Yıkıntı edebiyatı:
Aileyi niçin yok etmeliyiz?
“Böll’e göre 'edebiyatta söz konusu olan eve döndüğümüzde karşımızda bulduklarımızdır.' Fakat yıkıntılar arasında dolaşmak zorunda kalanlar için ev neresidir ya da nedir?”
Berlin, Brandenburg kapısı. 1939 ve 1945'te.
“Edebiyatla acı arasında ne kadar mesafe var?” [1]
Eski bir sözdür: “Kodamanların yenilgisi başka, aşağıdakilerin yenilgisi başka olur.” Bertolt Brecht, cephe gerisinde savaş meydanlarını dolaşarak hemen her şeyin ticaretini yapan yaşlı kadına söyletir bu sözü, o kısacık ama etkili yapıtı Cesaret Ana ve Çocukları’nda. Brecht, konusu 17. yüzyılda, Otuz Yıl Savaşları sırasında geçen bu oyunu –2. Dünya Savaşı’nın ayak sesleri daha yeni yeni duyulurken– 1938-39’da yazdı.
Vicdanların isyan etmesinden korkulmayan zamanlarda, dehşet hızla insanlığın üzerine çökerken Nazizm tüm Avrupa’yı işgal etti; milyonlarca insan katledildi. Takvimler 1945’i gösterirken, savaş müttefiklerin galibiyeti ile sona erdiğinde “yok edilmesi gereken müptezel halkın”[2] ismi artık Yahudi değil Almandı. Açıkçası bıkkınlık verecek ölçüde bilinen bir husus bu; üzerine binlerce yazı yazılan, araştırma yapılan, ancak yine de hep karanlık bir tarafı kalan soykırım kampları, faşizmin insanlık onurunu ezen uygulamalarıyla sonrasında yaşanan bombardımanın hak edilmiş bir cezalandırma olup olmadığı üzerine derin sorgulamalar… Ardından gelen vicdani ya da daha doğru tabirle vicdansız sessizlik, olan oldunun yaralayıcı kabulü, molozları kaldırmanın ve hayata kaldığı yerden değilse de olduğu yerden devam etmenin mecburiyetiyle tarihin hep aynı dehşetengiz suskunlukla tekerrür etmesine rağmen birkaç yazı işçisinin bu suskunluğu delmeye cüret eden eserlerinden adını alan yıkıntı edebiyatı… Edebiyatla acı arasındaki mesafenin tam ortasında.
Yıkıntı edebiyatının usta kalemlerinden W. G. Sebald, hava saldırılarının sonuçlarını ve Alman halkı üzerinde yarattığı sarsıntıyı incelediği benzersiz yapıtı Hava Savaşı ve Edebiyat’ta, Almanların –sanki sessizce varılmış bir mutabakatla– savaş yılları ve Almanya’nın hava bombardımanındaki kayıpları hakkında ketum davrandıklarını belirtir. Almanlar bu facia karşısında suskun ve büyülenmişçesine kalakalmışlardır. Facia hem politikacıların hem de sivillerin unutmayı tercih etiği bir konu olmuştur. Sebald tarihte benzeri görülmemiş hava operasyonunun ve sonuçlarının edebiyatta çok sınırlı biçimde yer aldığını dile getirir ve söz konusu suskunluğun sebeplerini irdeler yapıtında.
