Ercan Arslan ile söyleşi:
İçgüdüyle resim yapmak
“Beni dürten, heyecanlandıran yeni bir anlatım dili yakaladığımda, bir limon gibi suyunu tamamen sıkana kadar peşini bırakmıyorum. Kendimi tekrarladığımı yaptığım işlerden sıkılmaya başlayınca anlıyorum.”

Ercan Arslan. Fotoğraf: Anja Söyünmez. Arkada sanatçının CerModern'in duvarına yaptığı desen. (kolaj)
İstanbullu sanatseverlerin Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nde (2022) ve Alan Kadıköy’de (2023) açtığı sergilerden tanıdığı ressam Ercan Arslan şimdi de Burak Fidan küratörlüğünde Ankara’da izleyiciyle buluşuyor. Sanatseverler CerModern’de 8 Aralık 2024’e kadar Arslan’ın 52 resminden oluşan bir seçkiyi görebilecek. Sergi derin bir soruyu merkezine alıyor: Nedir insanı insan yapan? Bu soru yalnızca Arslan’ın çalışmalarının temelini oluşturmakla kalmıyor, aynı zamanda günümüzün de en önemli sorularından biri.
Berlin’in Schöneberg semtindeki yağlıboya tablolar, fırçalar ve ahşap çerçevelerle çevrili olan atölyesinde Arslan çarpıcı mavi bir duvarın önünde, eski bir ahşap sandalyede mütevazı bir şekilde oturuyor. İnce belli bardaklardan sıcak çaylarımızı yudumlarken sohbetimiz derinleşiyor.
Ankara’da CerModern’de açtığınız “Ambiguous Polarities – İkilem ve Denge” isimli serginiz öteki işleriniz arasında nasıl bir yer tutuyor?
Küratörlüğünü Burak Fidan’ın üstlendiği “Ambiguous Polarities – İkilem ve Denge” sergisini hazırlarken farklı dönemlerde seçtiğimiz resimlerin birbirleriyle konuşmalarına dikkat ettik.
Benim resimde işlediğim, beni sanatımın ilk ânından itibaren ilgilendiren en önemli konu her zaman insan oldu. Bu sergiyi tasarlarken de “günümüzde insan olmak nedir?” sorusundan yola çıktık. Bu çok derin ve çok farklı açılardan değerlendirebilecek soruyu sergideki resimler üzerinden irdelemeye çalıştık. İstedik ki sergilenen resimler ayna etkisi yaratsın ve izleyici kendisiyle karşılaşsın, yeni sorular sorsun. Amaç yanıt vermekten çok, insanın iç dünyasına, çelişkilerine dair sorular sormak, yeni düşüncelere kapı açmak.
Sezgileriniz sanat üretiminiz için ne kadar önemli? Sezgiyle teknik arasındaki diyalektik ilişkiyi bize anlatabilir misiniz?
Ben 40 yılı aşkın süredir çok yoğun bir şekilde resim yapıyorum. Bu süre içinde sanat pratiğimde hiç değişmeyen tek şey benim içgüdüsel/sezgisel çalışmam. Ben çalışmaya başlamadan önce (istisnalar dışında) ne konu belirliyorum ne de ne yapacağımı önceden biliyorum. İçgüdüyle resim yapmak şu demek: Katıksız ve samimi. Üretilen iş ne kadar dış kaygılardan (sanat piyasası, yaşam sıkıntısı…) ve (gereksiz) akıldan arındırılmışsa, o kadar kendi gerçekliğine yakın olur.

