Sibel K. Türker:
“Korku kadınların ruhlarında yer etmiş”
Son romanı Cennette Gibiyim’de erkek şiddeti altında ezilen kadınların sesi olan Sibel K. Türker'le korkuyu, annesizliği, yoksulluğu, "ailenin kutsallığını" konuştuk...

Sibel K. Türker
Edebiyatımızın bol ödüllü yazarı Sibel K. Türker, Cennette Gibiyim romanında annesi babası tarafından öldürülen ve kendini “Bir kurbanla bir katilin kızıyım” diye anlatan Temenni’nin hikâyesini anlattı. Henüz on dört yaşındayken babasının hunharca işlediği cinayete çocuk gözleriyle tanıklık eden Temenni olaydan sonra teyzesinin yanına yerleştirilirken, erkek kardeşi babaannesi tarafından büyütülür. Temenni’nin işlenen cinayeti polise ihbar etmesiyle babasının hapisliği dört duvar arasında, küçük kızınki de dışarıda sürer. Katil babanın öfkesi artık ihbarcısı Temenni’dedir.
Bir şiddet sarmalının içinden çıkan Temenni bu kez de teyzesinin uğradığı psikolojik ve fiziksel şiddetin şahidi olur. Hayattaki tek yol göstericisi bir avukatın yanında çalışan teyze kızıdır. Mutlu bir hayat sürsün diye annesinin “Temenni”, babasının “Gülnaz” ismini koyduğu talihsiz kız adının anlamını yaşayarak ne gerçekten mutlu olabilir ne de birine naz yapıp ağız dolusu gülebilir. Türker, “Annemin elimi sonsuza dek bıraktığı yerden büyüyebilseydim her şey olabilirdim” diyen, teselliyi okuduğu ansiklopedilerde arayan Temenni’nin aile ve arkadaşlık ilişkileri üzerinden erkek şiddetini anlattı. Okuru ölüm korkusuyla yaşayan, “hayatın uykusuzu, gecenin uyurgezeri” kadınların yürek atışlarına ortak etti. Sibel K. Türker ile kitabını ve hayatı konuştuk.
Hayatı Sevme Hastalığı kitabınız, “İnsan annesini kaybedince ölümlü olduğunu anlıyor...” cümlesiyle başlıyordu. Bunda da annesi öldürülen Temenni’nin aynı kaderi yaşama korkusunu konu ediyor, yine annelerden yola çıkıyorsunuz.
Evet, iki romanda da annelerden yola çıkıyorum dediğiniz gibi. Ben edebiyatın dişil olduğuna inanan biriyim. Hikâyeler de anneler gibi doğurgan; nesiller boyu sürüp gidiyor. Evrende madde ve hikâye kaybolmuyor bana sorarsanız. Şehrazat’ın hikâyeleri birbirine ulayarak hayatta kalma çabası çok bilindik bir metafordur. Dolayısıyla “ana” kaynağa başvuruyorum. Her şeyin başlangıcı olan dişiye …
Kitabınızı kadın cinayetlerinin kurbanlarına, kız kardeşlere ve teyze kızlarına ithaf etmişsiniz. Kişisel hikâyenizde sizin veya bir yakınınızın erkek şiddetine maruz kalma durumu oldu mu?
Bu toplumda gündelik yaşamlarımızda öyle ya da böyle erkek şiddetine uğramayan var mıdır? Evlerde, ofislerde, hatta sokakta… En hafifinden en ağırına kadar bununla sınanıyoruz. Üstelik şiddet biçimleri de çok üretken. Kaba saba olmak zorunda değil. Çoğu medeniyet maskesine bürünmüş, sinsice gerçekleştiriliyor. Ben buna kentsoylu şiddet de diyorum. Çoğunun farkında bile olamıyoruz ne yazık ki. Algılarımızı her zaman o denli açık tutamıyoruz. Durup düşününce yerine oturuyor pek çok şey. Ancak bu romanda şiddetin en ağırı, yani bir kadının hayattan koparılması anlatıldı. Böyle birini de tanımıştım. Ablası yıllar önce kocası tarafından öldürülmüş, kırkına varmamış bir kadındı. Sanırım üç çocukluydu. Beni dehşete düşüren anlatanın soğukkanlı tavrıydı. Gerçi yıllar geçmiş, ölen ölmüş, içi soğumuştu. Ama sanırım yas duygusu alttan alta hep vardı. Mistik bir anlatımla ablasının o kurşunları yemesine rağmen hiç ölmemiş gibi güzel bir ölü olduğunu söylemişti. Kanım donmuştu. İşte dehşet bu kadar somut, bu denli yakınımızdaydı.