Stig Dagerman ise Alman Sonbaharı’nda, yıkıntılar arasında dolaşırken, kalemini acıya batıracak cesareti arayan bir kadının yazmak istediği roman için şöyle der: “Korkunç bir epizot ama bir romana yetmez… Bu pis bir acı, iğrenç, basit, bu nedenle ne konuşulmalı ne de yazılmalı… Acı ancak anıya dönüştüğünde yazılabilir.” (s. 135)
Anıya dönüşmesini beklemeden kalemini acıya batırma cesareti gösteren Heinrich Böll, savaşın dehşetli yıkımının sıradan bireyler üzerinde yarattığı sarsıntıyı ve incinmeyi en iyi yansıtan Alman yazarların başında gelir. Böll’e göre “edebiyatta söz konusu olan eve döndüğümüzde karşımızda bulduklarımızdır”. Fakat yıkıntılar arasında dolaşmak zorunda kalanlar için ev neresidir ya da nedir? Sebald yazarın eve dönmek mecburiyetinde kalan kahramanları için isabetli bir değerlendirme yapıyor ve “aradan onlarca yıl geçtikten sonra bile Böll’ün kahramanlarının birçoğunda doğru dürüst bir yaşama arzusu görülmemesi manidardır” diyor. (s. 44) Yaşama arzusunu yıkıntılar arasında kaybolan evine dönmeye çalışırken yitiren kahramanların yazarı o…
Heinrich Böll’ün susmayan melekleri
Her ne kadar metafordan uzak, sade ve gerçekçi bir üslupla yazmış olsa da, Heinrich Böll toplumu ele alırken kuzular ve mandalar metaforuna başvurur. Yazarın bu etkileyici benzetmesinin zihnimizde derin bir iz bırakmasının sebebi, oldukça gerçekçi – fazlasıyla gerçekçi olması zannediyorum. Jean Améry’nin “Her metafor malzemesini daima anlaşılabilir bir gerçeklikten alır”[3] ifadesini hatırlayacak olursak, Böll’ün kuzuları ve mandaları da Améry’nin işaret ettiği o anlaşılabilir gerçeklikten doğuyor. Öyle ki, Böll mandalar olarak adlandırdığı yukarıdakilerin yani tuzu kuruların çağın en dehşetli günlerinde dahi hiç yitirmedikleri refah düzeyiyle aşağıdaki kuzuların yıkıntılar üzerinde devam etmek zorunda kalan hayatları arasında dile gelen bir insanlık vicdanı.
Kendisini de –belki hepimiz gibi– aşağıdakiler sınıfında gören Böll, çağdaşı pek çok yazarın aksine, suçun kolektif olmadığından hareketle, aşağıdakilerin masumiyeti üzerine kurguladığı eserlerinde savaşa, daima savaşa ve yıkıntıya odaklanır. (Bir Auschwitz mağduru olan Hans Meyer ise –sonradan adını Jean Améry olarak değiştirir– 20 yıllık suskunluğun ardından yazdığı Suç ve Kefaretin Ötesinde’de Böll’den farklı olarak suçun kolektif olduğunda ısrar eder.) Savaşın ve yarattığı enkazın gerçekliğiyle yüzleşme cesareti gösteren ender yazarlardan biri olan Böll, her dönemine müdahil olduğu yıkımın gerçekliği karşısında belki de eve dönmenin yolunu edebiyat ile bulanlardandı. “Müdahil olmak gerçekçi kalmanın tek yoludur” diyen Böll için, Agamben’den mülhem, kalemini loş olanın hokkasına batıran, kendi gerçekliğinin karanlıktan mürekkep tarafını yazan ve aynı zamanda o gerçeğe müdahil de olan bir yazardı dersek abartmış olmayız.
Gerçekliği anlatma iddiasında olan yazı işçisinin, anlatmak kadar gerçeğe yön vermek yoluyla onu değiştirme arzusu duyması da gerekmez mi? Nitekim Karl Marx’ın o meşhur söyleminde ifade ettiği gibi, dünyayı yorumlamakla yetinmeyerek onu değiştirmek, molozların altında kalan insanlık onurunu görmezden gelmemek ve geçmişi unutmamak; Böll’ün asıl meselesi de budur. Onun vicdani tavrından hiç sapmadan, yalın, sakin ve ironi yüklü üslubundan süzülen anlatıların başında, ikiyüzlü toplum eleştirisi, Katolik kilisesi özelinde din ve dindarlığın çürüttüğü insani değerler ve aile mefhumu gelir. Yazar için aile kavramı çok önemli olmasına ve kendisini romancı bir Katolik olarak adlandırmasına rağmen, Heinrich Böll, Palyaço’da ironiden daha keskin ve acımasız bir sarkazm ile Katolik kilisesini ve aileyi –neredeyse– ortadan kaldırmak istercesine eleştirir. Peki niçin?
