülü Öldürmek’in geçtiği, komşuları David’in memleketi Alabama’yı! Doğup büyüdüğü Adana’nın İstanbul’dan daha çok sevilmesi gereken bir şehir olduğuna inanmak istiyor sanırım. Annesinin Adana’yı daha çok sevmesini de… Oysa annesi çatılı evleri seviyor, aksi gibi Adana’da öyle ev pek yok. Evler, apartmanlar damlı. Damlarsa Belgi’nin bazen yıldız sarmaşıklarını izlediği, bazense tahta kayık oyduğu oyun alanları. Bu nedenle, Esendam isimli bir yazlık sinemanın varlığı onu çok heyecanlandırıyor. Hem esebiliyor hem damda hem de izlenebilir! Annesinin babasının çok sevdiği Yılmaz Güney filmleri de bunların cabası. Belgi otuzlardan seksenlerin sonuna kadar şehrin en önemli eğlencesi o yazlık sinemalara da bir selam veriyor ve sıcağın aslında sevilebilecek bir şey olduğunu düşünüyor olabilir. Sıcak olmazsa yazlık sinema da olmaz, en vahimi dondurma ve eskimo da tabii!
Sinema deyince aklıma Kuzey Amerika’daki birkaç anım geldi. Kanada’da ders verirken, Adana’nın yerini ancak şehrin birkaç kilometre uzaklığındaki İncirlik’ten söz edersem gözünde canlandırabilenlerle tanıştığımda biraz şaşırmıştım. İncirlik’in bu denli ünlü olmasını beklemiyordum. Dahası, orada doğup büyüdüğümü duyanların bana üzüntüyle bakmasını da… Üssün savaşla kaçınılmaz ilgisini düşündüklerinden belki, beni teselli etmeye çalışmalarını önce bir hayli garipsemiştim. Birçok Adanalı gibi benim için de Amerikan Üssü, Seyhan Baraj Gölü kadar doğal olmuştu hep! Sanki her ikisi de hep vardı, oradalardı. Benzer şekilde, aynı yerlerde ortak sinema zevkine sahip olduğum, benden otuz-kırk yaş yaşlı arkadaşlar bulmamı da ekleyebiliriz bunlara. Ellilerin, altmışların, hatta bazen kırkların filmlerini bile kaçırmadan izlemişim hep meğer. Hepsini de hatırlıyorum. Çocukluğumun hayal dünyasına yer etmiş, Batı Yakasının Hikâyesi, On İki Öfkeli Adam bu romanda, Cary Grant ve Ingrid Bergman’lı Indiscreet ilk romanımda önemli rol oynuyorlar. Bu filmlerin önemli bir kısmının pek de masum olmadığını çok sonra fark ettim. Ne fayda; hepsini izlemiş, çok da sevmiştim!
Romanda her şey 1983 haziranında oluyor. Oraya gelmeden önce, giriş kısmında 1995 ve 1966 yıllarına uğruyoruz. Önceleri fazlalık gibi görünebilen bu bölümler aracılığıyla, yazarın romanın aksını oturttuğunu fark edebiliyoruz. Akışın içine rastlantılar denk getirmekte mahir bir kaleme sahipsin ama yine de soracağım: Her şeyi en başından hesap eden yazarlardan mısın? Nasıl bir örme tekniğiyle çalışıyorsun?
Roman evet, o haziranda geçiyor. Yıllarca o üç haftanın gazeteleriyle yaşadım, geçtiği haftaların televizyon programlarını ezbere biliyorum hâlâ. Baştaki bölümlerin en son yazıldığını söylersem nasıl yazdığımı da anlatmış olurum sanırım. Yazabilmem için beni heyecanlandıran bir fikrin olması ve bir sonraki cümlemin ne olacağını bilmemem gerekiyor. Aksi halde oyunun büyüsü kaçıyor. Hoş, İncirlik Yazı’nın hikâyesi, başta Belgi ve David, söz ettiğim o ilham ânında aklıma gelmişlerdi; gelişmeler ortasına kadar nasıl olacak, biliyor gibiydim. Romanın sonrasında olan biten, ilk yarısından sonra evrildiği polisiye kısım, bir cinayeti çözmem gerektiği an ortaya çıkanlar bana da sürpriz oldu.