Malzeme seçimim de biraz öyle. Ben malzeme üzerinden düşünen, kendini en iyi malzeme üzerinden ifade edebilen biriyim. Malzemelerle kurduğum diyalog belli malzemelerin kendisini zaman içinde bana dayatmasıyla oluyor. Her malzemenin kendine özgü özellikleri var. Taşla yapabildiğiniz bir işi karakalemle yapamazsınız. Yağlıboyanın sınırları mürekkepten veya suluboyadan çok daha farklıdır. İnsanı ezberden, tekrardan kurtarır. Farklı zamanlarda farklı malzemelerle yoğunlaşmam içine düşeceğim tekrar tehlikesinden beni kurtarır ve beni farklı anlatım yolları bulmaya zorlar.
Önceki soruları göz önünde bulundurursak, sanatınız ne kadar politik? Kendinizi politik bir sanatçı olarak tanımlar mısınız?
Ciddi üreten her insanın ister istemez politik olduğunu düşünüyorum. Dolaylı veya dolaysız, üretiminizle pozisyon belirliyorsunuz, bir duruş sergiliyorsunuz. Bu ortaya koyduğunuz duruş herkesin (özellikle güç sahiplerinin) hoşuna gitmeyebilir. Bunu görmek için sanat tarihine şöyle bir göz atmak yeterli olacaktır sanıyorum.
Benim çalışmalarımda doğrudan politik bir mesaj göremezsiniz. Sanatsal üretimimde ne bir slogan ne de günlük politikaya dair göndermeler vardır. Daha geniş düşünmek, zamansız olmak ve uğraştığım her şeyin başarabildiğim kadarıyla özüne inmek hoşuma gidiyor.
Sanatınızı Türkiye’de sergilemekle ve Türk sanatında köklenme isteğinizle ilgili bize neler söylemek istersiniz?
Yaşamımın ilk 11 yılını Türkiye’de geçirdim. 44 senedir yurtdışında yaşamama rağmen Türkiye’yle bağlarımı hiç koparmadım. 30 yıldan beri her yıl Toroslar’ın eteğinde bir dağ köyüne gidip orada iki ay taş heykel ve land art yapıyorum. Bu topraklarla ilişkimi hiç kesmedim yani. Türk edebiyatını ilk gençlik yıllarından beri okuyarak yakından takip ettim. Türkçeden de kopmadım.
Bir süredir Türkiye’nin sanat ortamında daha sık görünmeye başladım. Bazı İstanbullu sanatçılarla, yazarlarla dostluklar kurdum. Arkadaşım ve bu serginin küratörü Burak Fidan’ın bu konuda yardımı ve payı çok büyük.
Türkiye sanat ortamı çok dinamik ve yeni gelişmelere oldukça açık. Bu beni açıkçası çok heyecanlandırıyor.
Türkiye’deki sanat ortamına nasıl bir soluk getirdiğinizi düşünüyorsunuz?
Bu sorunun yanıtını benim vermem doğru olmaz. Yukarıda da belirttiğim gibi, daha iyi bildiğim İstanbul’un ve bu sergi sayesinde ilk defa tanıma fırsatı bulduğum Ankara’nın sanat ortamı oldukça dinamik; kendine özgü yapısı ve ilişkileriyle heyecan verici. Zaman içinde bu dünyaya nasıl katılırım, yeni ilişkiler nasıl filizlenir, bilemem.
Beslendiğiniz yerler, kişiler?
Ne kadar farklı malzemelerle çalışsam da, farklı disiplinlerde ürünler versem de, özünde bir ressamım ben. Klasik modern Batı resminden, daha gerilere gidersek İtalyan ikonlarından, Rönesans’tan çok beslendiğimi söyleyebilirim. En genç ustalarım yarım yüzyıl önce öldü. Ama bunun yanı sıra geldiğim topraklar da ezgilerinden kilimine kadar beni çok etkiledi/etkiliyor. Tüm duygusal dünyam bir Avrupalı’dan çok Asya’lı. Bu bağlamda benim sanatsal üretimimi nasıl bir çerçeveye oturtmak gerektiğini ben söyleyemem. Bu bir sanat tarihçisinin işi ve onun yanıtlayabileceği bir soru.
Sanatsal üretiminizdeki heyecanınızı nasıl koruyorsunuz? Sizin için yeni veya deneysel teknikler sanatsal üretiminizde nasıl bir öneme sahip?

Oldum olası kendi sanatsal üretimimde tekrardan çok korkarım. Kendini tekrarlayan sanatçı ölmüştür bence. Bu korku, heyecanımı daima canlı tutan en önemli etkenlerden birisi olmuştur. Ben aramıyorum ama malzemeler üzerinden düşünen, üreten biri olarak sürekli bakış açımı değiştirmeye çalışıyorum. Yeni malzemeler ve tekrar tekrar yeniden kullandığım, peşimi bırakmayan eski malzemeler bana yeni kapılar aralıyor. Beni dürten, heyecanlandıran yeni bir anlatım dili yakaladığımda, bir limon gibi suyunu tamamen sıkana kadar peşini bırakmıyorum.
Sanatınızın yeni etkilere-malzemelere ihtiyacı olduğunu nasıl anlıyorsunuz ve anladığınızda bu yolda nasıl ilerliyorsunuz?
Kendimi tekrarladığımı yaptığım işlerden sıkılmaya başlayınca anlıyorum. Bu büyük bir bunalım. Ben çok yoğun ve her gün saatlerce çalışan biriyim. Heyecan veren yeni bir renk, yeni bir çizgi, yeni bir form yakaladığımda sonuna kadar peşinden gidiyorum. Hazine bulmuş gibi seviniyorum. Bir süre sonra buradan artık yeni bir anlatım çıkmayacağını hissettiğim an bırakıyorum. Alman ressam Neo Rauch buna “Wiederholungsekel” diyor. Kusma derecesinde tekrar yani.
Önceki Yazı

Min Nevâdiri’l-Kütüb – 30:
Geç dönem Osmanlı sözlü edebiyatına dair birkaç yabancı kaynak
Told in the Coffee House: Turkish Tales (1898) / Erzählungen eines Effendi (1896) / Fables turques (1882) / L’Orient inédit: Légendes et traditions arméniennes, grecques et turques (1912) / Ottoman Wonder Tales (1915) / Török Népmések (1889) / Traditions populaires de l’Asie mineure (1889)