Symposion: Dekaloğa giriş
“Symposion, hem diyaloğu kurup kurgulama biçimiyle hem de diyaloğa özel bir tema üstünden yeni bir dil bahşetmesiyle ayrılıyor, sıyrılıyor diğer diyaloglardan. Yeni bir tür diyalog, yeni bir tür diyalekt.”
Platon heykeli. Atina (kolaj)
Platon’un diyaloglarını dönemlere ayırma anlayışı (örneğin Frederick Copleston’un kallavi felsefe tarihinde yaptığı gibi) genellikle diyalogların mantıksal ve mitik karakterinin acemiliği ve gelişkinliği göz önünde bulundurularak yapılır ve aslına bakılırsa, ilk bakışta fazlasıyla anlaşılır görünür, en azından “meslekten” olmayan kimselere. Oysaki bu sınıflandırma fazla keyfi, hatta afakidir; zira Platon’un olup olmadığı tartışmalı diyalogların varlığı da hesaba katılacak olursa, diyalogların hangi kriterin baz alınmasıyla sınıflandırılabileceği, hatta sınıflandırılıp sınıflandırılamayacağı belirsizliğini korur. Ama yine de, bu çift taraflı, “anlaşılabilirlik” merkezli sınıflandırma, bu “zorluk sınıflandırma”sı, en başta diyalogların tek tip bir içeriği olduğunu, en azından bu içeriğin kendi içinde kademelere sahip bulunduğunu varsayar gibidir her şeye karşın. Ama aynı zamanda oryantasyonları da vardır tabii. İpuçlarını verdik: Mantıksal ve mitik karakter.
Platon’un diyaloglarının üslup açısından değiştiği kadar biçim, giderek yapı, dolayısıyla “janr” bakımdan da değiştiğini biliyoruz. Her ne kadar sıklıkla Platon’un “diyalog formu”nda yazdığı söylense de ve bu doğru olsa da, bu tespit ya da saptama bize diyaloğun bu külliyatta (23 “doğrulanmış” diyalog vardır) ne amaçla kullanıldığı hakkında pek bir şey söylemez, hatta gizliden gizliye, alttan alta bu amacın tek boyutlu olduğu iddiasını taşır. Platon diyalogla yazar diye düşünülür, çünkü bir “diyalektik düşünme”yi kitaplarının tasarımına zerk etmek, gömmek istemiştir; ilişkilenen “söz kuvvetleri” olacaktır ki, bu ilişki anda, hazırlıksız ve nakitabi bulunacaktır ki, hakikat, onu ortaya çıkaran yöntemle uyum arz etsin. Böylece hakikatin bir “arayış” olduğu onanacak, metinsel olarak resmedilecektir işte. Platon’da en azından iki kişi aranır hakikaten hep: “Birlikte düşünelim, soru ve cavapla, aşama aşama, hakikat yalnız bulunmaz.” Sokrates’in nezaketle karışık sebatı bundandır: Hakikati bulmak için “birlikte çalışmak” gerekliliği.
Bu gerçekten de böyledir; Platon’un “monolojik diyalog”ları olsa da, hiçbir diyalog bir ikincinin, “öteki”nin varlığı olmadan yazılmaz. Hatta çoğunlukla bu ötekinin adıdır diyaloğu adlandıran: Phaidros, Theaitetos, Parmenides… Ya da bir kesimdir, “ötekiler”dir: Sofist. Ama yine de, dairesel bir biçimde, bir yuvarlak masa toplantısını andıracak şekilde, birçok kişinin katılımıyla gerçekleştirilen diyaloglar da vardır: Kritias, Timaios. Ama bu sonuncularda diyaloğun varlık nedeni başkadır, ki bu da okuyucuyu Platon’u kademeli düşünmektense çeşitlemeci düşünmeye itiyor: İkinciye konuşmanın iki kipi. (Yasalar ve Devlet ve tabii ki Devlet Adamı, öte yandan, birer temayı ya da kavramı ele almaktansa, bunların her birinin sorgusunun mümkünlük koşulunu sağlamaları, özetle şehri ve onun yönetimini ele almaları vasfıyla, hiç kimsenin adıyla adlanmazlar; bir özel isme indirgenemeyecek kadar büyüktür içerikleri.)