Anlayacağın, her sabah önceki gün yazdıklarını okuduğunda şaşıranlardanım. Beni roman yazma oyununa bağlayan, metnin matematiğini kurma heyecanı, zigzaglara benzeyen o hızlı düşünce gezisi. Öyle ki, ertesi güne çok yorgun başlamayacağımı bilsem ara vermek bile istemiyorum. Geri kalan ömrümü o romanı yazmak için yaşıyormuşum gibi hissettiğim bir duygu. Çocukluğumdan beri kurduğum hayaldi o çok sevdiğim, beni yaşama bağlayan romanları yazmak. Bunu, yani roman yazma özgürlüğünü kazanabilmek için uzun zaman beklemiştim; sekiz yıl önce kavuştum ve sonrasında hiç ayrılmadım. Dış dünyayı unutturan romanları okumayı seven biri olarak, yazarken de hikâyem bunu sağlıyorsa ancak, devam edebiliyorum.
Yazmamı daim kılansa sanırım yitmeyen merakım. Bu romanda o kadar çok şey merak ettim ve öğrendim ki, bir ara hikâyenin arka planda kalmasından çekindim. 1983’e nasıl karar verdiğimi anlatabilmek için bir inceleme kitabı yazmam gerek, o kadar çok malzeme var elimde! Ne yazık ki, o bilgilerin çok çok azı romana dahil oldu. Tarihi yeniden yazacağımı bilmenin heyecanı da vardı bu sefer. Örme süreci hikâyeyi ve kurguyu bitirdikten sonra farklı bir hal alıyor. Bu sefer metnin ritmini kurmaya çalıştığım, her cümleyi defalarca yazıp sildiğim ikinci ve daha zor kısım başlıyor. Metin istediğim şarkıyı söyleyene dek besteleme devam ediyor; nota nota, harf harf, baskıya verilecek güne kadar.
Bu ara üzerinde çalıştığım başka dosyalardan da anladığım kadarıyla, bugün de birçoğumuzun kullanımında olan Ece Ajandaları 1960-70’lerde hayli etkili kullanılan sosyal ve kültürel bir araç haline gelmiş. Roman temelde Belgi’nin “ece’lerine” aldığı notların canlandırılması üzerine yükseliyor. Günlük tutma fakiri bir millet için belki anlaşılabilir, belki hayat kurtarıcı. Bir sosyal bilimci olarak ne dersin? Ve, senin böyle âdetlerin var mıdır?
Belgi’nin ece’si yaşamının en önemli etkinliği. O, ablası ve anneleri Vildan her yıl birer tane dolduruyorlar. İstanbul’daki emekli öğretmen, Adana’nın nemli soğuğundan şikâyet eden ve damadıyla pek anlaşamayan anneannenin fikri bu; her yıl onlara İstanbul’dan gönderiyor. Benim günlük tutma şeklim daha çok başkalarına mektup yazmayla oldu. Yazmayı öğrendiğimden beri mektup yazmayı çok severim, şimdi bunlar upuzun e-postalara evrildiler; on yıl önce kendi yazdığım e-postayı dilediğim an bulabildiğimde, kalem kâğıtla yazdığım mektupları saklayanlar olduğunda çok seviniyorum. Bu öyle doğal gelişmiş bir yanı ki yaşamımın, mektubun bir edebi tür olduğunu romanlarda kolayca mektup yazabildiğimde ayrımsadım. Belleğimde korumak istediğim önemli anlarımı simgeleyen binlerce fotoğrafım var, akıllı telefonlarla bu daha kolay oldu. Bir fotoğrafı neden çektiğimi üstünden yıllar geçse de unutmam. Şarkılar da eşlik ediyor o anılara. Filmler de öyle. Özetle, bilinen anlamda günlük tutmadım.
Roman yazarken aldığım notların bile kalem kâğıtla olmadığını ekleyeyim. O ünlü yazar defterlerinden yok bende maalesef. Benim hafızam mektuplarda, görüntülerde saklı, onların içindeki duygularda. Neticede haklısın; günlük tutmak, hatta otobiyografi kültürümüzde yaygın değil. Bunlar hatırlamakla ilgili. Belki biz bu kadar hatırlamayı sevmiyoruz. Hatırlamak özeleştiriyi de çağırır bazen. Kendimizle hesaplaşmayı zaten sevmiyoruz!
Varlık dergisinin geçen aylardaki “Bellek Adana” sayısındaki yazından da, kaset doldurmaların popüler olduğu İncirlik Yazı’ndan da senin için müzik ve hafıza arasında kuvvetli bir ilişki olduğunu anlıyoruz. Yanılıyor muyuz? Yoksa hayatını bir playlist gibi yaşayanlardan olabilir misin!
