Min Nevâdiri’l-Kütüb – 30:
Geç dönem Osmanlı sözlü edebiyatına dair birkaç yabancı kaynak
Told in the Coffee House: Turkish Tales (1898) / Erzählungen eines Effendi (1896) / Fables turques (1882) / L’Orient inédit: Légendes et traditions arméniennes, grecques et turques (1912) / Ottoman Wonder Tales (1915) / Török Népmések (1889) / Traditions populaires de l’Asie mineure (1889)

Münif Fehim Özarman[*]
Beni tanıyanlar yazı konusuna takıntı derecesinde ilgi duyduğumu bilir. Tam elli senedir hat eserleri toplamam bunun sadece bir boyutu. Bilgisayarların sayısız hurufatı (fontu) istifademize sunmasından çok önce, henüz orta okul yıllarımda, Sirkeci’ye, Cağaloğlu’na gidip çeşit çeşit Letraset yaprakları satın alır, grafik tasarımlar yapardım eğlenmek için. Doktora tezim, erken Osmanlı döneminde hafî (gizli) ilimlerin okuma yazma edimleriyle ilişkisi konusundaydı. Ama son yıllarda sözlü edebiyatın da önemini, geç de olsa, kavradım – kısmen eski ögrencim Dr Elif Sezer Aydınlı dostum sayesinde. (Yazılı ve sözlü kültürlerin birbiriyle girift ilişkisi konusunda birlikte yazdığımız bir makaleye şuradan ulaşılabilir.) Bu ayın kitapları, Osmanlı döneminin son yıllarında Avrupa’da yayınlanmış, sözlü edebiyata dair eserler. Böyleleri ilginç bir külliyat oluşturuyor; elbette hepsinden bahsedemeyeceğim burada, ama araştırılmaya değer bir konu. Ben birkaç örnek veriyorum sadece.
İlk örneğim, Cyrus Adler ve Allan Ramsay’nin derleyip İngilizceye çevirdiği Told in the Coffee House: Turkish Tales (Kahvehanede Anlatılanlar: Türk Hikâyeleri; Londra ve New York: The Macmillan Company, 1898). Kitabın birçok yeni baskısı var, ayrıca Türkçe çevrisi 2016’da yayınlanmış. İngilizce aslı 174 sayfa, 29 hikâyeden oluşuyor. Adler (1863–1940) Amerikalı bir müsteşrikti. Her ne kadar uzmanlık alanı Sâmî dilleri idiyse de, 1890 Dünya Sergisi öncesinde çıktığı Orta Doğu gezisinde Türkiye’de de bulunmuş, anlaşılan bu masalları o esnada toplamıştı. Ramsay konusunda ise herhangi bir bilgiye erişemedim, sanırım kitabın hazırlanmasında daha ziyade editör rolü oynamış olmalı.
Adler ve Ramsay’nin anlattığı hikâyeler gayet ilginç, üstelik tamamen uyduruk da değiller. Örneğin kadınların erkeklerden daha zeki olduğu konusunu işleyen ikinci hikâyenin çok benzerine daha evvelsi gün, transkripsiyonunu yapmakta olduğum bir 18. yüzyıl Osmanlı el yazmasında tesadüf ettim. Gerçekten kahvehanelerde mi toplamışlar hikâyeleri, yoksa birtakım kitaplardan mı araklamışlar, doğrusu bilmiyorum. Ama metinlerde Türk havası var kesinlikle.
