İshak Reyna’yla “kısa” bir söyleşi:
Editörlük zanaati üzerine
“Yayıncılığımızın, dolayısıyla editörün hep daha fazla kitap başlığına ve buna bağlı olarak daha yüksek hıza mecburiyeti sadece günümüze özgü değil...”

İshak Reyna
Yayıncılık âleminin emektar isimlerinden İshak Reyna’nın Kitapların Yolculuğu: Meraklı Okurun Yayıncılık Sektörü ve Editörlüğe Giriş Kitabı geçtiğimiz ekimde Everest Yayınları tarafından basıldı. Türkçede editörlük konusundaki ilk kapsamlı metinlerden biri olan bu uzun alt başlıklı kitabı vesile kılarak İshak Reyna’yla hem bu kitaba hem editörlüğün Türkiye’deki tarihine hem de özellikle dijital çağın editörlük zanaatında yarattığı değişimlere dair uzun sorulardan oluşan bir söyleşi yaptık. Her ne kadar İshak Reyna henüz “hatırat” yazacak kadar yaşlı olmadığını iddia etse de, yaklaşık 40 yıllık editörlük deneyimini de aktararak sorulara cevap verdi. Azınlıkromanıyla bir çeviri editörünün otobiyografisini özenle kurgulayan İshak Reyna’nın anılarını hatırat yazma yaşına geldiğinde okuyacağımızı da umut ediyorum.
Kitapların Yolculuğu’nun girişinde kısa bir biyografin yer alıyor. Buna göre kitap editörlüğüne 1991 sonbaharında YKY’de başladığın, 2005-2007 arasında İş Kültür’de Hasan Ali Yücel Klasikleri dizisinin “kurucu” editörü olduğun ve 2015’ten beri de YKY’de “temelde Orhan Pamuk” editörü olarak çalıştığın yazıyor. Ama kitabı okuyunca bu biyografinin yetersiz kaldığı anlaşılıyor. YKY ve Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları deneyiminden yayıncılık tarihini anlatırken örnekler veriyorsun ama bunun yanı sıra (biyografinde yer almayan) Can Gençlik’te yaptığın işlerden (s. 84) de söz etmişsin. Editör olarak İshak Reyna’nın biyografisini “tamamlamak” için bu alandaki deneyimini özellikle bu işe başlama nedenin, beklentilerin ve 30 yıl içinde karşılaştıkların açısından biraz daha ayrıntılı anlatabilir misin?
“Biraz daha ayrıntılı anlat”mak, hele “tamamlamak”, senin de sezdirdiğin gibi, işi biraz hatırat yazmaya ya da “nehir söyleşi”ye çevirebilir diye korkarım sevgili Yalçın Armağan; zaten daha o denli “yaşlı” da sayılmam… Latife bir yana, ömrümü yazı, yayın ve kitaplar ve bunların aktarımı, paylaşımıyla geçirmek istediğimi üniversite yıllarımda fark etmiştim diyeyim kısaca. İ. Ü. İktisat Fakültesi’ndeki asistanlığımdan ayrıldıktan sonra, o sıralar Karamehmet’e ait Yapı ve Kredi Bankası iştiraki olan Yapı Kredi Yayıncılık Ltd. Şti.’nde işe başlama sebebim buydu. Sonraki –arada çeşitli üniversitelerdeki dersler dışında– İyi Şeyler, Kaf, İş Kültür, Can Gençlik ve son on yıldır yeniden YKY’de olma, çalışma sebebim de… Otuz-otuz beş yılın toplamına bakarsak, olanak bulduğumda çalıştığı kurumun, yazar ve çevirmenlerin, yani kadrosunda yer aldığı, oynadığı takımın, takım arkadaşlarının özelliklerini, gücünü, potansiyelini harekete geçiren bir editör olduğum söylenebilir. Bu süre zarfında bunun olumlu sonuçlarını gördüğüm gibi, bedellerini ödediğim de oldu. Ama yaptığım işi gerçekten sevdiğim için bir otuz-otuz beş yılım daha olacaksa yine bu işi yapmak isterim.
Kaf deneyimi üzerine de biraz konuşmak iyi olur. Bir yayınevini baştan kurmak, devam etmesi için mücadele etmek ve nihayet kapatmak zorunda kalmak senin editörlük anlayışının gelişiminde nasıl bir etki yarattı?