"İroni benim için bir direniş biçimi"
Cennette Gibiyim oldukça ironik bir başlık olmuş. Kitabın adı üzerine neler söylersiniz?
Evet, ironi benim için bir direniş biçimi. Temenni cehenneminden konuştukça, anlattıkça cennet fikri daha da ortaya çıktı, belirginleşti. Bu o genç kadının özlemiydi. Cennet hakkında karışık fikirleri olsa da, sonuçta mutlu olunan yer anlamına geldiğini kestiriyor ve annesiyle orada olmak, buluşmak istiyordu. Ölümü anlayamıyor, burgaç gibi içine çeken bu uğursuz düşüncenin girdabında çırpınıyordu. Kendisine biçilen bu yaşamda neden bunları yaşadığını anlayamıyor, yaşama benzemeyen bu acılarla dolu yerden kaçmak da istiyordu. Sonra alaysama başlıyordu. “Cennete gidemem, çünkü zaten orada gibiyim” diyor, kendi kendine gülüyordu. Burada, bu anlayışsızlıklar, bu insandan saymamalar, bu itip kakmalar, bu yaralanmış ruhlar ülkesinde annesi ve diğer kurbanlarla birlikte bir cennetteydi yani.
Sırf bu kitabı yazma sürecinizde kaç kadın öldürüldü, baktınız mı?
Sadece 2024 yılında üç yüzü geçmişti sanırım sayı. Teyze kızının romanda dediği gibi, “her güne bir kadın cinayeti” düşüyor neredeyse… Bu duruma “münferit olaylar” olarak bakma yanlısı olan hükümete buradan da duyurulur. Bu ölümlere “kadın cinayeti” denmesi bile epey zaman aldı.
“Palyaço gibi hüzünle gezen kukla kadınlar her şehrin sokaklarında görülecektir…” deniyor romanda. Kadınların çoğu maskeyle dolaşıyor dersek abartmış olur muyuz?
Ben yollarda, sokaklarda çok fazla mutsuz kadın yüzü görüyorum. Belki de algıda seçiciliktir, bilemiyorum. Genelde yorgun, bitkin, yüzü düşmüş kadınlar. Artık bir savaş vermeye bile mecalleri kalmamış çoğunun. Avrupa’da böyle değil ama; kadınlar genci yaşlısı çok daha özgüvenli görünüyorlar. Bu tezat hep canımı yakmıştır. Buradan toplum olarak pek de güler yüzlü olmadığımız sonucuna varamayız sanırım. Burada kadınlar sıkışmış, baskı altında ve çoğu mutsuz. Evlisi de, bekârı da, genci de, yaşını almış olanı da böyle. Bir de hayat gailesini, maddi olarak hayatlarını sürdürmenin zorluklarını eklersek ne çetin bir meselenin içinde oldukları anlaşılabilir.
"Kadınların ruhları zarar görüyor"
Kadınların iç dünyasına yönelik çok ince detaylar var. “Mutfak taşında hepimizin ayrı bir depresyon ilacı bulunurdu” cümlesi de bunlardan biri. Bir başka satırda, “Hakaretler ruhu bozuyor, bozulan ruh bedenin kapısını çalıyordu” diyor kadın anlatıcı. Erkek eliyle, toplum eliyle ruh sağlımızla oynanıyor diyebilir miyiz?