Bir tanesi özellikle hoşuma gidiyor, herhalde yine gurbette olduğum için anlamlı geliyor bana. Özetle şöyle: İstanbul surları civarındaki bir kulede oturan bir hurdacı gece rüyasında Mısır’a gittiği taktirde zengin olacağını görüyor, bin bir zahmetle Mısır’a ulaşıyor. Zaman geçiyor ama umduğu zenginliğe kavuşamıyor. Bir gün Kahire’de adamın birine olayı anlattığında muhatabı bir rüya peşinde böyle bir yolculuğa çıkmanın enayilik olduğunu, kendi de benzer bir rüya gördüğünü fakat gördüğüne inanacak kadar saf olmadığını söyleyip rüyasını anlatıyor: Meğer İstanbul surları civarındaki bir kulenin bahçesinde, bir ağacın dibinde bir define gömülü imiş; rüyaya bakılırsa gittiği taktirde zengin olacakmış, ama inanmadığından gitmiyormuş. Hurdacı kendi rüyasının tabirini bu şekilde öğrenip hemen İstanbul’a dönüyor ve evinin bahçesindeki ağacın dibini kazıp gömülü defineyi buluyor!
İkinci örneğim, Rudolf Lindau’nun Erzählungen eines Effendi (Bir Efendinin Hikâyeleri; Berlin: F. Fontane & Co., 1896) adlı kitabı. 184 sayfa uzunluğundaki bu kitapta 8 hikâye var, ilk beşi kitabın adını oluşturan hikâyeler, diğerleri ise “Üç Türk Hikâyesi” başlığı altında toplanmış.
Kitabın varlığından Edhem Eldem sayesinde haberdar olmuştum birkaç yıl önce; meğer ilk beş hikâyenin konusu (daha doğrusu anlatıcısı) olan “efendi” değerli dostumun büyük amcası, ressam Osman Hamdi Bey imiş! O nedenle de bu hikâyelerin, annesi rahmetli Rana Eldem tarafından yapılan çevirilerini notlayıp Un ottoman en Orient: Osman Hamdi Bey en Irak, 1869–1871 (Şark’ta bir Osmanlı: Osman Hamdi Bey Irak’ta; Paris: Sindbad/Actes Sud, 2010) adlı kitabına dahil etmişti.
Bir Alman gazeteci, yazar ve hariciyeci olan Rudolf August Leopold Lindau zu Gardelegen (1829–1910), Japonya, Çin, Siam (Tayland), Hindistan ve Amerika’da çalışmış, 1890’lı yıllarda bir süre İstanbul’da bulunmuş. Herhalde Erzählungen eines Effendi iyi karşılanmış olacak ki hemen arkasından Türkische Geschichten (Türk Masalları; Berlin: F. Fontane & Co., 1897) adlı, bu kez 12 hikâyeden oluşan bir kitabı daha yayınlanmış.
Osman Hamdi Bey’e maledilen hikâyelerin nereye kadar kendi sözlerini yansıttığı, hangi ölçüde Lindau’nun kurgularından oluştuğu gibi sorular cevapsız kalmağa mahkûm. Eldem, hikâyeleri şarkiyatçı kalıplar bağlamında ele almışsa da, Osman Hamdi’nin Bağdat yıllarına bir dereceye kadar ışık tuttuklarına inanmış olmalı ki konuya ilişkin kitabında onlara da yer vermiş. Benim dikkatimi çeken ise hikâyelerde estetik duyarlılığın tuttuğu önemli yer. Bu pek âlâ Lindau’nun marifeti olabilir, ama ben ünlü Osmanlı ressam, arkeolog ve müzecinin hassasiyetlerini yansıttıklarını düşünmek istiyorum. Örneğin ilk hikâyede Cin ismindeki saf kan atla ona bakan Anizeli Mansur’un, ikinci hikâyede Çeçen savaşçı Salih ile kardeşi Hasan’ın, üçüncü hikâyede anlatıcının gönlünü çelen genç Saliha’nın... betimlemelerinde fizikî güzellikleri hep o denli ön planda ki, bunun sadece bir edebî teknik yahut motiften ibaret olduğuna ihtimal veremiyorum. Dolayısıyla da hikâyelerin bu önemli kültür insanının dünyaya nasıl baktığı, gündelik hayatta çevresini nasıl estetize ettiği hakkında önemli bir ipucu verdiğini sanıyorum.