Kitapların Yolculuğu: Meraklı Okurun Yayıncılık Sektörü ve Editörlüğe Giriş Kitabı
Everest Yayınları
Kasım 2024
224 s.
Kaf 1998 Ekim sonunda YKY’den ikinci ayrılışımdan sonra kuruldu ve önce 1999’daki çifte deprem, ardından 2000-2001 ekonomik krizi neticesinde kapanmak durumunda kaldı. O yıllar da tıpkı bugünkü gibi zorlu bir dönemdi Türkiye için. Öte yandan, ilerleyen yıllarda anladığım kadarıyla, Kaf’ta bu koşullara eklemlenen kişisel hatam, öncesinde çalıştığım daha büyük yayınevlerinden edindiğim yayınlama temposunu burada sürdürmeye çalışmamdı. Kısacası, krizlerin yanına bir de sınırlı cephaneyi görece kısa sürede harcama hatası eklenmişti diyebilirim.
Bu bir süre beni sektörden uzak tuttu. Kişisel bir yayıncılık girişimine ise toptan tövbe ettim, belli ki harcım değildi. O sıra İstanbul Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat’ta daha önce YKY’de bir iki projede çalıştığımız bölüm başkanı Murat Belge’nin imkân tanımasıyla öykü, deneme ve editörlük dersleri verdim. Ara ara sektöre dışardan tekil işler yapsam da, dönüşüm 2005 sonbaharında İş Kültür’le, yani yine bir kurumla oldu.
Kitabın alt başlığında dikkat çeken bir ifade var: “meraklı okur.” Bu ifade sayesinde bu kitabın sadece editörlük mesleğine başlayanlara ya da bu mesleği icra edenlere değil, “genel okur” kitlesinin içindeki belli bir kesime hitap ettiği de anlaşılıyor. Hedef kitle “meraklı okur” olsa da, kitabın içinde mesleğe başlangıç düzeyinde bilgiler yer alıyor. Meslekte olanlar içinse bilgilerin çoğu tanıdık olmalı ama onlara da daha çok yayıncılık tarihi açısından ve özellikle deneyimlerini aktararak bazı bilgiler sunuyorsun. Dolayısıyla Kitapların Yolculuğu’nun hem bir mesleki el kitabı hem de daha geniş bir okur kitlesine seslenen “başlangıç” kitabı olduğu söylenebilir. Ama bu durumda da iki (hatta meslekte olanlar da hesaba katılırsa üç) farklı okur tipine hitap etmesi gereken bir üslup bulmak gerekiyor. Kitabı yazarken sen nasıl bir okur tahayyül ettin? İçeriği oluştururken de, üslubu seçerken de “meraklı okur” metnin şekillenmesini nasıl belirledi?
Aslında üslubu ve içeriği on beş-on altı yıl boyunca iki üniversitede verdiğim dersler “ortaya karışık” yaklaşımıyla belirledi diyebilirim. İstanbul Bilgi Üniversitesi’ndeki editörlük dersini ya da “Yayıncılık ve Editörlük: I. Dönem - Giriş, II. Dönem - Tarihi”, “Alan Editörlüğü”, “Telif ve Çeviri Editörlüğünde Uygulamalar” gibi çeşitli ders başlıkları içeren İstanbul Okan Üniversitesi Çeviribilim yüksek lisansındaki “bitirme projeli tezsiz” programa seçerek ya da isteyerek –hatta çoğunlukla para ödeyerek– geliyordu öğrenciler. Dolayısıyla konuya “meraklı” olduklarını varsayabileceğimiz bu katılımcılara nasıl hitap ediyor ve anlatıyorsam öyle yazmaya çalıştım. Metinden hatırlayacağın, “hatırlayacaksınız”, “demeyiniz lütfen kolaycılıkla”, “ukalalık saymazsanız” gibi muhatabına sesleniş ifadeleri biraz da bu yüzdendi.