Mantıksal ve mitik karakterli diyaloglar kendilerini sırasıyla konuşmanın öznesini faal ve edilgen olarak konumlandırarak dışavurur. Mantıksal diyaloglar soru ve cevapla ilerler ve her ne kadar Sokrates, Parmenides diyaloğu hariç, bütün bir diyaloğun bağlamını belirleyen ve onu yürüten figür olsa da, konuşulan her daim iş üstündedir; Sokrates sorar, o cevaplar; dolayısıyla, o ünlü “Seni takip edemedim Sokrates” deyişini hesaba katmazsak, asla afallamaz, Sokrates’in “hakikat yareni”dir hep. Mitik diyaloglarda ise söz konusu olan, mantıksal diyalogların aksine, konuşulanın “dinleyici” konumuna itilişidir: Kritias’ta Atlantis betimlemeleri bile dinleyicilerden daha fazla konuşur örneğin, sesleri daha çok duyulur ya da Timaios’ta neredeyse bir tür komplo teorisi gibi kavranabilecek olan kozmogoni blok halinde üstüne gelir okuyucu/dinleyicinin, içerdiği düşünceyi mit ile mantığın birbirinden ayırt edilemeyeceği bir düzeye vardırana dek. İlkinde diyalog bir hakikatin arayışını tanımlar, ikincisinde ise hakikat verilidir ve aktarımı sağlanır olsa olsa, mümkün en katıksız şekilde. Dolayısıyla ilki diyalojik diyalog, ikinci ise monolojik diyalogdur. Ve birbirlerini kademeler dışı bir bağlamda tamamlarlar. Ulaşmak ve ulaşılanı aktarmak üstünden işlevlenen bir şey olarak diyalog: Tüm zorluk ve kolaylığın ötesinde, derece ve kademelerin dışında, diyalogların işlevsel bir tanımı.
Bu bağlamda bilgiye dönük yaklaşımının ikilendiğini görürüz Platon’da. Erken, orta ve geç dönem Platon diyaloğu kategorizasyonunun diyalogların kavramsal tasarımının ve derinliğinin düzeyiyle söz konusu edildiğini anladık. Bunun spekülatif olup olmamasının da önemi yok, onu da anladık, zira diyaloglara bakışın bir halidir bu, yoksa “geçerli” ya da “geçersiz” bir hali değil, onu tanımlayan yaklaşımın gerçeklerle bağdaşıp bağdaşmamasıyla ilgili olarak. Dolayısıyla anlaşılması gereken, tekrarlarsak, diyalogların bilgisel, “bilgibilimsel”, diyelim ki epistemolojik yaklaşımının ikiliği: Arayış olarak diyalog, buluş olarak monolog.
Diyalojik diyalogların amacı, Platon’un fikriyatına uygun bir şekilde, diyaloğun konusu kılınan ve bulunabileceği addedilen ideanın özünün keşfidir. Parmenides’te bu varlık ya da birdi; Lysis’te dostluktu; Lakhes’te cesaretti. Platon’u “bağlayan” burada yalnızca bu kavramların “ideal tanımları”dır (ya da bu tanımlara götüren kavramsal bileşenlerin keşfidir). Örneğin Phaidros’ta söz konusu olan neyin güzel olduğu değil, güzel olanın ne olduğu, yani güzel sıfatına sahip olan ismin özü değil, sıfatın, niteliğin, dolayısıyla kavramın mahiyetidir. “Güzel olan” bu bağlamda sonlu değil sonsuz, bireysel değil evrensel şey olarak kavranır: Tanımlar o, dolayısıyla tanımlanmalı (bir şeyin güzelliğinden değil, güzelin kendisinden söz edileceğinin altını defalarca çizer Sokrates ve tam da bu yolla güzeli “duyulur olan”ın, doxa’nın diyarından azat eder). Ama bu her şeyden önce iki kişilik bir faaliyettir, çünkü şeylerin karşılıklı olarak birbirini tanımlayan diyalektik doğasından ötürü, o şeyin o şeyi tanımlayan kuvvetin formu üstünden tanımlanması şarttır: Diyalog kurularak şeyin hakikati aranır, çünkü şeyin hakikati en baştan ikilidir: güzel ve çirkin, cesaret ve korkaklık, dostluk ve düşmanlık… Platon’un büyük aksiyomu, ama aynı zamanda dehasının en nadide işareti bu detayda yatıyor: Varlığı, varlığın kurucu ilkesini yöntemin kılarak anla. Diyalektiğin (kimilerine despotik gelen) aksiyomu budur: Anlama, “tanımı gereği” diyalektiktir; hep “aracılığıyla”, öyleyse “üstünden”, kısacası “birlikte” anlanır. “Başka bir anlama şekli yok.”