Üçüncü örneğim, Jean Adolphe Decourdemanche’ın çevirdiği Fables turques (Türk Meselleri; Paris: Ernest Leroux, Éditeur, 1882). Decourdemanche ilginç bir sima. Sanırım Fransa Ulusal Kütüphanesi’ndeki bir katalog hatâsı nedeniyle olmalı, uzun süre Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa’nın bir ara eşi olan Melek Hanım’ın ilk evliliğinden doğan Frederick Millingen’in (nam-ı diğer Osman Bey, Osman-Seify Bey, Kıbrıslızâde Osman Bey, Vladimir Andrejevich) müstear adı sanılan Decourdemanche (1844–1916), Osmanlı kültürünü iyi bilirdi ve konuya ilişkin birçok kitap yayınlamıştı: Enderunlu Fâzıl Bey’in Zenân-nâme’sinin serbest çevirisi olan Le Livre des femmes (Zenan-Nameh) (1879), Mille et un proverbes turcs (Bin Bir Türk Atasözü; 1878), Mehmed Said Efendi’nin Ahlâk-ı Hamîde’sinin çevirisi olan La Morale musulmane, ou l’Akhlaqi-Hamidé (1888), Nasreddin Hoca fıkralarının bir derlemesi olan Les Plaisanteries de Nasr-Eddin Hodja (1876), Mekr-i Zenân ve Ferec bade’ş-şidde adlı iki klâsik eserin (ikincisi kısmî) çevirisinden oluşan Les Ruses des femmes (Mikri-Zenan), et extraits du Plaisir après la peine (Feredj bad chiddeh) (1896) bu eserlerinin sadece küçük bir bölümü.
Fables turques 310 sayfada 149 hikâyenin yer aldığı hacmi hatırı sayılır bir derleme. Başlığını “meseller” diye çevirdim ama bize “fabl” şeklinde geçmiş olan Fransızca “fable” kelimesi kitabın içeriğine daha uygun: Birçoğu hayvan kahramanlar içeren bu öğretici hikâyeler, Jean de La Fontaine’le yetişen Fransız okurlarına çok cazip gelmiş olmalı. Önsözde eserin bir Osmanlıca el yazması mecmuanın çevirisi olduğu belirtilmiş, yani derlemeyi yapan Decourdemanche’ın kendisi değilmiş. Mecmuanın yazısının “Osmanlı yazısına âşinâ olan bir Avrupalı”ya ait olduğu ve 1758 tarihini taşıdığı belirtilmiş, ayrıca mecmuadaki hikâyelerin muhtemel kaynakları da tarif edilmiş. Bir örnek vereyim:
Bir deli durmadan şehrin sokaklarını dolaşır, “Hikmet satarım, hikmet almak isteyen var mı?” diye bağırırmış. Bunu duyan biri yanına gelmiş, eline birkaç kuruş verip “Bana biraz hikmet sat bakalım” demiş. Deli “Al bakalım” deyip adamın yüzüne şiddetli bir tokat atmış, sonra eline uzunca bir sicim parçası verip demiş ki: “Eğer hikmetli ve temkinli olmak istiyorsan, bundan sonra delilerden bu sicimin uzunluğunca uzak dur.” Kıssadan hisse: Delilerle ve budalalarla iş görmemeli.
Dördüncü örneğim, Minas Tchéraz’ın L’Orient inédit: Légendes et traditions arméniennes, grecques et turques (Bilinmeyen Şark: Ermeni, Rum ve Türk Efsaneleri ve Gelenekleri; Paris: Ernest Leroux, Éditeur, 1912). Bu da hayli hacimli bir eser, 328 sayfa tutuyor. Osmanlı toplumunu oluşturan farklı unsurların hikâyelerinin, etnik kaynakları belirtilerek derlenmiş olması, kitabın önemli bir boyutu.