Önsözde kitabın “başlıca” yazılma nedeninin editörlük konusunda ülkemizde telif yazılı kaynaklara pek rastlanmaması olduğunu söylüyorsun. Bunun nedeni olarak da şifahi (sözlü) kültürün baskın olmasına işaret etmişsin. Dediğin gibi pek çok alanda usta-çırak ilişkisi devam ettirildiği için yazılı kaynakların sayısı az. Ancak bunu biraz da editörlüğün Türkiye’deki tarihinin içinden değerlendirmek gerekmez mi? Senin de işaret ettiğin gibi, bizim editör olarak sürekli andığımız Yaşar Nabi, Memet Fuat ya da Erdal Öz gibi yayıncılar “tek kişilik dev kadro”ydu. Yayıncılığın asgari koşullarda, her şeyin “ucu ucuna” yapıldığı bir ortamda bilgi birikimi ve buna aktarma arzusu hayli sınırlı kalmış olmalı. Zaten çok az sayıda yayınevi ve iyi editörün olduğu ortamda editörlük bilgisini talep edenler ustanın yanına çırak olmuş ve kılavuz kitaplara ihtiyaç duyulmamış gibi geliyor bana. Yayıncılığın bir endüstriye dönüşmesi bu tür kitapların talep edilmesini de beraberinde getiriyor. Bu noktada şunu sormak istiyorum: Kitabın pek çok yerinde yayıncılık tarihini örnekler açısından anlatıyorsun ama Türkiye’de editörlüğün tarihi hayli hızlı geçilmiş. Özellikle bu kitabı da imkânlı hale getiren kültür açısından Türkiye’de editörlüğün tarihi nasıl gelişmiştir?
Yine enine boyuna araştırılıp kitap boyutunda yazılması gereken bir soru soruyorsun sevgili Yalçın!
Manzarayı 1980’e dek özetlemekle yetinirsek, yaşanan böyle olduğu için, kitapta da yapmaya çalıştığım gibi, kitapçılık-matbaacılık-yayıncılık-çevirmenlik-editörlük biraz iç içe gelişmiştir ve mutlaka dergiler, hatta gazete ve ekleriyle ansiklopediler de dahil edilerek ele alınmalıdır diyebilirim ilk ağızda. Editörün ilk işlevi olan “yazar, çevirmen, dizi, kitap seçme” açısından bakarsak, Cağaloğlu’nun bir kısmı aynı zamanda matbaa/basımevi de olan öncü kitabevlerinin sahip ya da girişimcileri birer editördüler bence. İbrahim Hilmi’nin Hilmi Kitabevi’nden Ahmet Halit Kitabevi’ne, Semih Lütfi Erciyaş’ın önce Suhulet, sonra Semih Lütfi Kitabevi ve bugün yaşları 100’e dayanan Garbis Fikri’nin İnkılap’ı ve Remzi Bengi’nin Remzi Kitabevi’ne günümüze dek gelen-gelmeyen pek çok örnek verilebilir bu konuda.

Tercüme Bürosu heyeti gibi bir devlet girişimini dışta tutarsak, bir editörle çalışmanın son 75 yıldaki öncülüğü, o yıllarda henüz yirmili yaşlarında olan Tahsin Yücel’i Varlık Yayınevi’nde Büyük Yazarlar (1959), Büyük Şairler (1961), Balzac (1961), Tolstoy (1962), vb. kitaplarda “bibliyografyalar” “hazırlayan” ve “çeviren” olarak işe dahil eden, kendisi de yazar-çevirmen-yayıncı-editör olan Yaşar Nabi’dedir diye düşünüyorum. 1930’larda yazar-çevirmen-akademisyen Orhan Burian’ın kurup yönettiği Yücel dergisi ve yayınlarından Sertellerin Tan’ına, 1950’ler, 1960’lar, hatta 1970’ler boyunca kimi zaman o yayınevinin öncü dergilerini de işin içine katarak buraya yazar-yayınevleri de, yazar olmayan girişimci yayınevleri de katılabilir: Salim Şengil’in zamanla Nezihe Meriç’in de dahil olacağı Seçilmiş Hikâyeler Dergisi (SHD) ve Dost yayınevleri, Hüsamettin Bozok’un Yeditepe dergisi ve kitapları, de Yayınevi ve Yeni Dergi ile Memet Fuat, Gerçek ile Fethi Naci, Cem ile Oğuz Akkan, Birikim dergi ve yayınlarında Murat Belge, Ada ile Ferit Edgü eminim senin de aklına ilk gelecek isimlerdir.