Monolojik diyaloglar diğer taraftan anlamdan çok keşfetmeye gayret eden, mantık yürütmeden çok “hikâye yaratma” işlevini devreye sokan, diyaloğu da ancak alışkanlıktan, metinsel bir set oluşturmak için işleten diyaloglardır. Diyalojik diyalogda şu ya da bu ideaya dair bilgi sahibi olmak, onu keşfedilmeyi bekleyen bir bilgi olarak tanımlayan kuvvetin formalize edilmesiyle mümkündü, en azından teoride. Monolojik diyalogda ise bilgi neredeyse mantıksal bir kavramsallaştırmadan kaçacak seviyede soyut, ancak hikâyeleştirmeyle anlaşılması mümkün, insani kavranışı fabülasyonla mümkün ve olanaklı kılınmış, kurgusal olduğu kadar sonsuz bir palimpsesttir (ve bir parşomen misali uzar da uzar, tıpkı Alman romantiklerinin –ki birer Yunan hayranıydı her biri– blok metinleri gibi): Bilgi oradadır, “ona erilmiş”tir, ama onu anlamak için yorum gerekir. Semboller, metaforlar, alegoriler bütün bir metni kapladığında, onun tüm kapsamını belirlediğinde, okuyuculuk bir tür hermenötiğe dönüşür, ki hermanötikçileri en çok cezbeden Platoncu diyaloglarında bu ikinci karakterdeki, yani mitik diyaloglar olması da bundan. Analiz değil kataliz: Monolojik diyalogların kurgulanma ve alımlanma biçiminin varlık koşulu. Bilginin konuşmada değil dinlemede faal olmayla edinilebileceği, ama bu sefer gerçekten edinilebileceği (ya da en azından edinildiğinin düşünülebileceği) bir imkân sahası. “Bilgi burada, yeter ki iyi dinle onun serencamını.”
“EROS’UN ÖZÜNE DAİR FİKİRLERİN TARTIŞILDIĞI BİR DİYALOG SYMPOSİON. DOLAYISIYLA EROS’UN ŞEHVANİ KİPİNDEN (BEDENSEL) AŞKINSAL DİYEBİLECEĞİMİZ, ULVİ YA DA UHREVİ KİPİNE (TİNSEL) DEK TÜM KİPLERİNİ KATEDEN, KAVRAMIN İÇERİĞİNİ TÜRLÜ İÇERİMİYLE BİRLİKTE KATLAYAN, KATMANLANDIRAN BİR DİYALOG.”
Peki, monolojik ve diyalojik diyalogların ötesinde ne var? Var mı böyle bir şey? Ne hikmet bu soru? Diyalektiğin mutlak ikiliği yetmedi, onu bir üçlem düzeyine mi yükseltmeye çalışıyoruz yoksa? Bir Platoncu teslis mi oluşturacağız? Şöyle soralım ve hemen verelim cevabı: Platon kendi yönteminin kıskacında, hiçbir teslisi mümkün kılamayacak saltık bir ikilikte mi yazıyor ve düşünüyordu? Sanmıyoruz. “Bilginin konumu” söz konusu olduğunda, felsefecinin bilgiyle ilişkisi bahse açıldığında, Platon kendini bir kez ve mükemmel bir şekilde ele vermiştir: Theaitetos’un soruşturduğu idea, bilgi edinmeye çalıştığı şey bilginin kendisidir ve yalnızca bu diyalogda Platon, Sokrates’i bacakları giderek ısınan, diyalogdan neredeyse (bir video oyunu terimiyle) rage quit yapmak için yer ve an arayan ve en nihayetinde bilginin ne olduğuyla ilgili hiçbir fikre sahip olmadığı belli olan, bilgi ideasını bilginin limiti olarak alan, cahilliğini yalnızca sözde değil özde de, eylemde de görünür kılan bir figür olarak resmeder. Ama yine de, Symposion’a dek hiçbir metinde bu cahilliğin özüne dair bir söz söylemez. Ve bu, salt kendi başına yeni bir diyalog formunu açığa çıkarır: Dekalojik diyalog ya da dekalog.
