Neden Çekçe değil de Almanca yazdı Kafka?
“Milena’ya Mektuplar dışında Çekçeye zerre yüz vermeyen Kafka meğerse o devirde Çek entelektüellerinin önemli bir kısmına egemen olan ‘Almanlaşarak Avrupa’nın itibarlı ulusları arasına girme’ projesine kendiliğinden destek vermiş besbelli.”
Milan Kundera
1.
“Sigmund Freud’un ailesi Polonyalıydı ama tıpkı Edmund Husserl ve Gustav Mahler gibi küçük Sigmund da çocukluğunu, benim de doğum yerim olan Morovya’da geçirdi. Viyanalı romancı Joseph Roth da Polonya kökenliydi. Büyük Çek şairi Julius Zeyer, Prag’da, Almanca konuşan bir ailede doğdu ve Çek dilini kendi tercih etti. Buna karşılık Hermann Kafka’nın anadili Çekçeyken, oğlu Franz tamamen Alman dilini benimsedi.”[1]
Hayır, Milan Kundera bunları söylemekle birlikte doğrudan doğruya, “3 Temmuz 1883’te Prag’ın tam orta yerinde doğan Franz Kafka neden Almanca yazmayı tercih etti” türünden makul ve bir o kadar da meşru bir sorunun cevabını aramıyor; aramadığı gibi, böyle bir soru da sormuyor zaten. Ancak 1967 yılının haziran ayında Prag’da düzenlenen Yazarlar Kongresi’nde yaptığı konuşmada aktardığı bilgiler esasen bu tuhaf hayalî sorunun arkasında yattığını tasavvur ve tahayyül edebileceğimiz zihniyet dünyasını apaçık seriyor gözler önüne. Milena’ya Mektuplar dışında Çekçeye zerre yüz vermeyen Kafka meğerse o devirde Çek entelektüellerinin önemli bir kısmına egemen olan ‘Almanlaşarak Avrupa’nın itibarlı ulusları arasında seçkin bir yer edinme’ projesine kendiliğinden destek vermiş, vermekle de kalmamış, gönüllü bir biçimde bu projenin bir parçasına dönüşmüş besbelli ki.
Bilen birileri vardır mutlaka ama ben Çek aydınlarının Çek ulusunu Almanlaştırmak için iki yüzyıl boyunca canla başla uğraştığını bilmiyordum doğrusu. Orta Avrupa’da çok az sayıda insanın konuşup yazdığı bir dilde yani Çekçede ısrar etmek yerine, ‘daha gelişkin ve etkili’ olan Almancada karar kılma meselesinin ciddi ciddi gündeme geldiğini ve hatta Kafka’nın Çekçe değil de Almanca yazmasının gerisinde de buna benzer bir tercihin yer aldığını da hiç duymamıştım. Kafka’nın Almanca yazması dünyanın en doğal davranış tarzıymış gibi gelmişti bana (muhtemelen başkalarına da) nedense. ‘Dichter und Denker' (Şairler ve Düşünürler) diyarının dili söz konusuydu, öyle ya. (s. 55)
2.
Milan Kundera, Yazarlar Kongresi’nde yaptığı konuşmanın başında, 19. yüzyıldan itibaren Almanlaşmayı savunan entelektüellerin argümanlarını dile getiriyor bütün açıklığıyla. Kundera’ya göre bunların en önemlisi, Almanlaşmanın ülkede doğan çocuklara çok daha fazla fırsat ve imkân hazırlayarak Çeklerin hayatını kolaylaştıracağı teziydi. Üstelik, daha büyük bir ulusun bir parçasına dönüşmek, her türlü fikrî üretimin kapsam, kapasite ve ağırlığında da çabucak kendini gösterecekti.
Oysa Çek dilinin ve Çek kültürünün bu anlamda hiçbir ağırlığı bulunmuyordu ve zaten ciddiye alan da yoktu. Arkasından, Hubert Gordon Schauer’in 1886’da yani Kafka daha üç yaşındayken gündeme getirdiği o önemli soruyu aktarıyor Kundera:
“Yaratıcı enerjimizi, henüz emekleme aşamasındaki Çek kültüründen açıkça daha gelişmiş bir kültüre sahip, daha büyük bir ulusunkiyle birleştirmiş olsaydık, insanlığa daha çok katkıda bulunmuş olmaz mıydık? Halkımızı yeniden canlandırmak için harcadığımız tüm çabalara değer miydi? Halkımızın kültürel değeri varlığını meşru kılacak kadar güçlü müdür? Tek başına bu değer, onu gelecekte bizzat egemenliğini kaybetme riskine karşı korumaya yeter mi?”