1945’ten itibaren Yapı ve Kredi Bankası girişimi Doğan Kardeş dergi ve kitaplarında Şevket Rado ve Vedat Nedim Tör’ün, 1956’dan 1960’a İş Kültür Yayınları’nda Hasan Âli Yücel’in, 1970’lerde ise Ümit Yaşar Oğuzcan’ın –unvanları ne olursa olsun– ilk, hatta zaman zaman ikinci, yani “yayına hazırlama” işleviyle de editörlük ya da yayın yönetmenliği yaptığını da unutmamalıyız. Bu iki banka iştiraki yayınevine 1970’ler itibariyle Milliyet, Hürriyet, Tercüman gibi gazetelerin kitap, dergi yayıncılığına girişleri ve Selahattin Hilav, Ülkü Tamer, Doğan Hızlan gibi adların editör ya da dizi yöneticisi olarak bu kuruluşlarda çalışmalarını da eklemeliyiz. Dolayısıyla, kimilerinin sandığı gibi, sermayenin bu alanlara girişi 1980 sonrasına ya da 1990’lara ait bir özellik değil.

Yine aynı yıllarda Cevdet Kudret’in İnkılap ve Bilgi, Attilâ İlhan’ın Bilgi, Erdal Öz’ünse Cem Yayınevi’nin çocuk dizisi “Arkadaş Kitaplar”da editörlük yaptığını biliyoruz.
1980’ler ve sonrası ise hem geçmişin bu aktörlerinin hem de yenilerinin alanda etkinlik gösterdiği bir dönem oldu diyebiliriz.
Tüm bu isimlere, hakkaniyet gereği Mustafa Nihat Özön’ü de eklemek gerekir diye düşünüyorum. Remzi Kitabevi onun danışmanlığında önemli işler yaptı. Bazı açılardan Yaşar Nabi’ye örnek olduğu da söylenebilir. Bu konuyla ilgili ikinci bir sorum daha var: Dediğin gibi, editörlük hakkında çok az yayın var. Ama şaşırtıcı biçimde son 20-25 yılda önce yaratıcı yazarlık kursları, ardından da editörlük kursları peş peşe açıldı, açılıyor. Bu kursları usta-çırak ilişkisinin bir devamı olarak mı görmek, yoksa editörlük mesleğinin kurumsallaşmanın bir aşaması mı saymak gerekir?

Haklısın, Özön’ün Remzi’de yaptıklarını da unutmamalıyız. Az önce atladığım Vedat Günyol’un Orhan Burian’ın mirasını sürdürdüğü, Selim İleri ve Ferhan Şensoy gibi adların ilk öykülerini yayınladığı Yeni Ufuklar dergisiyle Çan Yayınları’nı da. Soru biçimine büründürdüğün her iki saptamanda da geçerlilik payı var. Yine de ben bu atölye-kursları daha çok plansız eğitim politikamızla yarattığımız kişinin eğitimini gördüğü alanda arzu ettiği işi bulamamasının ekonomik krizle kalıcılaşmasına bağlıyor ve hayatı daha anlamlı (bir işle) sürdürme ihtiyacına dair bir seçenek umudu oluşturduğunu düşünüyorum.
Kitapların Yolculuğu edebiyat sosyolojisi çalışanların da bir hayli işine yarayacak bir kitap, özellikle verdiği rakamlar ve istatiksel analizleri açısından. Edebiyat sosyolojisi çalışabilmek için rakamlara ihtiyaç var ama çoğu zaman rakamlara ulaşamıyoruz. Sen bazı yerlerde küçük anketler yaptığını söyleyerek de birtakım rakamlar veriyorsun ya da mesela yayın dünyasının içinden biri olarak bir yayınevinin sosyal medya için kaç kişi çalıştırdığı bilgisine ulaşabiliyorsun. Bunun dışında Yayıncılar Birliği’nin ya da birtakım çalışmaların sunduğu rakamları da aktarıyor, hatta bazı argümanlarını bunlar üzerine kuruyorsun. Dediğim gibi, bunlar çok kıymetli bilgiler ama bir yandan da bazı bilgilere (s. 154, çevirilerin yayıncılıktaki oranı) ulaşılamıyor. Bu nedenle ulaşabildiğimiz rakamları analiz ederken hayli dikkatli olmak gerekiyor. “Editörlüğün” sosyolojisi açısından rakamları kullanan biri olarak, rakamları ulaşabilme ve özellikle analiz sırasındaki muhtemel tehlikelerden sakınma konusunda ne söyleyebilirsin?