Palyaço’da söz konusu edilen, yazarın hemen her eserinde hicvettiği başat tiplerden çıkarcı, ikiyüzlü ve yanardöner ailedir. Anlatılması, gerçekliğiyle yüzleşilmesi gereken bu aile tipinin yok edilmesi hususunda Karl Marx, Komünist Manifesto’da “Ailenin ortadan kaldırılması! Bugünkü aile, burjuva ailesi neye dayanıyor? Sermayeye, özel kazanca. Bu aile tam olarak gelişmiş biçimiyle burjuvazi için vardır[4]” diyor. Palyaço’nun kahramanı Hans Schnier’in ailesi de Marx’ın sözünü ettiği bu sermayeye dayalı; alt tabakadakilerin enkazı üzerinde semiren, her dönemin kazananı burjuva ailesinin tipik örneğidir. Bu varlıklı ailenin açlıkla terbiye edilen çocuğu Hans, ailesinin sahip olduğu sermayeyi çocuklarını doyurmak için değil, ikiyüzlü bir düzenin devamını sağlamak için kullandığını anladığında ailesinden koparak başka bir yöne gitmek ister. Hans, çok sevdiği kız kardeşi Henriette’nin annesi tarafından savaşa gönderilmesini, “vatan uğruna” öldürülmesinin acısını ve öfkesini hiçbir zaman atlatamaz. “Merhameti bile gerçek olmayan bir kadın”[5] olarak resmedilen anne cimriliği, aptallığı, cahilliği, görgüsüzlüğü, en çok da Nazi destekçisi olması nedeniyle oğlunun gözünde yok hükmündedir. Hitler döneminde Nazi taraftarı herkesi evinde ağırlaması, savaş sonrasında ise aynı kişilerin sanki bu cürmü işlememişçesine bir duyarsızlıkla geçmişi yok saymaları ve yine evlerinin salonunda başköşeyi almaya devam etmeleri Hans’ı annesine karşı öfkeyle doldurur. Ahizenin ucundan, insanların, nesnelerin, hatta durumların bile kokusunu alabilen Hans, annesi söz konusu olduğunda, “hiçbir şey kokmuyordu, her zamanki gibi” (s. 39) der. Güven veren anne kokusundan mahrum bir çocuğun serzenişiyle… Babasından bahsederken ise daha ılımlı davranan Hans Schnier, babasının aslında iyi bir adam olduğunu, ancak annesiyle evlenmiş olmasının onu mahvettiğini düşünür.