Dekaloğun neliğine değinmeden evvel Symposion’un setini, sahnesini tanımlamakta yarar var: Her sempozyum gibi, birçok kişinin bir araya geldiği ve sırayla, belli bir tema etrafında fikir beyan ettiği bir etkinlik alanı. Sokrates buraya davet edilenlerden ve pek de istekli olmadan gelenlerden biri diyalogda; bu sefer “konuşacak biri”ni aramıyor yani. Tema ise aşk. Daha doğrusu eros. Eros’un özüne dair fikirlerin tartışıldığı bir diyalog Symposion. Dolayısıyla eros’un şehvani kipinden (bedensel) aşkınsal diyebileceğimiz, ulvi ya da uhrevi kipine (tinsel) dek tüm kiplerini kateden, ama bunu da adım adım ve figürden figüre yapan, kavramın içeriğini türlü içerimiyle birlikte katlayan, katmanlandıran bir diyalog. Ve tam da merkezine aldığı kavramdan mütevellit, diğer tüm diyaloglardan ayrılan bir tanesi de. Hem diyaloğu kurup kurgulama biçimiyle hem de diyaloğa özel bir tema üstünden yeni bir dil bahşetmesiyle ayrılıyor, sıyrılıyor diğer diyaloglardan. Yeni bir tür diyalog, yeni bir tür diyalekt.
Platon’un bu diyaloğu daha en başta diyalojik ve monolojik diyalogların bir sentezi gibi görünür; zira bu diyalog bize bir başka diyalog aracılığıyla aktarılır, dolayısıyla söz konusu diyaloğun kendisi aslında bir anlatıdır; “Sokrates ‘…’ dedi” denir özetle. Bu ilk katman, diyaloğun diyalog konusu olmasıyla ilgili olan, dilin kullanımını ve anlatısal konumunu ilgilendiren bir katman. İkinci katmanda diyaloğun kendisinin diyalog içindeki bir kırılma olması söz konusudur: Sempozyumdaki herkese çıkıp eros üzerine fikir beyan etme görevi atanır, dolayısıyla herkes bir tirat atar, ta ki Sokrates sahneye çıkana dek. En başta, herkes mitik işlevi erotik bir haleyle kaplar: Eros’un neliği paragraftan paragrafa ama her zaman anımsandığı kadarıyla (ilk katman) aktarılır. Sokrates’e söz sırası geldiğinde ise o karşısına başkalarını alıp monoloğu bir diyaloğa evriltir ama o da uzun süre bunu sürdüremez ve kendisiyle Diotima arasında geçen, eros temalı bir diyaloğu anımsar ve o diyaloğu aktarmaya başlar. Dolayısıyla ikinci katmanda aslında üçüncü katmandayızdır halihazırda: Hatırlayanın hatırasının hatırlanması. Mnemonik stratifikasyon.
“FELSEFE, PHİLOSOPHİA, ADI VE TANIMI GEREĞİ ‘BİLGİ SEVGİSİ’ DEMEKTİR, YOKSA BİLGİNİN KENDİSİ DEĞİL. ÖYLEYSE BİLGİDEN YOKSUNLUK, AMA BİR YANDAN DA BİLGİYE DUYULAN KESİF TUTKU FELSEFEYİ TANIMLAR; YANİ BİLGİYE DOYMUŞLUK DEĞİL ONA DOĞRULMUŞLUK…”
Sokrates neden diyalog kurmayı kesip bir başka diyaloğu anlatısallaştırır? Anar, anıştırır? Bunun kendi diyaloğundan önce gelen diyalogların, yani ilk iki diyaloğun işlevinin, konularının biçiminden ileri gelmesine benzer bir şekilde, diyaloğun konusuyla, kısacası eros’la ilgisi var. Symposion’da saptanan, sonrasında Lacancılar tarafından temellük edilmiş, DeleuzeoGuattariyenler tarafından da reddedilmiş bir erotik kuvvet olarak arzu tahlili vardır: Arzulanan eksik olandır ve eksik olan arzulanır. Örnekler çeşitlidir: Güçlü olan güçlü olmayı arzulamaz, sağlıklı olan sağlıklı olmayı, vesaire. Dolayısıyla arzu sahip olmamadan ileri gelir, haliyle. Ve arzulayan, dolayısıyla seven, öyleyse âşık olan bir mahrumiyet içerisindedir. Onun mahrumiyeti, bu mahrumiyetin bilinci, bunun içeride yaktığı ateştir onu “sevgili” yapan. Onu sevdiğine dönük (ve sevdiğini de ona dönük) olarak mahrem kılan. Bu açıdan mahrumiyet ve mahremiyet ilişkilidir: Arzulanan mahrum olunandır, arzulamak ise arzulananı mahrem, “arzulayan ile arzulanan” arasında kılar.