Belirttiğin gibi, geçmişe ya da bugüne dair ulaşılabilir kaynaklardaki her tür veriyi, elbette kaynağını belirterek, özellikle yorumlama gerektirdiğinde bizzat sağlamasını yaparak kullandım. Bulamadığımda da yorumlarımı kişisel gözlem ve mini anket gibi yollarla desteklemeye çalıştım. Ayrıca, sözgelimi Metis Çeviri’nin 1992 Yaz/Güz tarihli 20/21. son sayısında yayınlanan Şükran Olcay imzalı yazıda (s. 148-150) 1982-1991 on yılına ait oranların (edebiyatta telif % 51,5, çeviri % 48,5) “Türkiye Yayıncılar Birliği’nin 1992 kataloğunda yer alan kitaplar temel al(ınarak)” hesaplandığını okuduğum için, günümüze dair bu eksikliği, belki Yayıncılar Birliği’nin önümüzdeki yıllarının raporlarına faydası olur diye özellikle yazdım. Çünkü işimizin bir bölümünün de meslek birliklerimizi, sektör kurumlarımızı bu ayrıntılı veriler hususunda yazarak ya da böyle söyleşerek motive etmek olduğuna inanıyorum. Nitekim, Yayıncılar Birliği de 2024 Mayısı’nda sitesinde yayınladığı 2023’e dair son raporunda önceki yılların verilerinde ayrı ayrı belirtilmeyen “yeni” ve “tekrar baskı” kitapları belirterek bence anlamlı bir adım attı. Zaten geçmişi ve bugünü yorumlamak ve geleceğe dair kestirimler de yapabilecek bir bilgi aktarımı, dolayısıyla gerçek anlamda bir endüstrileşme de bu tür ayrıntılı veriler olmadan sağlanır mı, bilemiyorum doğrusu.
Kitapta yayıncılık türlerini ele alırken genelde “İlk Beş Yayıncı”yı analiz etmeyi tercih etmişsin. Özellikle genel manzarayı görmek açısından ilk beşe bakmak hayli işlevsel ama Türkiye’de yayıncılık açısından “ilk beş”e bakmanın bazı alanları gölgede bıraktığı söylenebilir. Gittikçe sayıları azalıyor ama Türkiye’de “butik” denebilecek yayınevleri de yayıncılık tarihi ve pratiği açısından dikkate değer. Sadece tek bir yazarı yayımlayan küçük yayınevlerinden, belli bir alanda uzmanlaşmış “küçük yayıncı”lardan söz ediyorsun ama bir de Türkiye’de ciddi bir “edebiyatçı/yazar yayıncı” geleneği var. Ama kitapta bu geleneğe ayrı bir başlık açmamışsın, ayrıca bugünkü örneklerine dair pek bir şey söylememişsin. “Ekmek parası” için yayıncılık ile “entelektüel heves” için yayıncılığın bugün konumu nedir, bir geleceği olabilir mi? Senin Kaf deneyiminin üzerinden 25 yıl geçti. Bugün o tür yayıncılık devam ettirilebilir mi?
Zor ama imkânsız değil. Sonuçta ben beceremedim ama sadece 1980 sonrasına baksak bile, gerek Erdal Öz’ün 1981’de kurduğu Can, gerekse Müge Gürsoy Sökmen-Semih Sökmen’in Metis’i gibi o günden bugüne yayıncılığımızın bu yıldız yayınevlerinin başlangıçları da tanımladığın gibi değil miydi? Sezai Karakoç’un Diriliş’i, kurucusunun eserleri şimdilerde Ketebe’ye geçen Nuri Pakdil’in Edebiyat Dergisi Yayınları ya da Mıgırdiç Margosyan ve arkadaşlarının 1993’te kurduğu Aras’ı da bunlara katabiliriz. Ya da 2010 ve sonrasının Siren, Jaguar, Alakarga, Kolektif Kitap, Alef, Holden Kitap, Yedi Yayınları, Yedinci Kat, artık Sia’nın satın aldığı MonoKL, önce Dedalus, sonra Epona ya da Livera gibi adlarını da… Sayarken değindiğim tüm “kader farklılıklarıyla” bu tür yayıncılar da neyse ki hep olacak hayatımızda.