Böll’den Bernhard’a ailenin yıkımı
Heinrich Böll’den çok farklı bir bakışa ve üsluba sahip Avusturyalı yazar Thomas Bernhard da Yok Etme romanında mezkûr aile tipini bütün çıplaklığıyla teşhir eder. Savaş sonrası edebiyatında faşizm artığı hayat tarzını hicvederek gerçeklerle yüzleşme cesareti gösteren bu iki roman, şaşırtıcı benzerlikleriyle dönemin ve –günümüze de uzanan– kabul edilemez siyasi koşulların anlaşılması açısından son derece önemlidir. Her iki romanın kahramanı da karanlık iktidar düzeninin temsilcisi olarak gördükleri ailelerini kıyasıya eleştirir. Öyle ki, Bernhard bu eleştiriyi her zamanki saldırgan ve yıkıcı üslubuyla yok etmeye vardırır. Böll’ün kahramanı ise Sebald’ın da belirttiği üzere yaşama arzusundan yoksun olduğundan, hedefindeki aileyle birlikte kendisi de yok oluşa sürüklenir. Yok Etme’nin kahramanı Franz Joseph Murau, Palyaço’dan farklı olarak hınç ve tiksintiyle doludur ve nispeten güçlü bir varoluşa sahiptir. Yazar romana mekân olarak seçtiği Wolfsegg’i bir anlamda bütün kötülüklerin temerküz ettiği bir yer olarak resmeder. Hans Höller’in belirttiği gibi, “bulunduğu yerde öldürülmesi gereken canavarları yani kurtları hatırlatan Wolfsegg”[6] Murau’nun yıkmak istediği kökeninin sembolüdür. “Wolfsegg’le ilgili her şeyden nefret ediyordum, çünkü orada ailenin ekonomik çıkarı söz konusuydu, başkaca bir şey değil. Varoluşundan ve ailemin sahip oluşundan bu yana Wolfsegg’de ekonomiklik ve üretim birimlerinden zamanla nasıl daha fazla gelir elde edileceği dışında bir şey düşünülmedi... Mülklerini sonuna kadar sömürmekten başka bir şey yoktu kafalarında.”[7] diye çıkışır Joseph Murau. Marx’ın Manifesto’da yok edilmesi gerekir dediği, Murau’nun da nefretle bahsettiği aile sermayesini Roma’da üst düzey bir yaşantı sürerek kullanması aslında onun tutumunu ikircikli hale getiriyor. Palyaço’nun kahramanı Hans Schnier ise dilenme safhasına vardığı halde bu sermayeden nemalanamaz.
Franz Murau, George amcası sayesinde ailesinin gerçekliğiyle yüzleşir ve salt anne babasından değil, abisi ve iki kız kardeşinden de nefret eder. Öyle ki, annesinin birer kopyası olarak gördüğü ve aynı fesatlığı taşıdıklarına inandığı Caecilia ile Amalia’nın en zor günlerinde dahi onlara el uzatmaktan kaçınır. Murau nefret ettiği ailesini yok etmekte o kadar ileri gider ki, anne babasını şeytani bir çift olarak nitelendirir. Wolfsegg’i ve ailesine olan hıncını kusacağı bir eser tasarlayan Murau, bunu öğrencisi Gambetti’ye anlatırken, “Bu anlatıda gerçekten de her şeyi yok ediyorum, her şeyi; bu anlatıda yazdığım her şey yok edilecek, ailemin tümü onda yok edilecek, onların zamanı yok edilecek; benim anlatımda, Wolfsegg yazımda benim tarzımla yok edilecek Gambetti” (s. 124) der. Murau söz konusu bu yok etmenin neyi kapsadığını bıkıp usanmadan tekrar eder. Bernhard’ın hedefindeki Wolfsegg’e karşılık Böll öfkesinin merkezi olarak Almanya’nın siyasi ve ticari yaşamında önemli bir yeri olan Bonn kentini seçer. Palyaço’nun Hans’ı yoksulluk içinde kıvranırken ve ailesinden gelecek 1 Mark’a bile muhtaçken Bernhard’ınki kadar güçlü bir nefret beslemez. Nikâhsız olmalarına rağmen eşi olarak benimsediği Marie’nin Katolik çevre tarafından elinden alınmasına öfke duysa da, Katolik bir din adamı olmayı seçen kardeşi Leo’ya karşı bitimsiz bir sevgi hisseder. Daha çocuk yaşta okulu Naziler tarafından bombalanan, yaşamı Nazi baskısı nedeniyle darmadağın olan Bernhard’ın kişisel hesaplaşması ve nefretine karşılık Böll’ün evrensel insani değerleri ve vicdani yaklaşımı iki yazarın farklı tutumlarda konumlandıklarına işaret ediyor.
