Ágota Kristóf’un izinde (III):
Kanıt’ta göz kırpıp kaybolan umut
“Büyük Defter’de görünür olmasa da, Üçleme’nin ikinci ve üçüncü kitabında yer yer Oedipus kompleksi teorisi etrafında dolaşan, oynayan ya da hesaplaşan Kristof’un sonra yayımlanan eserlerinde de ensest teması belirgindir.”
Ágota Kristóf
Ágota Kristóf’un Üçleme’sinin ikinci kitabı Kanıt, Büyük Defter’in bıraktığı yerden adının Lucas olduğunu öğreneceğimiz ikizlerden birinin sınırdan eve dönmesiyle başlar. İkizinin gidişinden sonra yalnız kaldığı anneannenin evinde adeta trans halinde yaşadığı aylar geçirmiştir. Bahçedeki meyve ve sebzeler kurumuştur fakat hayvanları farkında olmasa da beslemiştir. Bu günlük hayata dair sarsılmaz sorumluluk duygusu ilk kitaptaki gibi bu kitaba da hâkimdir. Ancak ilk kitabın karakterlerinden geriye sadece pedofil rahip ve kitapçı kalmıştır. Komünist yönetim din adamlarına maaş vermeyi durdurduğu için rahibe yemeklerini artık Lucas götürmektedir. Rahip ona teşekkür ettiğinde Lucas da yıllar boyunca kitaplarını okuduğu için ona minnettar olduğunu belirtir ve ihtiyaçlarını karşılamaya devam eder. Rahip kitapları ve pedofil geçmişiyle adeta Kristof’un babasını hatırlatır, o da cezaevinden çıktıktan sonra ailesiyle yaşamaya devam etmiştir.
Üçleme’nin bu ikinci kitabında, Büyük Defter’in aksine rahip dışında herkesin bir adı vardır. Kadro şöyle kurulur:
- Agnes: Beş yaşındaki komşu çocuğu. Sonrasında Agnes artık on beş yaşına gelmiştir.
- Peter: Parti sekreteri, Lucas’ı çekici bulur, fakat eşcinselliğini saklar.
- Yasemine: Babasıyla ensest ilişki sonucu bir oğlu olmuştur. Lucas onları evine alır. Aslında toplumsal baskı Yasemine’i bebeğini boğmaya ve şehri terk etmeye zorlar. Onun “Burası benim evim!” diyerek doğup büyüdüğü yere bağlılığı ve bu toplumsal baskının acımasızlığı yine Kristof ailesinin babaları nedeniyle yaşadıkları baskı ve “utanç” duygusunun izlerini taşır.
- Mathias: Yasemine’in oğlu. Lucas ona kayıtsız şartsız bağlanır ve her şeyiyle ilgilenir.
- Victor: İlk bölümde ikizlerin defterlerini aldıkları kitapçı. Alkoliktir. On iki yıl sonra dönen kız kardeşinden bunu saklamaya çalışır.
- Clara: Kütüphane memuru kadın. Yasaklı kitapları kütüphaneden çıkarmak yerine evine getirir ve saklar. Lucas onu annesine benzetir. Kocası tutuklanmış ve idama mahkûm edilmiştir. Herkes Clara’dan uzak durmaktadır. İnfaz gecesi saçları ağarır. Lucas ve Clara, Lucas’ın ısrarla peşinden gitmesi ve ona bakması sonucu birlikte olurlar.
Kitap ilerledikçe ve Büyük Defter’in sisinin dağılmasıyla birlikte gerçekler yavaş yavaş belirginleşir: İlk olarak şehirdekilerin Lucas’a “deli” dediklerini öğreniriz. Çocukluğunda başına gelen bir olaydan ötürüdür bu. İkinci olarak ise giden ikizin adının Claus olduğu ortaya çıkar. Ancak kasabadaki kimse Claus’un varlığından haberdar değildir. Örneğin rahip, Lucas’a “hastalığının” onun “derin yalnızlığından” kaynaklandığını söyler. Bayılarak geçirdiği bir krizin ardından Lucas kitapçı Victor’a “Annem beni altı yıl önce buraya getirdiğinden beri şehirden ayrılmadım” der. Sanki kardeşi Claus aslında hiç orada yaşamamış gibidir.