Kesinlikle söyleyebiliriz bunu. Bu ülkede yaşayan kadınların tazmin edilemeyecek zararları olduğunu düşünüyorum. Acımasız erkek egemen düzenin sonucu tüm bunlar. En hafifleri depresyon, panik atak gibi psikiyatri biliminin tanımladığı ruhsal rahatsızlıklar. Bir istatistiği var mı bilemiyorum ama yaşa bağlı olmayan stres kökenli tansiyon, vertigo gibi rahatsızlıklar da çoğunlukla kadınlarda görülüyor kanımca. Tabii bunlar zararların en hafifi sayılabilir. Kadınlar ne baba evlerinde ne de kocalarıyla yaşadıkları evlerde mutlular. Erkek arkadaşları ve sevgilileri de bu merhametsizlik kervanına katabiliriz yaşananlara bakarak. Onlara uyum gösterme gerekliliği öğretildiğinden genelde susmak zorunda kalıyorlar. Zaten susmayanlar en hafifi dayak olan şiddet biçimleriyle de sınanıyorlar. Ruhtaki hastalık bedende tezahür ediyor genellikle; doktora gittiklerinde de o tip ilaçlar verilerek yollanıyorlar. Ruhu hastalanmış bir kadına migren teşhisi koymak ve ilaç yazmak ne kadar çözümse artık… Kadınlar belki de istiyorlar bunu. Ruhtaki yaraları deşmek, anlatmak zordur. Yüzleşmek ölüm gibidir. Devamını getiremeyeceklerini bildikleri için –uzun terapiler, sonrasında belki radikal bir hayat tarzı değişikliği, ayakta kalma yolları bulma, ekonomik zorluklar– bu durum onları caydırıyor, kısa yolu deniyorlar. Ama baş ağrısı tedavi edilebilir. Bedensel hastalığı tercih ediyor kadınlar. Çünkü bizim toplumumuzda psikoloji de pek önemsenmez. Anlatsa çevresindeki kimse anlamaz. Ruhunu hastalandıranlar da suçu asla üzerine almaz. Bunlar bu toplumda kadın olmanın gizli öğretisidir.
Cennette Gibiyim’de Temenni babasından kaçarak başka bir adama sığınıyor. “Duvak altı hem bir çatı hem de bir sığınak” diye anlatılıyor bu durum. Kadınların bir kaçış dürtüsüyle yanlış evlilik ve seçimlerden uzak durması için ebeveynlerin önemini konuşmalıyız belki de.
Elbette… Kadınlar bir tuzaktan diğerine avmışçasına kaçıyorlar. Bile bile de oluyor bu. Sorsanız çoğuna “İyi olmayacağını biliyordum ama yine de bir umut” dediklerini duyarsınız. İki kötü hayattan birini seçiyor, seçmek zorunda bırakılıyorlar. “Madem evlendim, çekip oturacağım” diye de düşünüp dişlerini sıkarlar. Kadınlar sabırlıdır. Zamanın sahibiymiş gibi düşünür, davranırlar. Bunu düzenleri için, çocukları için yaparlar. Biliyor musunuz, bu toplum kadınlarına çok şey borçlu. Fakat kadınlar alacaklı gibi de davranmıyorlar. Tek istedikleri korunma ve adaletken o bile esirgeniyor onlardan.
“Yaşım on sekizdi ama
içim sanki evrenin başlangıcını görmüştü”
Fasikül satarak geçimini sağlayan Temenni, “İnsanlar bilgi dışında her şeye değer verirler” diyor. Bu da toplumsal kodlarımızdan biri diyebilir miyiz?
Temenni’nin bilgiyle bir tür ilişki kurmasını özellikle istedim. Ansiklopedi satarken okuma aşkını keşfediyor. Teyze kızı zaten okuyan biri. Kendinden bahsederken de “Aptal, cahil bir kızdım” diyor. Liseyi zar zor bitirmiş. Çok bildik bir şey. Az gelişmiş toplumlarda kadını yönetmek için bilinçlenmesi istenmez. Özellikle cahil bırakılır ki, başa dert açmasın. Dolayısıyla ataerkil düzenin devamı için sessiz, bilgisiz, bilinçlenmemiş kadınlar olması gerekir. Kadına yatırım yapılmaz. Yoksa gerçeklere ayacak, nasıl yönetildiğini görecek, ses çıkaracak. Tüm bunlar istenir şeyler mi?