Önceki sorunda bunu biraz yanıtladım; hem evet hem hayır. Evet, müzik yaşamımızın görünmeyen ama her daim soluduğumuz bir bölümü. Küreselleşmeyi müzik tüketimi üzerinden çalışmıştım ben, yedi-sekiz yıl etnografik çalışma, rock festivallerinde. Varlık’taki o yazıyı, romana dahil edemediğim bilgi ve gözlemlerin boşa gitmemesi, etnomüzikoloji çalışmalarına bir ilham vermesi amacıyla yazmıştım. Müzik üzerine çalışmaya başladığım zamanlarda müzikal belleklerimizin nasıl biz farkına varmadan oluştuğunu öğrendiğimde, Arabesk dinlemeyen, hatta sevmeyen bir ailede büyüyüp de nasıl o zamana dair birçok şarkıyı ezbere bildiğimi de anlamıştım. Böyle, başkalarının bazen umursamadığı keşifler beni çok heyecanlandırır. Yazlık sinemaların önlerinde volta atarak, hoparlörlerden çıkan her tür müziği ezberleyerek geçen şanslı bir çocukluğum oldu. Kafamdaki o imgelerin bir kısmını Esendam bölümünde aktarmaya çalıştım.
Soruna döneyim. Hayır, playlist’lerim pek olmadı. Bu nedense müzisyenlere haksızlık gibi gelir, albümlerden şaşmamaya çalışırım. En sevdiğim şarkıyı dinleyebilmek için bazen tüm albümü dinlerim. Bu da daha çok rock olur. Kaçamak yapıp başkalarının listelerini dinlediğimde suçluluk hissettiğimi ve bundan ötürü radyo dinlemeyi sevdiğimi, “single” çıkaran müzisyenlere içimden teşekkür ettiğimi itiraf edebilirim. Şarkılar, sözleri bana hep bir şeyi çağrıştırdığından, yazarken ya da okurken müzik dinleyemediğime üzülüyorum.
Spoiler vermek gibi olmasın ama romanda Amerikalılar önce hayran olunan, özenilen ama sonra ahlakımıza halel getiren, dürüst olmayan insanlar olarak görünüyor. Kendi gidip adı kalan Fransızcalar gibi… Bu biraz da Türk modernleşmesinin parodisi değil mi? Romanın içindeki hayatta tutunulacak yanı yokmuş gibi görünüyor, ne dersin?
Bana göre roman Amerikalılar hakkında tam bunu söylemiyor. İyiyle kötüyü keskin hatlarla belirlemeyeceğimizi anlatıp, Amerikalıları Amerikan hükümetinden ayırmanın mümkün olup olmadığını soruyor daha çok. Aynı şey hepimiz için geçerli; yurtdışında Türkiye’den geldiğimi söylediğimde benden devletin yaptıklarıyla ilgili hesap soranlar çok oldu. Biliyorsun, üste çalışanların birçoğu “tayinleri” çıktığından para kazanmak için ülke değiştiren “memurlar”. Ayrıca zorla bozdukları bir şey var mı, tam emin değilim. Başka insanlar çok mu masum da hemen bozulabiliyorlar? Yoksa tüketimcilik eksenindeki Amerikanlaşma çok mu güçlü bir ideoloji ki, ahlaki bozulmaya neden olabiliyor?

Bu ikilem tüm küreselleşme ve neo-liberalizm tartışmalarının kalbinde yatıyor. Amerika’nın kurbanları sadece biz miyiz? Kendi yavrularını gerekirse yiyebilecek ideolojiler çağındayız. Düzene uyanlar ya da uyuyormuş gibi yapanlarla dolu dünya. Salt doğrular ve yanlışlar yok. Şeyler arasındaki akışkanlık bizi dünyayı farklı açılardan anlamaya zorluyor.
Türk modernleşmesinin bir parodisini arıyorsak bakacak çok yer var ama özenti kavramı sadece bu topraklara mahsus değil. Ayrıca yurtta dünyada bitmiş bir süreç olmadığını düşünüyorum. Düşün ki, seksenlerde, zamanın Fransa Kültür Bakanı, ülkeyi Amerikanlaştırdığı için Dallas dizisinin kaldırılmasını istemiş; herhalde Disneyland kurulduğunda Baudrillard gibi kahrolmuştur. Amerika baskın bir kültürel güç haline geldiği için mi suçlu, yoksa biz dahil diğer kültürler buna karşı koymakta geciktiğimiz için mi suçluyuz? İngilizceyi öğrenmek için ne kadar uzun zaman harcadığımı düşündükçe, o sürede kaç roman yazabileceğim geliyor aklıma, içimi bir öfke dolduruveriyor. Sonra da o dilden kaç müthiş romanı okuduğumu, hangi güzel şarkıları dinlediğimi düşünüyorum. Yerini farklı duygular alıyor. İncirlik Yazı’nın anlattığı, bu bir türlü kolayca bir araya gelmeyenler bence.