Yazar, eğitimci ve siyasetçi İstanbul, Hasköy doğumlu Minas Çeraz Efendi (1852–1929) hakkında A.J. Hacikyan, Gabriel Basmajian, Edward S. Franchuk ve Nourhan Ouzounian’ın The Heritage of Armenian Literature ([Detroit: Wayne State University Press, 2000–2005], c. 3, s. 459–460) kısaca bilgi verilmiş. Beni acı acı gülümseten, Çeraz’ın, kitabın 1912 tarihli önsözünde söyledikleri: Meğer Abdülhamid istibdâdından kurtulmak için yirmi yıl gurbette kaldıktan sonra 1908’de “Osmanlı devriminin büyük zaferi sayesinde” Türkiye’ye dönebilmiş. Evet, 1912 yılında yazmış bunu. Ne yazık ki kısa süre sonra, 23 Ocak 1913 Bab-ı Âlî baskınıyla devrimin özgürlükçü hayalleri boşa çıkarılacak ve İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin malûm Türkçü kanadı idareyi gasp edecekti. Bunun sonucu olarak da 1914’te Birinci Dünya Savaşı’na girilecek ve 1915’te... soykırım olacaktı. Neyse ki gelenleri hissetmiş olacak – Çeraz 1914’te Avrupa’ya dönmüş, vefatına kadar da orada kalmış.
Kitapta yer alan hikâyelerden şu örnek hoşuma gitti:
Hayatı boyunca takva ile Allah’a kulluk etmiş fakir bir derviş, Hıdiv İsmail Paşa’nın hükümdarlığı döneminde Mısır’a gitmiş. Bir gün Kahire’de gösterişli giysilere bürünmüş bir Müslüman din adamı görmüş ve kim olduğunu sormuş, İsmail Paşa’nın kullarından biri olduğunu öğrenmiş. Ertesi gün, geçen bir arabanın içinde parmağında kocaman bir elmas yüzük takılı zengin görünüşlü bir adam görmüş ve kim olduğunu sormuş, yine İsmail Paşa’nın kullarından biri olduğu cevabını almış. Sonraki gün, sokakta, peşinde şemsiyesiyle cübbesini taşıyan hizmetkârlar yürüyen birini görmüş, o kim diye sorunca bir kere daha İsmail Paşa’nın kullarından biri olduğu söylenmiş. Bunun üzerine derviş iç çekmiş, gözlerini göğe doğru çevirerek “Ey Allahım” diye haykırmış, “Bir senin kulunun durumuna, bir de İsmail Paşa’nın kullarınınkine bak da, ağalık nasıl edilirmiş, öğren.”
Beşinci örneğim, Lucy Mary Jane Garnett’in Ottoman Wonder Tales (Osmanlı Acaib ve Garaib Hikâyeleri; Londra: A. & C. Black, Limited, 1915) adlı derlemesi. İngiltere’de doğan Garnett (1849–1934), Türkiye ve Balkanlar üzerine birkaç kitabın yazarı, ki en az üçünün Türkçeye çevrildiğini biliyorum. Her ne kadar Doğululara yaklaşımı genel olarak nisbeten olumluysa da, ulusları İngilizlerin en tepede, Yunanların onların bir altında, Türklerin ve Slavların ise onların da altında konumlandırıldığı bir ırk hiyerarşisi içinde ele almaktan geri durmamış, yaşadığı dönemde câri olan Avrupa düşüncesinin etkisiyle. (Bu konuda bkz. Churnjeet Kaur Mahn, “Journeys in the Palimpsest: British Women’s Travel to Greece, 1840–1914”, yayınlanmamış doktora tezi, University of Glasgow, 2007.) Yine de anlatıları daha ziyade erkeklere yoğunlaşan çoğu Batılı erkek gezginden farklı olarak kitaplarında kadınlara geniş yer vermesi dikkate değer.