İnternet sonrasında hayatımızda pek çok şey gibi yayıncılık da köklü biçimde değişiyor. Kitapta özellikle yapay zekâ çevirisi, dağıtım koşullarının değişimi ve tanıtım kurumunun dönüşümü açısından bilgiler veriyorsun. Tüm bunların editörlük kurumunu da dönüştüreceği açık, hatta dönüştürmeye başladı bile. Sen kitabında yer vermemişsin ama yapay zekânın “yazdığı” editoryal metinlerle karşılaşıyoruz. Arka kapak yazılarında bunun açık biçimde sezildiği örnekler var artık. Editörlük açısından yapay zekânın gelmesiyle birlikte senin karşılaştığın yeni “durumlar” var mı? Yapay zekâyla birlikte editörlük zanaatında ne tür dönüşümler öngörüyorsun?

İlk değişiklikler kitapta da örneklemeye çalıştığım gibi (s. 116-117) çeviri alanında ve kimi görece kısa metin yazımlarında görülüyor. Çevirmenlerin özellikle üslup içermeyen edebiyat dışı metinlerin çevirileri söz konusu olduğunda Yapay Zekâ tabanlı program ve uygulamalardan yararlanmaları tıpkı bir sözlüğe ya da başkaca kaynaklara başvurmaları gibi bir şey epeydir. Bütünüyle böyle çevrilmiş metinler ise herhalde yayıncısının çevirmeni sadece bir “maliyet unsuru” olarak görüp devre dışı bırakmaya ve tüm işi “çeviri editörü”ne yüklemeye çalıştığı durumlarda söz konusu olabilir.
Edebiyat, yani yazarın alamet-i farikası olan üslup ve özelliklerin temel belirleyici olduğu roman, hatırat gibi uzun metinler ise, tıpkı müzikteki icracı farklılıkları gibi, çevirmenin o yazara, dile ve hayata dair deneyimiyle harmanlanacağı için en azından şimdilik pek olası görünmüyor bana. Yine de Deep Blue’nun Kasparov’u satrançta yendiği 1997’den sonra, aynı sayfada örneklediğim Roald Dahl’ın 70 yıl önceki öyküsünde olduğu gibi, bir roman bütünüyle Yapay Zekâ ile yazılabilir mi diye soruyorsan, sana bir editör olarak ancak “metni görelim” ya da “metni görmeden bir şey diyemem” diye cevap verebilirim.
Kitabın son bölümünde tanıtım, pazarlama ve satıştan söz ediyorsun. Yayıncılığın en köklü dönüşümünü bu alanda görüyoruz sanırım. Geleneksel satış biçimleri ve tanıtma araçları ortadan kalkıyor. Kitabevinin yerini internet satışı, kitap tanıtma dergilerinin yerini sosyal medya alıyor. Sosyal medyadan tanıtımın konvansiyonel tanıtımdan en büyük farkı sanırım hızı. Eskiden kitap tanıtım dergileri haftalık ya da aylık çıkarken şimdi her gün “içerik sağlamak” gerekiyor, herhangi bir tanıtım yazısının “raf ömrü” birkaç saatle sınırlı (“repost”la bu ömür uzatılmaya çalışılıyor). Buna bağlı olarak bu doymayan mecranın sürekli beslenmesi, yeni kitapların yayınlanması gerekiyor. Editör bir yandan eskiye nazaran çok daha hızlı iş yetiştirmek, diğer yandan da bu hiç doymayan mecrayı beslemek zorunda kalıyor. Bu hıza yetişecek bir editörlük kurumu belki ticari anlamda faydalı olabilir ama zanaat açısından ne türden kusurların oluşmasına zemin hazırlıyor? Senin yetiştiğin ortamı yaratan konvansiyonel editörlüğün bir geleceği var mı?
Sanırım bir Çin atasözüdür: “Çabuk olmasını istiyorsan kötü olmasını istiyorsun demektir.” Yayıncılığımızın, dolayısıyla editörün hep daha fazla kitap başlığına ve buna bağlı olarak daha yüksek hıza mecburiyetiyle sebepleri yine kitapta (s. 123 ve sonrası) belirtmeye çalıştığım üzere sadece günümüze özgü değil. 12 Eylül 1980 sonrasından bugüne kalıcılaşan bir durum ve elbette bu hız iyi yayınevlerinde bile kimi metinlerde kimi pürüzlerin kalmasına yol açabiliyor. Yine de bunun çözümü, kitapta örneklediğim doğrultuda yayın listelerinde mümkün mertebe çok sayıda “uzun satar” barındıran ve tüm kitaplarını bir zanaatçı titizliğiyle hazırlayan yayınevlerinde bence.