Claus’un varlığı ikinci kez Lucas’ın eve aldığı Yasemine’in oğlu olan Mathias’la konuşmalarında ortaya çıkar. Mathias tavan arasındaki iskeletleri görmüş, sandıktaki defterleri bulmuştur. Lucas’a, onun kardeşiyle konuştuğunu duyduğunu söyler. Lucas aynı akşam bayılır, ayılınca da defterleri saklaması için parti sekreteri Peter’e götürür, defterleri kardeşi Claus için saklamak zorunda olduğunu belirtir. Peter de Claus’tan söz edildiğini hiç duymamıştır ve adeta Lucas’ın hasta olduğunu bildiği için temkinli davranmaktadır. Böylece, yani Claus’un varlığını odak alan bütün bu çelişkili anlatımlar dolayımıyla, kurgu düzeyinde Claus’un hiç küçük şehre gelmediğini, aslında Büyük Defter’den okuduklarımızın travmatik bir aklın eseri olduğunu anlarız. Bu teknik anlamda “güvenilmez bir anlatıcı” ile karşı karşıya olduğumuzun ve kitaba edebiyatın en sevilen motiflerinden biri olan “eş benlik” ile davam edeceğimizin de habercisidir.
Yasemine, oğlu Mathias ve Lucas aynı evde yaşarlar; kedileri, köpekleri, hayvanları ve bahçeleri vardır. Lucas bütün gün işlerini yapmakta, rahibe yemek götürmekte, akşam yemekten sonra Mathias’a kitap okuyup onu yatırmakta ve geceleri Clara’ya gitmektedir. Lucas hâlâ şaşmaz bir rutin ve sorumluluk duygusuyla yaşar. Hatta Clara hastayken bile mutlaka akşam eve gelip Mathias’a kitap okuduktan sonra tekrar Clara’nın yanına döner ve Yasemine’den rahibe yemek götürmesini rica eder.
1956 ayaklanması öncesi Yasemine, oğlu Mathias’ı ve Lucas’ı terk edip büyük şehre gider. Herkes bunu Lucas vasıtasıyla öğrenecektir. Lucas artık “oğlum” dediği Mathias’ı annesinin gidişinden sonra teselli eder ve kitapçı Victor’dan kitapçı dükkânını ve üst katındaki küçük daireyi satın alır. Artık şehir merkezinde yaşamakta, kitapçı dükkânını çalıştırmakta ve oğlu Mathias da okula gitmekte ve ikizler gibi bir defter tutmaktadır ama bu deftere okulda uğradığı zorbalığı, aşağılanmayı yazmaz, bunlardan kimseye söz etmez, her şey yolunda gibi davranır; o sınıfın en zeki öğrencisidir. Ancak öğretmeninin Lucas’a gelip çocuğun okulda çektiklerini anlatması üzerine Lucas onu diğer çocuklarla kaynaştırmak için bir okuma odası açar. Mathias bir gün Lucas’ın okuma salonuna gelen sarışın, mavi gözlü ve güler yüzlü bir oğlan çocuğuna dikkatle baktığını görür ve onun eline bir pergel saplar. Lucas, Mathias’a o çocuğa kardeşine benzettiği için baktığını söyler ve onu sevgisine inandırmaya çalışır, ancak kısa bir süre sonra Mathias kendisini iskeletlerin yanına asarak intihar eder; defterindeki bütün sayfalar koparılmıştır. Mathias belki de kendisini iskeletlerin yanına asarak Lucas’ın kardeşi olmayı, onun bir eşi olmayı istemiştir.