Roman boyunca bir yandan da Belgi’nin ablası Alin vesilesiyle genç kızlığa geçişe ve bir ilk aşka şahitlik ediyoruz. Roman küçük kardeşin anlattığı bir abla-kardeş hikâyesi aynı zamanda. Kız kardeşinle ilişkinizi biraz bilerek inadına soruyorum: İncirlik Yazı’nda otobiyografik malzeme ne kadar kullanıldı? Sizde durumlar nasıldı?
Anlatılanın ne kadar otobiyografik olduğu tartışması edebiyat tarihi kadar eski olsa gerek. Bir kız kardeşle romanın geçtiği sokaklarda büyüyünce o duyguyu yeniden keşfetmene gerek olmuyor ama bizde abla bendim. Romansa küçük kardeşin ağzından anlatılıyordu, yani beni o kadar kolay zamanlar beklemedi. Ayrıca deneyimlediğimden daha büyük bir yaş farkı var kahramanlarımın yaşları arasında. Onlarla yaşıt değiliz ama romana başladığımda kızım Belgi’ye yakın yaştaydı, şimdi Alin’i geçti. Bu bazı anıları tazeledi tabii ama zamanın ruhu diye bir şey de var.
Bir taraftan da biliyorsun, Hep Sondan Başlar’da otobiyografinin mümkün olup olmadığını tartışıyordum. Yazılan her metnin kaçınılmaz olarak otobiyografik olduğuna inanıyorum, bu kendi yaşamımızı anlatmak demek değil elbette. Hikâyeler, belleğimizdeki anıların karmaşasından sıyrılıp kelimelere dökülmüş hayaller. Benzer soruları ilk romanımdaki Büyükada ve İsviçre’de büyümüş Ece için de işitmiştim. Flaubert’in “Madam Bovary benim” demesi gibi, kahramanlarımın hepsi benim. Romanımdaki İsmail, “Adana’da doğan her çocuk bir Kemal olmak ister” der. Ben de onlardan biriydim. Mekânlar, tarihî bilgiler doğru, ben de tanık oldum çoğuna ama üç kez sil baştan yazdığım bu roman tabii ki benim başımdan geçmedi. Kaldı ki, daha önce söylediğim gibi, hepsini ne hatırlıyordum ne de hatırlamama imkân vardı.
Romanda bir ilk aşk var, evet. İlk aşkın bir daha asla eski haline gelemeyecek kadar kimyamızı bozduğunu düşünüyorum. Alin’in yaşadığı, daha doğrusu yaşamaya çalıştığı cinsellik, zamanın her yere sirayet etmiş yasaklarının bir uzantısı.
İki romanın arasında bağlantı kurulmasına nasıl yaklaşıyorsun?
Hep Sondan Başlar’da Ece ve Tunç romanı anlatırken günlüklere ve mektuplara başvursalar da, bizi anıların kurgusal olduğuna inandırıyorlardı. Oysa İncirlik Yazı’nda Belgi size günlüklerini gösteriyor ve anılarının doğru olduğuna inanmanızı istiyor. Bence her ikisinde de yazar anlattıklarının tartışmasız doğru olduğuna inanmanızı istiyor. Yazarın her şeyi talep etme özgürlüğüne sahip olmasından ötürü çok eğlenerek yazdığını tahmin ediyorum.
Birkaç kitapta öykülerin yer aldı ama adını aslında romanlarınla duydu okurların. Bana kalırsa öykücüden ziyade bir romancı kalemine sahipsin ama yazı deneyimin içerisinde sen kendini hangisine daha yakın buluyorsun? Bundan sonra hangi türde eserlerinle daha çok karşılaşacağız?
Bu soruyla farkına vardım, yaklaşık yirmi yıl önce yayımlanmış anı-öykülerimden biri İncirlik Yazı’nın ilk sinyallerini vermiş. Hep Sondan Başlar sonradan romana dahil olmayan bir öyküden evrilmişti. Haklısın, öyküler bende hep romanlaşıyor. Okuma tarihimi ve bugünkü tercihlerimi de göz önüne alırsak romana daha yakınım, uzun anlatmayı ve okumayı seviyorum. Denemeler de yazıyorum, hatta henüz bitmemiş, hatırlamayla ilgili bir inceleme kitabı da yazdım bu süre içinde. Yazabildiğim müddetçe roman yazmak istiyorum. Çağrışımlarla hayallerin matematikle en iyi birleştiği, çok özgür bir alan roman.