İki romanda da söz konusu edilen aileler Hitler döneminde rejim destekçisi olarak varlıklarına varlık katar, savaş sonrasında ise Nazi döneminin karanlık ve insanlık dışı tavrını göz ardı ederek saltanatlı yaşamlarını sürdürür. Hans Schnier’in ve Franz Joseph Murau’nun aykırı dünya görüşüne sahip birer birey olarak toplumu ve Katolik çevreyi eleştirmeleri anlaşılabilir, fakat kan bağıyla bağlı oldukları ailelerini o toplumun prototipi olarak görüp yok etme girişiminde bulunmaları manidar bir çabadır. Almanları ve Almancayı nefretle eleştiren Nazi mağduru Bernhard’ın öfkesi kendisinden beklenebilir, ancak “Ben bir Almanım, tek geçerli pasaportum yazdığım dildir” diyerek vatanseverliğini teyit eden Böll’ün aile konusundaki bu tavrı ayrıca dikkate değerdir.
Tabu perdelerini yırtmak
W. G. Sebald andığım yapıtında edebiyatın hangi şeklinin vazgeçilmez olduğu üzerine düşünürken, “mahvedilmiş bir dünyanın yıkıntılarından estetik ya da sözüm ona estetik efektler üretmek de edebiyatın kendi varlık nedenini yok edeceği bir yöntem olurdu” (s. 60) der. Heinrich Böll ve Thomas Bernhard “maddi ve manevi yıkımın üzerine örtülen tabu perdesini yıkan” yazarlar olarak bugünün okuruna hakikatte ne ifade ediyor?
Hem Böll hem de Bernhard hicvetmek istedikleri konuları abartarak ve sıkça tekrar ederek yapıtlarının leitmotif’ini ortaya koyarken, aslında anlatılarının dış gerçekliğinde bugün de sürüp giden şiddetin, ikiyüzlülüğün ve ruhsal-fiziksel yıkıma uğrayanların sözcülüğünü üstlenir. Onları yaşadıkları çağın dışına taşıran, zamansız ve evrensel kılanın bu tutum ve üslupları olduğunu söylemek pekâlâ mümkündür. Böll anlatılarında savaştan ve savaşın getirdiği yıkımdan kopamadığı için dönemin edebiyat çevreleri tarafından sıkça eleştirilmişti. Normalleşmek, geçmişe sünger çekmek anlayışında olan distance ilkesine ayak uydurmayarak ayrıksı ve insani tutumunu sürdürmesi, bugünün kabul edilemez koşullarına direnen okurunun düşün dünyasına ve vicdanına seslenmesine de olanak verir. Bernhard ise geçmişin yaralarını taşıyan ve benliğini bulma mutsuzluğuyla malul olan okurun öfkesine seslenir.
Bernhard’ın “aile” kavramıyla sorunu sadece toplumsal olanla sınırlı değildir elbette. Evlilik dışı bir ilişkiden, babasız bir çocuk olarak dünyaya gelen Bernhard bebek yaşta annesinin kendisini terk ettiğini anımsar. Bir süre üvey babanın olduğu aile ortamında yaşasa da, çocukluğu büyükanne ve büyükbabasıyla geçer. Ailesizlik, çocukluk onun neredeyse tüm yapıtlarında bir mesele olarak karşımıza çıkar. Yazar sadece çocuk dünyaya getiren ve onlara gerektiği gibi ebeveynlik yapmayan aileleri şiddetle eleştirir. Örneğin, Eski Ustalar’ın anne babasından tiksinen kahramanı Rager’e, “Ana babamın kulağı vardı ama hiçbir şey duymuyorlardı, gözleri vardı, ama hiçbir şey görmüyorlardı, mutlaka kalpleri vardı ama hiçbir şey hissetmiyorlardı. İşte ben bu soğukta büyüdüm…” dedirtir. “Benim çocukluğum cehennemdi” der Rager, “Çocukluktan kurtulmak cehennemden kurtulmuş olmaktan başka bir şey değildir. Mutlu bir çocukluğun olduğunu söylemek ve bu arada ana babayı korumak, toplumsal siyasal bir sahtekârlıktan başka bir şey değildir.” (s. 54-56) Benzer cümleleri hemen her eserinde tekrar eder Bernhard. Onun tüm yapıtlarında yinelenir bu çocukluk cehennemi. Holler bu durumu şöyle açıklar: “Sıklıkla kâbusvari köken problemi ‘kendi benliği’nin talihsizliğini yazmaktan sorumlu olan kötü anneyle alakalıdır. Kendi hikâyesinden kurtulmak ancak ‘ben’inin yıkılması pahasına mümkündür ve bu da ilk felaketten evvelki duruma dönmekle mümkündür: bir gün insan ümidini kaybederse, en başında ümidini kaybederse geri dönemez, öğrendiği dil, tüm sanatlar ve her şey yalnızca bir fikirden ibaret olur, insan yeniden geri döndüğünde.” (s. 45-46) Bernhard, Yok Etme’de işte bu yıkımı gerçekleştirir.