Kundera’nın güzelim ifadesiyle, “Yaşamaktan ziyade bitkisel hayatta kalmayı yeğleyen Çek taşralılığı, sahte kesinliklerin ikamesini amaçlayan bu sorgulanmanın ardında ulusa yönelik bir saldırı gördü ve bundan dolayı da Schauer’i o ulustan dışlamaya karar verdi”. Fakat bu dışlamanın mantığına yönelik itirazlar da birbirini kovalayacaktır kısa sürede. Genç eleştirmenlerden Salda mesela, söz konusu denemeyi “kusursuz bir vatanseverlik edimi” olarak tanımlayacak ve Kundera da bu değerlendirmeye yürekten katılacaktır: “Schauer’in tek yaptığı, Çek ulusal dirilişinin tüm liderlerinin farkında olduğu bir ikilemi en uç noktaya taşımak olmuştu.” (s. 18-19)
3.
Çek aydınları Almanlaştırma projelerine direniyorlar direnmesine ama çok geçmeden bir başka musibet gelip yapışıyor yakalarına. Kundera’nın cümleleriyle söylersek, “20. yüzyılın ikinci yarısında başlayan geniş entegrasyonist perspektifler karşısında küçük ulusların kaderini” tartışmalı hale getiren genel belirsizliktir bu musibetin ismi. Zira “Entegrasyon süreci kendi kültürlerinin gücünden, katkılarının kaderi ve benzersiz niteliklerinden başka hiçbir savunması olmayan tüm küçük ulusları yutma riski taşıyor”du. Entegrasyon sürecinin herhangi bir zorbalığa ihtiyaç göstermeden kendini kabul ettirmesi tehlikenin büyüklüğünün somut göstergesiydi zaten. Almanlaşmaya direnirken ortaya çıkan ‘ulusal bilinç’ entegrasyon karşısında varlığını hissettirmekte bile güçlük çekiyordu:
“Klasik denebilecek bir tarihe sahip büyük Avrupa ulusları açısından içinde evrildikleri Avrupa çerçevesi kendiliğinden ilerlemiştir. Oysa uyku ile uyanıklık dönemleri arasında gidip gelen Çekler bir Avrupa ruhunun gelişimindeki pek çok önemli aşamayı kaçırmış, dolayısıyla her seferinde kendi kendilerini kültürel çerçevelerine uyarlamak, onu kendilerine mal etmek ve yeniden inşa etmek durumunda kalmışlardır. Çekler açısından hiçbir şey, hiçbir zaman yadsınamaz bir edinim oluşturmamıştır; ne dilleri ne de Avrupa’ya aidiyetleri ki, bu da zaten iki seçenek arasında biteviye seçimden ibarettir: Ya Çekçenin sadece bir Avrupa lehçesine –Çek kültürünün de sadece bir folklora– indirgenecek denli zayıflamasına razı olmak ya da tüm gerektirdikleriyle birlikte bir Avrupa ulusu olmak.” (s. 20)
Uzaktan da olsa Cumhuriyet’in ilk yıllarında yani 1 Kasım 1928’de resmen başlayan Dil Devrimi sürecinde yaşananları hatırlatan bu tartışmalar Avrupa’nın tam orta yerinde yapıldığında daha farklı bir anlam kazanıyor tabii ki. Hatırlanacağı gibi, Dil Devrimi esnasında başta Nurullah Ataç olmak üzere kimi aydınlar Batı düşüncesinin temelinde Yunan ve Latin kültürlerinin bulunduğunu söyleyerek okullarda bu iki dilin temel alınmasını istemişlerdi. Melih Cevdet ise yıllar sonra çok daha ileri bir adım atarak, o sırada çalıştığım Nokta dergisinde kendisiyle yaptığım bir söyleşide, “Türk Klasikleri denilince akla Yunus Emre’nin, Karacaoğlan’ın, Mevlânâ’nın değil, Homeros’un, İlyada’nın, Odysseia’nın gelmesi gerektiğini” söylemiş ve ortalığın karışmasına yol açmıştı.
4.
Küçük kitabın ikinci bölümünü teşkil eden 1983 tarihli “Rehin Alınmış Batı ya da Orta Avrupa’nın Trajedisi” isimli bölüm ise Milan Kundera’nın artık Fransa’da yaşadığı döneme ait gözlemlerini aktarıyor bütün çarpıcılığıyla. Anlaşılan o ki, Paris’te geçirdiği yıllar, Fransız ya da Alman okumuş yazmış taifesinin asla kendilerinin bir parçası olarak görmediği küçük Orta Avrupa uluslarına nasıl baktığını çok daha net kavramasını kolaylaştırmış Kundera’nın. Öyle ki, hiçbirinin 1956’da Sovyet tankları Macaristan’a girerken Budapeşte’den dünyaya geçilen teleksteki son satırlardan haberi yoktur:
“Bizler Macaristan ve Avrupa uğruna can vermekteyiz.”