Günümüzün hızı ve senin açıklayıcı tabirinle “doymazlığı” ise sosyal medyada, mecralarda tanıtıma malzeme sağlamakla ilgili gibi geliyor bana. Bu da yayınevlerinde bu görevlerde çalışacak kişilerin okurluğa dair donanımı ve kitapların editör, yazar, çevirmenleriyle birlikte çalışabilme becerisine bağlı. Ama bunlar da, yine senin tabirinle söylersem, “konvansiyonel dönem”deki iyi bir tanıtım elemanında da olması gereken özellikler. Editörün bu mecralara malzeme sağlaması da, öncesinde kendisinden istenen, beklenen, sorumluluğunda olan “arka kapak yazısı”, “tanıtım bülteni”, “yayınevi mağazasında o kitaba dair editör notu/tavsiyesi etiketi”nin çeşitlenmişi ya da yeni mecraların gerekliliklerine uyarlanmışı. Yani temelde II. Dünya Savaşı sonrası döneminin hızlanan, zamanı azalan dünyasının, insanlarının “dikkatinin çekilmesi”nden özde o denli farklı değil bence.
Son sorum da, 2023’te yayımlanan Azınlık romanınla ilgili. O romanda bir çeviri editörünün hayatını (tüm tarihsel uğrakları özenle işleyerek) yayıncılık tarihinin içinden anlatmıştın. Şahsen ben o romanın yayıncılık ya da editörlük atölyelerinde “ders kitabı” olarak okutulabileceğini düşünüyorum. Editörlük yapmaya bu kadar çok heveslinin olduğu bir ortamda o kitap sanırım biraz görmezden gelindi, hak ettiği ilgiyi görmedi. Bunun nedeni kurmaca olması mı diye merak ediyorum. Kitapların Yolculuğu henüz taze bir kitap ama Azınlık’tan daha çok göründü gibi geliyor bana. Aslında kurmacayı okumak daha kolaydır deriz ama sanırım editörlük konusunda mesleki kitap kurmacadan daha çok ilgi görüyor. Senin bu konuda gözlemin nedir; yanılıyor muyum, Azınlık da fark edildi mi yoksa?
Öncelikle Azınlık için söylediklerinden dolayı tekrar teşekkür edeyim. “Tekrar”, çünkü sen 2023’ün “bence yılın kitabı” olarak K24’te Azınlık’a dair bir yazı yazdın da.
Azınlık, “1.500 basmak daha doğru olur” desem de, Doğan Kitap romanları 2.000 bastığı için biraz da bile bile öyle basıldı ve geçenlerde aldığım rakamlara göre yaklaşık iki yıl içinde yarısından bir tık fazla sattı. Kitapların Yolculuğu ise Azınlık tecrübesiyle 1.500 basıldı. Tüyap Kitap Fuarı sonrası, Kasım ortasında satışa çıktı ve yine yayınevinden aldığım rakamlara göre Ocak sonuna dek, yani iki buçuk ayda % 40’ını sattı (Kitapyurdu’nda ise Azınlık 69, Kitapların Yolculuğu 116 satışta 25 Şubat itibariyle).
Bu rakamlar, belki başlığı ve uzun alt başlığının vurguladığı “başvuru” özelliğiyle Kitapların Yolculuğu’nun, hakkında böylesi söyleşiler dışında bir değerlendirme yazısı yayınlanmasa da, en azından konuyla ilgilenenlerce daha fazla fark edildiği ya da edilmekte olduğunu gösteriyor sanırım. Azınlık ise her yıl en çok başlığın yayınlandığı “roman” türünden bir ürün ve yine en azından adıyla doğrudan yayın dünyasına-editörlüğe değil, “kim”liğe, sosyolojiye atıf yapıyor gibi duruyor. Her ne kadar romanda “azınlık” kavramını daha geniş çerçevede ele almaya çalışmış olsam ve romana dair daha fazla yazılsa da, belki bu sebeplerle biraz daha gölgede kalmış olabilir.