Roman bu noktadan sonra yaklaşık yirmi yıl atlar. İkizlerden Claus küçük şehre dönmüştür, Gar sokağındaki kestane ağaçlarının altından yürüyerek şehre gelir, kardeşi Lucas’ı aramaktadır. Kitapçı dükkânına gider. Dükkânda onu Peter karşılar ve Lucas’ın döndüğünü sanır. Ama Claus ısrarla Lucas olmadığını söyler. Peter buna pek inanmaz, ancak Lucas’ın Claus için Peter’e emanet ettiği beş defteri Claus’a verir. Claus defterleri okumak üzere oteline döner. Ancak defterler Mathias’ın ölümüyle son bulur. Hikâyenin gerisini Peter anlatır: Lucas, Mathias’ın ölümünün ardından yemeden içmeden kesilmiş ve gecelerini mezarlıkta, Mathias’ın yanında geçirmeye başlamıştır; bir süre sonra Mathias’ın iskeletini getirip diğerlerinin yanına asar. Birkaç yıl sonra da dere kenarında Yasemine’in cesedi bulunur. Lucas bir not bırakarak ertesi gün şehirden kaybolur.
Kanıt yetkililer tarafından Claus T. hakkında D. Büyükelçiliği’ne gönderilen resmî bir yazıyla son bulur. Claus T. vizesi dolduğu halde kaçak olarak aylarca şehirde kalmış ve bir süre sonra kirasını ve borçlarını ödeyemez duruma gelmiştir. Claus T. bu ülkede doğduğunu ve kardeşi Lucas’ı aradığını belirtmiş, ancak her iki kişinin de nüfus kayıtlarına rastlanmamıştır. Claus T.’nin kardeşinin varlığının kanıtı olarak gösterdiği defterler ise aynı el yazısıyla ve son altı ayda yazılmıştır.
Bu resmî yazı okura bir ayrıntı gibi görünse de önemli bir bilgiyi aktarır. Claus T. küçük şehirde kaldığı süre zarfında kitabevi sahibi Bayan B.’den bir oda kiralamış ve kirasını tam olarak ödememiştir. Yani resmî belge bize önce Victor, sonra Peter tarafından işletildiği anlatılan kitabevinin sahibinin Bayan B. olduğunu söylemektedir. Üçleme’nin ilk kez reel zemine çekildiği nokta da budur. Ve belki de şehre dönen Ágota Kristóf’tur.
“Kanıt” üzerine notlar
Üçleme’nin diğer iki kitabına göre Kanıt siyasi atmosferin, özellikle de Macaristan’daki 1956 ayaklanmasının en somut verildiği kitaptır. Yine bu bölümde diğer hikâyelere nazaran görece uzun anlatılan iki hayat hikâyesi dikkat çekicidir: Birincisi kitapçı olarak karşımıza çıkan Victor’un hikâyesidir. Victor elli yaşındadır, yalnız yaşar ve her insanın bu dünyaya bir kitap yazmak üzere geldiğine inanır. Ancak o henüz bunu başaramamıştır, çünkü hayatı tekdüzedir, hiçbir şey olmamaktadır. Gidişinden on iki yıl sonra sınırı aşarak ziyarete gelen ablası onu yaşlanmış ve şişmanlamış bulur. Ayrıca alkol ve sigaraya düşkünlüğü onun çalışmasına engeldir. Victor nihayet kitabını yazmak için başka bir şehirde yaşayan ablasının yanına taşınır. Ancak Victor yazamaz, kendisinden bir kitap bekleyen ablasına başka romanlardan kopyaladıklarını göstererek onu kandırır. Bir süre sonra da ablasını öldürdüğü haberi gelecektir. Ablasının cesedinin başında kitabını yazmaya başlar. Yazdıklarının başlarında ablasından sevgiyle söz eden Victor aslında ondan çocukluğundan beri nefret ettiğini yazar. Bir kavga esnasında ise ablasına çocukluklarında oynadıkları “cinsel oyunları” hatırlatır.