Kadınların öldürülme şekli üzerine de konuşmalıyız…
Gördüğümüz örneklerde apaçık bir vahşet var. Nasıl bir öfkeyse bu hâlâ önü alınamayan. Bu kadın sana en fazla ne yapmış olabilir? Boşanmak istedi, evden ayrıldı, ilişkiyi bitirmek istedi, telefonunu açmadı, kuaförde işe girdi, vesaire… Sebepler gerçekten de çok hafif. Hafifletici sebep olamayacak kadar hafif. De ki aldattı; çoğunda da aldatılma şüphesi var zaten. Gerçekte ne olduğunu bilmiyoruz, katilin ağzından dinliyoruz. Kadınlar deşiliyor, doğranıyor; otuz kırk bıçak darbesi alan var. Kurşunlar yağdırılıyor, artık söylemek de istemediğim bedene yönelik başka başka şeyler. Bu nefretin sebebi ne? Benim de anlamak istediğim bu.
“İçimi yokluyordum. Yaşım on sekizdi ama içim sanki evrenin başlangıcını görmüştü” diyor anlatıcı. Kadınların ruhları daha mı erken yaşlanıyor?
Kadınların ruhu zaten erkeklere göre yaşlıdır kanımca. Böyle bir farkla doğduğumuza ve yaşadığımıza inanıyorum. Belki de bilgelik ağacının meyvesindendir, ayrı bir konu. Bana kadınlar tüketiliyor gibi geliyor daha çok. Verimli bir kaynaktan doğan suyun kurak toprakta bir süre akıp sonra gücünü yitirmesi gibi bir şey. Kaynağı kuruyor yani, diğer su kollarıyla beslenemediği için.
Temenni, “Allahım öldüm diye yataktan sıçrıyor.” Aynı zamanda yanında büyüdüğü teyzesini şöyle tasvir ediyor: “Biri arkasından mutfağa girse sıçrardı. (…) Çamaşır asarken havadan bir güvercin geçse balkondan düşecek gibi olurdu. Hatta bir keresinde sokakta mantar tabancası patlatan çocuklar yüzünden bayılmıştı.” Çok kadın bu konuda duygudaş diyebilir miyiz?
Korku ruhlarında, belleklerinde yer etmiş kadınların. Öyle kadınlar tanıyorum ki, kocaları gözleriyle idare eder onları, bakışlarıyla döver. Kadınlar yüksek seslerden, bağırış çağırıştan korkar. Baygınlık, iç boşalması, sendeleme çok görülür. Zaten o sürece gelinceye kadar türlü usullerle de terbiye edilmişlerdir. Fakat ufacık bir sapma, bir dışa taşma affedilemez. Kadınlar çizgi dışına çıkamaz. Sanki hayat sayfaları açık bir güzel yazı defteri de, kadınlar deftere layığınca harfler çizememekten korkarlar.
Temenni’nin öldürülen iş arkadaşı için sarf ettiği şu cümleler hal-i pür melalimiz: “Güleser’i hepiniz gazetelerde okudunuz sonradan, akşam yemeğini yerken haberlerde izleyip üzerine bir bardak soğuk su içtiniz.” Ne dersiniz?
Bir tür aldırmazlık da var toplumumuzda. Kadınlar da öyle. Sanki tüm bu olanlar hemcinslerinde yapılmamış gibi… Bir uyuşma halini yaşıyoruz toplum olarak. En kötüsü de alıştırıldık, normalleştirdik. Ya da kadınlar sınıfsal olarak kendilerini bu kurbanlardan ayırıyorlar. Yoksuldu, eğitimsizdi, benim başıma gelmez diye de düşünüyor olabilirler. Oysaki tüm bunlar içinde yaşadıkları ve çok da tanımadıkları toplum hakkında epey şey söylüyor onlara. Daha korunaklı bir konumda yaşamaları çok şey değiştirmez. Böyle bir toplumda yaşamak her kadın için tehdit unsurudur oysa. Bütün kadın katilleri “sevdiğim için öldürdüm” diyor. Bu cümle üzerinde de durmak isterim. Sebepler türlü türlü deminki sorunuzda da açıklamaya çalıştığım gibi. Ama sevgiden öldürmek de bir neden; çok duyuyoruz. Hatta buna “aşk cinayeti” adı da takıldı yanlış bir biçimde. Sevgi ve öldürmenin aynı cümle içinde geçmesi de ürkütücü. Bence erkekler taşkın, vahşi duygularına kulp takıyorlar ya da sevgi anlayışları sorunlu.