Almanya, Fransa ve İspanya gibi büyük Avrupa toplumları Orta Avrupa’da yaşananları genel olarak ‘komünizmin trajedisi’ gözüyle yorumlarken, Çek, Macar ve Polonyalılar bunu bütünüyle Avrupa’nın trajedisi olarak görüyordu. Macaristan’da atılan çığlığın anlamı da buydu zaten:
“Orta Avrupa’daki bütün ayaklanmalarda kültürel bellek gibi çağdaş yaratım da Avrupa’nın başka hiçbir yerindeki halk ayaklanmasında hiçbir zaman olmadığı kadar büyük ve belirleyici bir rol oynamıştır.” (s. 36)
Kundera daha sonra Macaristan, Çekoslovakya ve Polonya’da Sovyet egemenliğine karşı başlayan bütün ayaklanmaların temelindeki itici gücün kültür olduğunu hatırlatıyor ve “Kültür ile hayatın, yaratıcılık ile halkın bu mesut birlikteliği Orta Avrupa isyanlarına, o günleri yaşamış bizleri sonsuza dek büyüleyecek eşsiz bir güzelliğin damgasını vurdu” demekten alamıyor kendini. Ama bu sözlerin bir Alman ya da bir Fransız aydını için pek bir şey ifade etmeyeceğinin bilincindedir artık. Zira “Onlar kültürden fazlaca etkilendikleri takdirde bu ayaklanmaların sahiciliğini yitireceği ve tam anlamıyla halka mal olamayacağı kanısındadır. Tuhaf ama kimileri için kültür ve halk birbiriyle bağdaşmayacak iki kavramdır. Kültür fikri onların gözünde ayrıcalıklı bir seçkin kesim imgesiyle iç içe geçmiştir.” (s. 37)
5.
Mesele kültüre gelince, en azından bizim neslin gençliğini içinden çıkılması müşkül badirelere sürükleyen ‘kültür emperyalizmi’ kavramının girdaplarına çekilmemek neredeyse imkânsız artık. Hatırlayanlar çıkacaktır mutlaka, daha kültür kelimesinin tanım ve muhtevasından haberimiz yokken gelip zihinlerimize musallat olmuştu kültür emperyalizmi kavramı. Yaygın kabule göre Atlantik’in veya Edirne’nin yahut Kars’ın öte tarafında kümelenmiş birtakım güçler, kimi zaman Siyon Protokolleri, kimi zaman CIA, kimi zaman da KGB aracılığıyla ‘milli kültürümüzü’ iğrenç emperyal emellerine alet etmeye çabalıyordu. Etrafımıza biraz dikkatle dönüp baksak halbuki, emperyalizmin kucaklamak veya kurcalamak isteyeceği türden ciddiye alınır bir kültür bulunmadığını görebilirdik rahatlıkla. Süleymaniye orada bütün ihtişamıyla dururken, İstanbul ve Anadolu sokaklarına serpiştirilen ucube camiler mi temsil ediyordu mesela mimarlık kültürünü? Yahut eski İstanbul sokakları ve evleri henüz bütünüyle ortadan kalkmadığı halde, mimar ve mühendislerin birbiri ardına diktiği o şekilsiz apartmanlar mı? Kim bilir, belki de Itri’ye, Dede Efendi’ye, Münir Nurettin Bey’e, Cemal Reşit Rey’e, Ahmet Adnan Saygun’a rağmen minibüs ve taksileri parlak neonlu pavyonlara çeviren pop veya arabeskti asıl hedef!