Ágota Kristóf, Victor karakterini yazarken İsviçre’deki bir tanıdığından esinlendiğini, hatta onun hakkında daha fazla yazmadığına pişman olduğunu söyler. Bu elbette doğrudur ama biz Kristof’un kendisinin bu karaktere neden bu kadar bağlandığı hakkında biraz daha düşünebiliriz. Hatırlayalım ki sadece okumak değil, yazmak da çocukluğundan beri Kristof’un hayatının ayrılmaz bir parçasıdır. On dört yaşında günlük tutar, yazdığı tiyatro oyunları okulda sahnelenir, yirmili yaşlarında şiirleri dergilerde yayımlanır. Ancak İsviçre’ye gelişiyle birlikte Macarca yazdığı şiirleri sadece, sürgün yazarlar tarafından Paris’te yayımlanan Macarca dergilerde çıkar. Fransızca yazamaz, Macarca yazdıklarının ise siyasi nedenlerle kaçmış bir kişi olarak kendi ülkesinde yayımlanması ve okura ulaşması zaten ihtimal dışıdır. Böylece Kristof’un sessiz yılları başlar. On iki yıl süren bu “dilsizlik” radyoda yayımlanan birkaç tiyatro oyunuyla bozulur ama o artık elli yaşındadır ve ortada hâlâ bir kitap yoktur, kısacası kendisinden beklenenleri karşılayamamıştır. Küçük kardeşi Attila’nın ülke çapında tanınan ve sevilen bir yazar olması gerçeğinin de buna eklenmesinin Kristof üzerinde içsel ve dar anlamda da olsa sosyal bir baskı yarattığı ve onun duygularını Victor karakterine yüklediği düşünülebilir.
Kanıt’ta görece geniş olarak yer verilen ikinci hikâye, hiç uyuyamayan ve geceleri sokaktan geçenlere saati soran Michael’a aittir. Çok sevdiği karısı fabrikaların kamulaştırılması esnasında bir gece saat onda bir suikasta kurban gitmiştir. Michael içinde bir saat var gibi her gün o saate pencerede belirir. Eskiden karısıyla birlikte yaşadığı ev yetimhane olmuştur. Michael yetimhanenin müdiresi Judith’e âşıktır, yetimhanede sobaları yakarken ona yardım eder ve yine siyasal düzenin bir kurbanı olan Judith’le birbirlerine destek olurlar. Böyle bir yetimhane Kristof’un büyüdüğü yıllarda gerçekten de Kőszeg’te vardır. Ancak daha sonraki yıllarda romanda olduğu gibi bir huzurevine çevrilecektir. Michael karısının ölümünün ardından evinden atıldıktan sonra savaşta kocasını ve çocuklarını kaybetmiş bir kadının evinin bir odasında kalacaktır. Her ay kirayı masanın üzerine bırakan Michael her seferinde ev sahibi tarafından paranın yarısının alındığını, diğer yarısının ise bırakıldığını görür. Michael’ın öyküsünde önemsiz görünen bu nokta, daha sonra üçüncü kitapta karşımıza Claus’un hikâyesi olarak çıkacaktır.
Kanıt, Ágota Kristóf’un en umut veren kitabıdır, kendisi de en çok bu kitabına bağlı olduğunu belirtir. Bu bana Büyük Defter’in kazandığı başarının ardından Kristof’un hayata ve yazıya daha çok bağlandığını düşündürdü...
Ensest
İlk bölümdeki notlarda Büyük Defter’in başında yer alan anne ve anneanne arasındaki diyaloğa tekrar döneceğimi belirtmiştim. Hatırlarsak, anneanne iki torununu yanına bırakmak istediğini söyleyen anneye “Diğerlerini ne yaptın? Boğdun mu?” diye sorar. Artık Lucas’ın Yasemine ile ilk kez karşılaştığı sahneyi bu diyalogla birleştirebiliriz: Lucas, Yasemine ile ilk kez Yasemine’in babasıyla olan ensest ilişkisinden doğan bebeğini ırmakta boğmak üzereyken karşılaşır ve bebeği ölümden kurtarır. Yasemine babasıyla olan hikâyesini Lucas’a anlatırken ilişkinin sorumluluğunu kendi üzerine alır ve bu yolla babanın kızıyla olan iktidar ilişkisindeki gücünü tersyüz etmek ister. İkizlerin annesinin “ben babamı sevdim” ifadesi de bu tavrı tamamlar niteliktedir. Ayrıca her iki sahnede de yeni doğan bir bebeğin ırmakta boğulmasından söz edilir. Yasemine bunu toplumsal baskı nedeniyle yapmaktadır. Bu paralellik Büyük Defter’de nedeni hiçbir şekilde açıklanmayan söylentinin, yani anneannenin kocasını zehirleyerek öldürdüğü söylentisinin ardında yatanın da ikizlerin annesinin kendi babasıyla arasında ensest bir ilişki olduğunu düşündürür.