Peki, bunların diyalogla ilgisi ne? Sokrates eros ile bilgiyi birbiriyle niye bir araya getirir? Bu sorunun cevabını etimolojiye dayanarak ve kolaya kaçarak verebilirdik: Felsefe, philosophia, adı ve tanımı gereği “bilgi sevgisi” demektir, yoksa bilginin kendisi değil. Öyleyse bilgiden yoksunluk, ama bir yandan da bilgiye duyulan kesif tutku felsefeyi tanımlar; yani bilgiye doymuşluk değil ona doğrulmuşluk: Net bir anti-Hegelcilik (felsefeyi “bilgi sevgisi” olmaktan çıkarıp “bilmenin kendisi” kılmanın, öyleyse “bilim” haline getirmenin gerekliliğine ilk değinen Georg Wilhelm Friedrich Hegel’di, Tinin Görüngübilimi’nde). Peki, felsefenin bilgi sevgisi olduğu, teoride değil pratikte nasıl açıklığa kavuşturulacaktır? Bir diyalog aracılığıyla, “diyalog kurmak”tan vazgeçmeksizin felsefe nasıl icra edilebilir, özdüşünümsel bir şekilde?
Platon buna dekalogla cevap verir ve Sokrates’in diyaloğuna diyalog katarak, onun diyaloğunu katmanlayarak yaptığı şey de tam olarak budur: Onun anlatısı mitik işlevde olduğu gibi bir toplu anımsama ya da “durum serimleme” olsa da, bilgi mahiyeti taşımaz ve yine eros’un, sevginin, aşkın ne olduğunu cevaplamadığından, cevaplamaya uğraşmadığından, diyalog kurmaktansa diyalog üstüne diyalog kurduğundan mantıksal işlevi onun içinden çökertir, bombalar, iptal eder. Mantıksal ve mitik işlev ortadan kalktığında, yani bilgi edinme iddiası ile bilgiye sahiplik iddiası aynı anda devreden çıktığında, ilga olduğunda, ikisinin arasındaki bir konum ya da figür belirir ki bu filozoftur, Sokrates’tir ve olduğu şeyi en eksiksiz şekilde Symposion’da dışavurur: Bilgiyi seven kişi, onun dostu.
Dekalog basitçe şudur: Diyaloğun mantıksal ve mitik işlevinin ötesinde bulunan, daha ziyade bu ikisi arasındaki katmanları kaydeden diyalog biçimi; yeni bir tür diyalog işlevi. Bu diyalog tabii ki bir illüstrasyon ya da model olarak kalır ve doğruya doğru, ancak bir kez yazılabilirdi. Bunun nedeni, Sokrates’in Symposion’un konusu olan eros’tan konuşurken (ki başka bazı diyaloglarında da teğet geçer bu konuya), tam da bu konuşmayı ne diyaloğa ne de monoloğa ama ikisi arasında ya da dışında bir şeye evriltmek suretiyle hakiki bir filozof profili oluşturmasıdır esasen. Diyalog içindeki diyaloğundaki Diotima’nın ikiliklerin ötesinde düşünmeyi salık vermesi, tam da ikilik içinde, karşısına aldığı kişiyle ilişkisinde, diyalektik bir çevrime soktuğu eros’tan bahsederken aklına gelir Sokrates’in: Bir şey olmayan o şeyin tersi midir? Sokrates’in, “yolda”ki Sokrates’in, genç Sokrates’in Diotima’ya cevabı evettir, ama Diotima bir “ara”nın olduğunu söyler, ama kastı (yalnızca düşünmeyi beceremeyenlerin varlığına inandığı) bir “gri alan” değildir. Felsefe hiçbir zaman “görelilik”le ilgilenmediğinden, konu bu kadar şaşıp saçmalığa evrilemezdi. Mesele daha ziyade, çirkinden güzele, yanlıştan doğruya, kötüden iyiye bir hareketin söz konusu olduğudur, dolayısıyla aynı şey cahillikten bilgeliğe uzanan hat için de korur geçerliliğini. Ve tam da bu hat filozofun bulunduğu hattır. O tam da bu hatta olması itibarıyla filozoftur aslında; başka bir şeyden dolayı değil. Ve bu nedenle sever o bilgiyi, ne bilgiye sahiptir ne de bilgiden habersizdir çünkü, bir “ikisinin arası hal”dedir daha çok. Yapan değil olandır, bir halde bulunandır o. Bilginin farkında olduğundan cahil olmayan, bilgiye sahip olmadığından bilge olmayan: Filozof.