Almanya’nın vicdanı kabul edilen Böll de, Avusturya’nın ayrıksı ve öfkeli yazarı Bernhard da uzun birer monolog biçiminde kaleme aldıkları anlatılarında, vicdanı ve iç sesiyle baş başa bırakarak, okuru kendi zamanının gerçekliğiyle ve aile kavramıyla yüzleşmeye zorlar. Onları bu çalışmanın konusu haline getiren de müdahil oldukları dönemin yıkımına olduğu kadar bugün bizi içine çeken şiddet, baskı ve “soğuk” evlerin yarattığı incinme karşısında edebiyatın nerede durması ve nasıl anlaşılması gerektiği hususunda yol gösterici olmalarıdır.
Peki, bugünün yazan bireyleri olarak bizler, edebiyatın vazgeçilmez olan biçimini nasıl inşa etmeli ve edebiyatla acı arasındaki mesafeyi nasıl katetmeliyiz? Molozların üzerine tırmanmalı ve enkazımıza yukarıdan mı bakmalıyız, yoksa yağmur sularıyla dolu bodrumlarda mı aramalıyız hiç değişmeyen o yıkıcı gerçeği? “On dokuzuncu yüzyıldan nefret etmeden evvel hele bir yirminci yüzyılın sonunu bekleyin” (s. 193) diyen Böll’e, 21. yüzyılın ilk çeyreğinden hangi kifayetsiz kelimelerle cevap vermeliyiz? Şehirlerin açık toplama kampları haline geldiği, bebeklerin donarak can verdiği, bombardımanların görmezden gelinemediği, aksine canlı yayınlarda izlemenin birilerini keyiflendirdiği bir zamanda, ölümlerin bedava, ekmeğin suyun ve kitabın hayli pahalı olduğu bu düzene bizi de uyumlanmaya mecbur eden bir sistem içinden doğan edebiyatımız… İnsana dair olan her şeyi yok etme savaşının sürüp gittiği dünyamızla acı arasındaki mesafenin tam ortasında, işte burada…
NOTLAR
[1] Stig Dagerman, Alman Sonbaharı, çev. Ali Arda, Everest Yayınları, İstanbul, 2015, s. 125.
[2] W. G. Sebald, Hava Savaşı ve Edebiyat, çev. Hulki Demirel, Can Yayınları, İstanbul, 2016, s. 44.
[3] Jean Améry, Suç ve Kefaretin Ötesinde, çev. Cemal Ener, Metis Yayınları, İstanbul, 2015, s. 76.
[4] Karl Marx, Komünist Manifesto, çev. Nail Satlıgan, Yordam Kitap, İstanbul, 2016, s. 62.
[5] Heinrich Böll, Palyaço, çev. Ahmed Arpad, Can Yayınları, İstanbul, 2013, s. 54.
[6] Hans Höller, Thomas Bernhard, çev. Bünyamin Kasap, Şule Yayınları, İstanbul, 2012, s. 46.
[7] Thomas Bernhard, Yok Etme, çev. Sezer Duru, YKY İstanbul, 2016, s. 16.