Büyük Defter’de görünür olmasa da, Üçleme’nin ikinci ve üçüncü kitabında yer yer Oedipus kompleksi teorisi etrafında dolaşan, oynayan ya da hesaplaşan Kristof’un sonra yayımlanan eserlerinde de ensest teması belirgindir. Üçleme’de bir istismar değil de savaştan dönen babanın teselli araması gibi resmedilen ensest ilişki motifi, Lucas’ın kendisinden yaşça büyük ve annesine benzettiği Clara ile ilişkiye girmesiyle sembolik olarak devam eder. Victor ve ablası arasında ise çocukluklarında kalan birtakım “oyunlar” söz konusudur. Üçüncü kitapta ise küçük yaşlardaki iki kardeş arasında vazgeçilmez ve masum bir sevginin yetişkinlerin müdahalesiyle “tehlikeli” bir anlama dönüştüğü ima edilir. Her şeyin sonunda ise Lucas’ın annenin sevgili oğlu olduğu ortaya çıkar.
Ágota Kristóf’un ensest ve ensestin bastırılması motiflerini sadece Üçleme’de değil, diğer eserlerinde de ısrarla kullanması dikkat çekicidir. Özelikle üçüncü kitaptaki kardeşler arasındaki bağ, elbette ilk elde “ilk aşkım” dediği abisi Janö’ye karşı hissettiklerinin uzak bir izdüşümü olarak değerlendirilebilir ama sanırım bu sadece otobiyografik okumanın sınırlarını fazla zorlamak olur. Özellikle Büyük Defter’de çizilen savaş koşullarının bütün cinsel/toplumsal yasakları ihlal eden vahşi düzeninde ensestin de temalaştırılması kaçınılmaz gibi görünmektedir. Aynı zamanda dünya edebiyatının antik dönemden itibaren vazgeçilmez temalarından biri olan kardeşler arası aşkın Kristof’un eserlerinde bir süreklilik arz etmesi yine Kristof’un kültürel bir varlık olarak insanın kabuğunu soyma çabasının bir göstergesi olarak da düşünülebilir. Nihayetinde evrensel olduğu kabul edilen ensest yasağı/tabusunun kökeninin 19. yüzyılın ortalarından beri sosyal bilimlerin en tartışmalı konularından biri olduğunun Ágota Kristóf da mutlaka farkındadır.
Ensest yasağının ya da Freud’un tercih ettiği gibi söylersek ensest tabusunun kökenleri hakkında birçok hipotez ya da görüş öne sürülmüştür. Örneğin Durkheim ve Freud da kendi savlarını öne sürenler arasındadır. Ancak yasağın kökeni hakkında geniş bir kuramı formüle etmeyi Lévi-Strauss’a kadar kimse başaramaz.
Lévi-Strauss’a göre ensest yasağı evrenseldir ve doğadan kültüre geçisin eşiğinde durur, yani içgüdüler (doğa) ile sosyal normlar (kültür) arasındaki geçişin temel kurallarından biridir. Lévi-Strauss kuramını oluştururken Mauss’un toplumsal hayatın temelinin farklı topluluklar arasındaki “takas” ya da daha spesifik olarak kadınların farklı topluluklar arasındaki değiş tokuşu üzerine kurulduğu düşüncesinden yola çıkar ve ensest yasağıyla toplumsal yapıların ve ağların ayakta tutulup genişletildiğini öne sürer.
Lévi-Strauss’tan sonra ensest yasağına ilişkin en önemli tezler Roscoe ve Héritier tarafından formüle edilir. Roscoe tezinin temeline “aile içindeki yakınlık/arkadaşlık” diye çevirebileceğimiz “familial amity” kavramını koyar ve insanın cinsel uyarılmayı pratik ya da söylem düzeyinde agresif duygulara özdeş duygular olarak algıladığını ve bu nedenle de kendiliğinden ensestten kaçındığını ifade eder. Yani kısaca cinsellikle saldırganlık arasında zihinde kurulan bağ nedeniyle aile içindeki huzur korunmuş olur.