Filozofun özfarkındalığı Symposion’un asıl ve baz konusu tarafından şartlanır: Sevgi, tam da sevgiye dair bilgi arandığından, bu edim yoluyla bilgiyi sevgiyle eklemli bir şey haline getirir ve bilgi sevgisi, sevgiye dair bilginin yoksunluğu çekildiğinden, ama ayrıca bilginin ta kendisi de sevildiğinden, kendini çift taraflı bir şekilde açığa vurur. Öyle ki, bilgi sevgisini icra etmektense, diyelim ki basitçe bir diyalog kurmaktansa, tüm diyalog ortada bir diyalog kalmayana dek soğurulur, emilir, yutulur. Önce monologlar sıralanmıştı, sonra diyalog zuhur etti, şimdi son kertede diyaloğun kendisi anlatısallaşır ve tıpkı filozofun “arada kalmış”lığında olduğu gibi, diyalog da arada kalır. İşte dekalog budur: Artık diyaloglar arası bir dereceleme kalmaz, yalnızca diyaloğun dereceleri vardır ve son derecede diyalog bir hatıradan fazlası değildir; kendi kendine yapılır, ama monolog olmaktan ziyade “oto-diyalog”dur. (Bu perspektiften daimon ile dekalog kavramlarını bir arada düşünmek de olası, ama bu bir başka metnin konusu olabilir ancak.)
Platon’un bu biricik dekaloğuyla ne amaçladığını söyleyeceğiz, iddia edeceğiz? Mitik ve mantıksal işlevin ötesinde, sevgiye dair bilgi üretmek değilse amacı, neden kuruldu bu diyalog? Aslında Platon bilgi sevgisinin ta kendisini, sevgiyi konuşma kisvesi altında sunar bu diyalogda, öyleyse felsefecinin ne ve kim olduğunu söz konusu eder kendince (Sofist’te, sofist figürüne karşı negatif olarak tanımlanan filozofun pozitif tanımını buluruz bu diyalogda). Her ne kadar felsefenin amacının felsefenin sonu olduğunu düşünse de, bunu içten içe bilse de, filozofu bilgiyi seven kişi olarak konumlandırmaktan geri durmaz Platon. Bir dosttur o, ama ayrıca bilgiye bir sevgilidir, bilgiyle sevgilidir; kelimenin en soyut, saf, arı, sek anlamında. Ama yine de Hegelci felsefe karşıtlığı, “felsefenin bilgi sevgisi olmaktan çıkıp bilgi olması” gerektiğine dair düşünce, Tinin Görüntübilimi’nin önsözünü boydan boya kateden o muzaffer bilim sevdası, “mutlak bilgi”ye vardıran, onunla sonuçlanan o koca anlatı, yine de Platon’dan çok önceleri, kendi tarzında, diyalektiği bir yazın formunda, diyalogda billurlaştırarak, amaçlamasa da anıştırdığı bir şeydi. Platon’un Parmenides’te Parmenides’i “bilge” yerine koyması, Sokrates’i susturması da bundandır (Parmenides diyaloğa Sokrates’i azarlayarak ve “lütfen lütfen” başlar). Symposion’da ise başka bir şey olur: Felsefenin bilgi sevgisi olarak net tanımı, bu tanımın diyalog biçimini üst tanımlamasına verilen bir izin ve filozofun ideal vaziyetinde, bir iç diyalog halindeki sunumu. Diğer diyaloglarda yalnızca gizlenen, üstü örtülen, “kripto olan” bir gerçeğin, Sokrates’in “birlikte keşfetme” adı altında diğerini (kısmen) araçsallaştırdığı düşünme dinamiğinin sonudur bu; umulmadık bir imgedir: Yalnız, kendi kendine, kendiyle düşünen Sokrates. Menon’un ya da Protagoras’ın Sokrates’i değil; Symposion’unki.