Kundera tam da bu aşamada, Polonya, Çek ve Macar toplumlarının Avrupa’nın büyük halkları gibi devlet gelenekleri bulunmadığını vurguladıktan hemen sonra şu çarpıcı gerçeği getiriyor dile:
“Bir yandan Almanlar, diğer taraftan Ruslar tarafından sıkıştırılan bu uluslar, hayatta kalmak ve dillerini korumak için mücadele etmekten bitap düştüler. Avrupa’nın bilincinde yeterince yer edemediklerinden Batının en az bilinen ve en kırılgan parçası olarak kaldılar ve dahası, tuhaf ve anlaşılması güç dilleri de üzerlerine onları gizleyen bir perde örttü.” (s. 43)
Sadece Orta Avrupa’da değil, dünyanın pek çok yerinde kültürün bütünüyle siyasal alanın tahakkümüne mahkûm edilmesi, aklı başında hemen herkes gibi Milan Kundera’yı da rahatsız ediyor. Ömrünün üçte birini Prag’da, üçte birini Viyana’da, kalanını da göçmen olarak Fransa ve Amerika’da geçiren Franz Werfel’i hatırlamasının ve onun o son derece naif önerisini gündeme getirmesinin sebebi de bu zaten. Werfel 1937 yılında, Gustav Mahler’in eşi Alma ile birlikte, –o zamanki ismiyle– Milletler Cemiyeti’ne bağlı Entelektüel İşbirliği Organizasyonu tarafından Paris’te düzenlenen “Edebiyatın Geleceği” konulu bir toplantıya katılıyor. İşte bu toplantıda kültürün ideolojilerin gölgesinde güneşlenen siyasal alanın tahakkümünden hiç değilse bir parça kurtarılabilmesi için dünya çapında Düşünürler ve Şairler Akademisi kurulmasının bir çözüm yolu olabileceğini söylüyor Werfel. Akademi üyeleri hiçbir şekilde devletler tarafından görevlendirilmiş olmamalı ve adayları eserlerinin gücü belirlemeliydi. Belki böylece cehenneme doğru ilerleyen süreç bir parça dizginlenebilirdi. Siyasetten ve propagandadan bağımsız bir nitelik taşıması amaçlanan bu akademinin misyonu, ‘dünyanın siyasallaşmasının ve barbarlaşmasının karşısına dikilmek’ olacaktı. (s. 54)
Werfel’in önerisi kabul görmediği gibi, her şeye siyasal bir pencerenin arkasından bakmayı bir tür spora dönüştüren okumuş yazmışlar tarafından açıkça alaya alınacaktı. “Elbette naif bir öneriydi,” diyor Kundera, “korkunç derecede naif. Zaten sanatçıların ve düşünürlerin tamamının iflah olmaz biçimde ‘angaje’ olduğu, mutlak surette siyasallaşmış bir dünyada bu bağımsız akademi nasıl kurulabilirdi?” (s. 54)
6.
Kundera, Werfel’in konuşmasının muhtevasının önerisi kadar naif olmadığını hatırlatmaktan da alamıyor kendisini. Tersine, mesela Robert Musil’in de 1935’te, gene Paris’te kültürün savunulması konusunda düzenlenen bir toplantıda benzer bir tehlikeye işaret ettiğini söylüyor:
“Musil de Werfel gibi tehlikeyi sadece faşizmde değil, komünizmde de görüyor. Ona göre kültürün savunulması kültürün (o dönem herkesin anladığı gibi) siyasi bir mücadelede değil, bilakis kültürün siyasallaşmasının aptallaştırıcı etkisinden korunması mücadelesinde saf tutmasıdır. Her ikisi de modern teknoloji ve medya dünyasında kültürden yana umutların pek parlak olmadığının farkındadır. Werfel ve Musil’in görüşleri Paris’te son derece olumsuz karşılandı. Bununla birlikte çevremden kulağıma çalınan tüm kültür ve siyaset tartışmalarında, onların dediklerine ekleyecek neredeyse hiçbir şeyim olmuyor ve böyle anlarda kendimi iflah olmaz bir Orta Avrupalı olarak hissediyor, onlara büyük bir bağlılık duyuyorum.”
Eh, günümüzde kültür adı altında ortalıkta dolanan veya dolaştırılan zorbalıklara baktığımızda, siyasal alanın her şeyi bütünüyle kuşattığını görüp hayıflanmamak elde değil. Belki de emperyalizminin amacı tam da buydu. Zira kültürün muhtelif alt başlıklarından birisi olması lazım gelen siyasal alan genel anlamıyla kültürü bütünüyle içine almış, hatta hapsetmiş durumda artık…
Hayırlı olsun!
[1] Milan Kundera, Rehin Alınmış Bir Batı ya da Orta Avrupa’nın Trajedisi, çev. Ebru Erbaş, Can Yayınları, İstanbul, 2024, s. 49. [Öteki alıntılar da aynı kitaptandır.]
Önceki Yazı
Ágota Kristóf’un izinde (III):
Kanıt’ta göz kırpıp kaybolan umut
“Büyük Defter’de görünür olmasa da, Üçleme’nin ikinci ve üçüncü kitabında yer yer Oedipus kompleksi teorisi etrafında dolaşan, oynayan ya da hesaplaşan Kristof’un sonra yayımlanan eserlerinde de ensest teması belirgindir.”