Ünlü kadın antropolog Héritier’nin Lévi-Strauss’un kuramını genişleterek terminolojiye soktuğu “aynılık ve farklılık” kavramları evrensel ensest yasağına daha farklı bir açılım getirir. Héritier ilişkiye dahil olan kişilerin yakınlık derecelerine göre ensesti üç gruba ayırır. Üçüncü derece ensest kan bağı olmasa bile sembolik olarak birbirine bağlı kişiler arasında (vaftiz ana-baba) tanımlanır. Aile içindeki ensest ise birinci derecedir. İkinci derece ensest ise aynı partneri paylaşan yakın akrabalar arasında tanımlanır. Örnek olarak eğer iki erkek kardeş aynı kadınla birlikteyse bu bazı toplumlarda bir ensest durumu olarak tanımlanır – çünkü ikinci derece ensestte aynı olan (erkek kardeşler) bir üçüncü yoluyla “karışmış” olurlar. Oysa kural sosyal ve biyolojik olarak “aynı” olanın birikimini önlemek ve farklılığı başat hale getirmektir. Ensest işte bu kuralın ihlalidir.
Tijana Miletic göçmen edebiyatına ilişkin çözümlemelerinde Héritier’nin ensest yasağı kapsamındaki aynılık/farklılık kavramlarıyla bir analoji kurar. Miletic’e göre ensest ve eş benlik (doppelgänger) motifleri anadili dışında yazan yazarların eserlerinde yoğun olarak görülmektedir. Miletic “ikizlik” metaforunda benzer olanların ortak ifadesini görür. Buradan da bir göçmenin hayatında aynılık ile farklılığın ayırt edilmesinin hayati bir önem taşıdığını öne sürer. Miletic aynı zamanda ensest ile anadilden vazgeçme arasında da bir bağlantı kurar. Eğer “ensesti basitçe kayıtsız şartsız sevdiğimiz bir şeye yönelik ahlaki bir ihlal olarak tanımlarsak” der ve kayıtsız şartsız sevgiyle doğduğumuz ülkeye ya da anadilimize beslediğimiz sevgiyi hatırlatarak, sürgünde ya da göçmen bir yazarın anadilinde yazmayarak anadilinin saflığını korumak isteyebileceğini öne sürer. Ama eğer aynı yazar orijinal ülkesindeki çocukluğunu başka bir dilde yazarsa, işte bunun da aynı şekilde sadakatsizlik örneği olarak algılanabileceğini ekler. Muhtemelen Miletic bağlantıyı “aynılık ve farklılık” kavramları üzerinden kurar; çocukluk anadile aittir ve farklılığı da o dilde korunmalıdır.
Bazen kimi edebiyat yorumlarında kurulan iç sistematik bana o kadar çekici gelir ki, yorumun ilişki kurduğu esere teğet geçtiğini kabul ederken biraz üzülürüm; “Keşke,” derim, “keşke bir de ikna edebilseydi!” Miletic’in argümanlarında da aynı gelgitli durumu yaşadım; tez ilginç görünmekle birlikte argümanların tezi yeterince desteklediğini söyleyemem.
Kristof’un sevdiği ve etkilendiği yazarlar arasında tereddütsüz ilk sıralarda saydığı Georges Bataille bu yasağın kökeni hakkında özgün savlardan birini öne sürer. Bataille, Lévi-Strauss’un kuramını olumlar, ancak ona göre ensest yasağı hayvandan insana geçişi vurgular. Eğer Büyük Defter’i Kristof’un kültürel bir varlık olarak insanın bu “kabuğunu” soyma girişimi olarak da değerlendirirsek, Bataille’ın izlerine rastladığımızı söyleyebiliriz.