Dekalog bu anlamda filozofun kendi iç diyaloğundan, kendi içindeki ikilikten, ikiliğin birlikte özümsenişinden, diyalektiğin kutlu bir çözülüşünden ya da içselleştirilmesinden başka bir şey değil. Diyaloğun içindeki diyalog, bu anlamda metnin bütününde, anlatı içindeki anlatıda zihinselleştiği kadar Sokrates’in bir figür olarak zihninde de yerleşmiş bir şey. Sokrates’in Symposion’un en başında zar zor sempozyuma getirilmesinin “kendi kendine düşünmek”ten olduğu hesaba katılırsa ve sempozyumun içinde de “Sokratik yöntem”i bir kenara bırakıp “kendi iç diyaloğu”nu dinlediği, monoloğunu diyaloglaştırdığı, hatta bir tür bildiriye, sunuma evrilttiği düşünülürse, söz konusu olanın bilgi sevgisinin onu taşıyanda depreşmesi olduğu kadar bu taşıyıcının kendi yapıp ettiği şeyin, dolayısıyla olduğu şeyin farkına varması olduğu da anlaşılır pek tabii. Dekalog yalnızca bu anlamda biricik: Bilgiyi sevenle birlikte bilgi sevgisini (o türlü kavram, kavramsal dizi, kavram ağı vesaire üstünden tanımlanmadan evvel) diyaloğun metalaştırılmasıyla (yani diyaloğun bir form olarak metafizik hale getirilmesiyle, bir nevi “diyalog ideası”na varılmasıyla), epistemik değil noetik kılınmasıyla, diyelim ki “içeri” taşınmasıyla sağladığı için. Bu anlamda Platon’a atfedilen “diyalog fetişizmi”, Symposion’un meta- ya da mantıksal-mitik diyaloğunda, dekalogda son bulur: Kavramları figürler gibi ele almayı bilen, (Felsefe Nedir?’de uzun uzadıya, detaylıca sözü edilen) Deleuzecü “kavramsal figür”lerin içinden ve üzerinden düşünen, sıkılmış yumruğu çenesinin altına iyice oturmuş, büyük bir sessizlikle kuşanmış filozof; cahilden fazlası, bilgeden azı ve bilgeliğe aday. Belki de Sokrates Symposion’un en başında, tıpkı diyaloğun akışında da olduğu gibi, bir anlığına da olsa, sonsuz küçük bir anda (eğer mümkünse bu) bir bilgeydi, kendi kendine açık ve örtük bir şekilde, ama her zaman diyalektik bir biçimde düşündüğünden. Belki bilgelik diyalog içinde değil, diyalog başlamadan, ancak betimlenebilen bir halde, “oturup düşüneduran Sokrates” imgesinde saklıydı; kendine yeten Sokrates’te. Ama dostlar çağırdığında, konu da eros olduğunda, bilge bile, hatta özellikle o, reddedebilir mi böylesi bir teklifi?
Önceki Yazı
Min Nevâdiri’l-Kütüb – 26:
Robota “sun’î adam” denirdi bir zamanlar
“Bu çığır açıcı eserin ilk yayınlanmasından sadece yedi yıl sonra ve Maarif Vekâleti’nin girişimiyle Türkçe olarak basılması, Cumhuriyet’in ilk yıllarının kıtlık ortamında bile uluslararası kültürel gelişmelerin yakından takip edildiğini gösteriyor. Keşki şimdi de öyle olsa...”
Sonraki Yazı
Ágota Kristóf’un izinde (III):
Kanıt’ta göz kırpıp kaybolan umut
“Büyük Defter’de görünür olmasa da, Üçleme’nin ikinci ve üçüncü kitabında yer yer Oedipus kompleksi teorisi etrafında dolaşan, oynayan ya da hesaplaşan Kristof’un sonra yayımlanan eserlerinde de ensest teması belirgindir.”