Romanda, “Korunmak için ne yapmalıyım?” diye dile getirilen bir de yakıcı soruyla karşılaşıyoruz.
Bizimki gibi ülkelerde kadınlar yeterince korunmuyor, yasal dayanaksızlık var. Bu durum da kadınların yalnızlaştırılmasına neden oluyor. Sahipsizlik kelimesini sevmiyorum, kimsesiz bırakılıyorlar. Bu da katillerinin işine geliyor; bu denli kolaylıkla öldüremezlerdi yoksa, göze alamazlardı. Oysaki devletin birincil görevi olmalı vatandaşının hayat hakkını korumak. Ve bu korumanın kusursuz biçimde işlemesi için sıkı bir örgütlenme biçimi kurmak. Polisinden savcısına hâkimine, bir hiyerarşi piramidinde bunu kurabilmek ve uygulayabilmek caydırıcı yasaların yaptırım gücüyle de desteklendiğinde çok şey, her şey değişir.
Verilen cezanın yetersizliğine yönelik şu cümleler benzer kaderi yaşayanların ortak isyanı sanki: “Canavarca hislere verilen cezalar nasıl da böyle çarçabuk çekilmişti? Annemin ölümüne bile alışamamışken babam hapishane duvarlarına el sallayarak çıkıp gelecek miydi?”
Cezasızlık diyemesek de verilen cezaların işlenen suça oranla azlığı ve infaz yasasındaki hükümler ülkeyi kadınlar için tekin olmayan bir hale getiriyor. Kadın örgütleri yıllardır bunun mücadelesini veriyor. Ancak gelinen nokta çok da umut verici değil ne yazık ki.
Kadınları katleden erkeklerin verdiği ifadeler tam da romanda teyzenin sarf ettiği sözler gibi: “Bir ölüyü suçlamak kolaydı. Ölünün sesi, dili mi olur?”
O ifadelere bakarsak birbirinin kopyası gibi. Erkekler birbirinden kopya çekiyor bence. Demek ki yeterince yaratıcı değiller. Genelde kurban kadınları suçlayan ifadelere rastlıyoruz. Katledilmiş kadının ahlakı söz konusu edilerek mesela toplumsal kodlara göz kırpılıyor ki, bir destek bulabilsin. “O saatte” diye bir kavram var ülkemizde. Üzerinde herkes hemfikir. Kadını erkeği hem de. “O saatte” denince akan sular duruyor. Çocuklar bile diyecek neredeyse. İyi saatte olsunlar! Hangi saatmiş o saat, merak ediyorum. Bazı kodlar var katillerle toplum arasında, Matrix filmindeki gibi akan kodlar. “O saatte”, “O kıyafetle…” gibi. “O saçla başla, o süsle püsle, o boyalı dudaklarla…” gibi çoğaltabiliriz bunu. Ama “O saatte”nin yeri ayrı tabii. Dolayısıyla kurban edilen kadının ne kadar kötü, ahlaksız, söz dinlemeyen, asinin teki olduğu anlatılarak suçlarının teknik olarak bir öldürme eylemi gibi görünmesine rağmen aslında öyle olmadığını kanıtlamaya çalışıyorlar. Çünkü asıl suçlu kadın, kendini öldürten de o. Ölmüş olduğu için de biz onu hapse koyamıyoruz. Oysaki bizde ölünün arkasından konuşulmaz. Konuşuyorlar, hem de kötü kötü. Böylece hem geleneğe hem dine karşı gelmiş oluyorlar.