Eş benlik (Doppelgänger)
Ablam orta üçe gidiyordu, bense ilkokul dörde. Okuldaki yılbaşı kurasında ablamın adı edebiyat öğretmenine çıkmış ve hediyelerin verildiği gün ablam okuldan eve gri bez ciltli bir kitapla dönmüştü. Kitap o kadar güzeldi ki, elimi bile sürmekten çekiniyordum. Kitabı ablamın elinden “İlk ben okuyacağım” diye yalvar yakar aldım ve hemen o akşam okumaya başladım. Bir romandı bu ve çok sıkıcıydı, ama sebatla ilerliyordum: Bir ressam Dorian Gray adlı genç ve yakışıklı bir adamın bir portesini çizmişti, yalnız bu adam yaşlanmaktan, çirkinleşmekten çok korkmaktaydı. Bu korkunun etkisiyle kendisi yaşlanacağına portrenin yaşlanmasının ne kadar iyi olacağını söylemiş ve bu dileği de kabul olmuştu. Artık seneler geçse de adam genç kalıyor ve sadece portre yaşlanıyordu. Ben de aynaya her bakışımda “Acaba ben kitabı okudukça aynadaki ben, benden farklılaşıyor mu?” diye düşünüp ürperiyor, her aynaya bakışımda kitabı okuduğuma bin pişman oluyor, ama sonunda “Öyle bir şey olsa annemler söylerdi” diye diye kendimi yatıştırıyordum. Elbette okuduğumdan bir şey anlamamıştım ama aynayla portreyi birleştirmiş ve bir “tekinsizliği” sezmiştim.
İkizlik, sinema ve edebiyatta içinde yüksek bir anlatı potansiyeli taşıyan, hem büyüleyici hem de Freud’un deyişiyle tekinsiz (unheimlich) bir durumdur. Antik çağda filozofların üzerinde düşünüp nedenleri üzerine çeşitli spekülatif fikirler yürüttükleri bu durum haliyle mitolojide de sık sık karşımıza çıkar. Örneğin bir kurdun beslediği ikizler Romulus ve Remus, Roma’nın kurucularıdır. Edebiyatta ise Shakespeare’den Kästner’a bir dizi ünlü yazarın eserlerinde genellikle bir komedi unsuru olarak görünürler. Ama ikizlerle en sık polisiye ve gerilim edebiyatında, bir kardeş düşmanlığının ya da bir düalitenin temsilcileri olarak karşılaşırız.
Kuşkusuz düalitenin edebiyatta vücut bulduğu en yaygın biçimlerinden biri‚ Freud’un ya da öğrencisi psikanalist Otto Rank’ın edebiyat incelemelerinde karşımıza çıkan eş benlik (doppelgänger) temasıdır. Bu edebiyatta Alman Romantizmi’nin bir buluşu olarak karşımıza çıksa da, bir inanış ve bir korku olarak, bilinen bütün tarih boyunca insana eşlik etmiştir. Örneğin hâlâ bizimki dahil birçok toplumda ayna kırılmasının uğursuzluk getireceğine inanılır. Bunun arkasında yatan, kırılan aynayla ruhun ve bedenin yara alacağı ya da kırılarak parçalanan ruhun intikam alacağı gibi inanışlardır. Yani eski çağlardan beri insanın aynadaki yansımasının ya da gölgesinin benliğinden ayrılıp kendi başına hareket etmesi inancı, korkusu yaygındır.
Otto Rank edebiyatta kabaca üç çeşit eş benlik kurgusundan söz eder. İlki ben’in görünür bölünmesi ki, bu ayna ve gölge örneklerine uyar. İkinciye ise en uygun örneklerden biri Edgar Allan Poe’nun “William Wilson” adlı öyküsüdür. Bu öyküde William Wilson kendi sınıfında adı ve doğum günü kendisininkiyle aynı olan ve fiziksel benzerliği nedeniyle okulda kardeş oldukları dedikodusu çıkan ve ne yapsa onun taklidini yapan bir öteki-William Wilson tarafından izlendiğini düşünür. William kendisini izleyen öteki-William’ı öldürmeye çalışırken, gördüğü aynada asıl kendisini öldürmeye çalıştığını anlayacaktır. Otto Rank’ın sözünü ettiği üçüncü çeşitleme ise “Bellek kaybıyla ayrılmış iki farklı varlığın aynı kişi tarafından temsil edilmesi” durumudur ki, Lucas’ın ortada olmayan Claus kişiliğini de dahil ederek Büyük Defter’i yazması, metni bu kategoriye epey yaklaştırır.
Elbette Ágota Kristóf’un Lucas kişiliğinde kendisinin bir eş benliğini yarattığı düşünülebilir. Bu ihtimal özellikle sınırı geçen ve yıllarca yaşadığı yabancı ülkeden bir yazar olarak dönen Lucas ile Kristof arasındaki paralellik düşünülünce daha da kuvvetlenmektedir. Ancak bana bu paralellikten daha da ilginç gelen, Kristof’un ülkesini hiç terk etmeyen ve hayatını ünlü bir şair olarak Budapeşte’de sürdüren Klaus’a yüklediği olası anlamlardır. Ve bu iki yaklaşım da sürgün ya da göç gerçeğiyle akrabadır. Kristof yazar Lucas ile ülkesinden ayrılan Kristóf’u, şair Klaus ile de hayalinde ülkesinde kalan Kristóf’u yansıtır gibidir.
KAYNAKÇA
- Ágota Kristóf, Büyük Defter-Kanıt-Üçüncü Yalan, çev. Ayşe İnce Kurşunlu, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2023 (6. baskı).
- Ágota Kristóf, Okumaz Yazmaz, çev. Feyza Zaim, Can Yayınları, İstanbul, 2023.
- Ágota Kristóf, Dün, çev. Ayşe İnce Kurşunlu, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2024 (7. baskı).
- Andrea Lepold, Túllépni apánkon, Elindultam szép hazámból (“Güzel Ülkemi Terk Ettim - Ágota Kristóf Anısına”), Ibolya Czetter, Szombathely, 2016.
- Barbara Meyer, “Inzest: Stand der theoretischen Diskussion”, Ethnologisches Seminar der Universität Zürich, 2000.
- Claude Lévi-Strauss, Die elementaren Strukturen der Verwandschaft, Suhrkamp, 2018
- Dóra Szekeres, Interview, 2011 (https://hlo.hu/interview/agota.html)
- Eric Bergkraut Belgeseli, Kontinent K., 1998.
- Françoise Héritier, Two Sisters and Their Mother: The Anthropology of Incest, Zone Books, 2002.
- Georges Bataille, Erotizm, Onur Yayınları, 1993.
- Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi, Altın Kalem - Hayat Neşriyat, 1971.
- Otto Rank, Der Doppelgänger: Eine psychoanalytische Studie, Bremen University Press, 2013.
- Riccardo Benedettini, A Conversation with Ágota Kristóf, 1999
- Roland Koberg, “Profane Wallfahrten: Auf den Spuren der Romane von Ágota Kristóf”, Die Zeit, 30 Ağustos 1996.
- Tijana Miletic, European Literary Immigration Into the French Language: Readings of Gary, Kristof, Kundera and Semprun, Editions Radopi B.V., Amsterdam - New York, NY 2008.
- Verena Auffermann, Julia Encke, Ursula März, Elke Schmitter, Gunhild Kübler, 100 Autorinnen in Porträts, Piper, 2021.
Önceki Yazı
Symposion: Dekaloğa giriş
“Symposion, hem diyaloğu kurup kurgulama biçimiyle hem de diyaloğa özel bir tema üstünden yeni bir dil bahşetmesiyle ayrılıyor, sıyrılıyor diğer diyaloglardan. Yeni bir tür diyalog, yeni bir tür diyalekt.”
Sonraki Yazı
Neden Çekçe değil de Almanca yazdı Kafka?
“Milena’ya Mektuplar dışında Çekçeye zerre yüz vermeyen Kafka meğerse o devirde Çek entelektüellerinin önemli bir kısmına egemen olan ‘Almanlaşarak Avrupa’nın itibarlı ulusları arasına girme’ projesine kendiliğinden destek vermiş besbelli.”