Kitapta 14 masal yer alıyor; eserin başlığından da anlaşıldığı üzere derlenen anlatılar daha ziyade peri masalları cinsinden; o nedenle de yukarıda adları geçen kitaplardakiler kadar ilginç değiller kanaatimce. Yine de Charles Folkard’ın (1878–1963) Edmund Dulac, Willy Pogany ve Léon Carré gibi şarkiyatçı kitap illüstratörlerinin üslûbundaki resimleri Ottoman Wonder Tales’e güzellik katmış.
Tanınmış Macar Türkolog Ignácz Kunos’un Anadolu’da dinleyip derlediği Török Népmések (Türk Peri Masalları; 1889) de daha ziyade doğaüstü konuları kapsıyor. Kitabın R. Nisbet Bain’in eseri olan İngilizce çevirisi (maalesef Macarcam yok, keşki olaydı) Turkish Fairy Tales and Folk Tales (New York: A.L. Burt Company, 1896 civarı) adını taşıyor ve Celia Levetus’un biraz pre-Raphaelite akımının etkilerini taşıyan siyah-beyaz resimleriyle süslenmiş.
Kitapta 17’si Türkiye’den, 4’ü ise Romanya’dan toplanmış masallar var. Masallar Türkçeden Macarcaya, Macarcadan da İngilizceye çevrilmiş olduğu için asıllarına ne kadar uygun olduklarını bilmiyorum. Metinler epey akıcı gerçi, ama sahihliklerine dair bir şey söyleyemeyeceğim, bu nedenle de örnek vermiyorum.
Son olarak daha önce de burada sözlerini ettiğim, biri Fransız, diğeri Rum iki ilginç folklorcunun—Émile Henry Carnoy (1861–1930) ile Jean Nicolaides (1846–1893)—bir eserine değineyim: Traditions populaires de l’Asie mineure (Küçük Asya’nın [yani Anadolu’nun] Halk Âdetleri; Paris: G.-P. Maisonneuve et Ch. Leclerc, 1889). Bu hayli hacimli kitabın ilk 186 sayfasında muhtelif hikâyeler yer alıyor, geri kalanında ise efsaneler, şarkılar, bilmeceler, atasözleri, âdetler ve bâtıl inançlar derlenmiş – hem Hıristiyan, hem Müslüman kaynaklardan. Kitaptan seçtiğim bir küçük örnekle bitireyim yazımı; Nicolaides’in doğum yeri olan Kayseri’nin İncesu ilçesinde duyulup kitaba alınmış olan bir hikâyenin özeti şöyle:
Adamın biri bozkırda yolculuk ederken birden sağnak yağmur bastırmış. Etrafta altına sığınacak ne bir ağaç varmış, ne bir kayalık. Hemen çırılçıplak soyunmuş, giysilerini yanında taşıdığı tahıl ölçü kabının içine doldurup kabı ters yüz etmiş ve üzerine oturmuş. Birkaç saat geçince yağmur dinip güneş çıkmış, adam kupkuru elbiselerini ölçü kabından çıkarıp giymiş, yoluna devam etmiş. Bir süre sonra kadın suretine girmiş bir ifritle karşılaşmış. Yağmurdan sırılsıklam olmuş olan ifrit adamın giysilerini kupkuru görünce şaşırmış, işin içyüzünü öğrenmek istemiş. Adam “Söylemem” demiş, ifrit direnmiş. Sonunda adam bir şart koşmuş: “Söylerim ama, ancak benimle yatarsan.” İfrit merakından şartı kabul etmiş, olan olmuş, yollarına devam etmişler. Birkaç sene sonra adam ölünce Cehennemin kapısına gelmiş. Onu uzaktan görüp tanıyan ifrit “Buraya giremezsin, defol git!” diye yaygarayı basmış. Diğer ifritler şaşırmış, “Neden içeri girmesin?” diye sormuşlar. “Bu adam çok zeki, çok kurnaz” diye cevap vermiş ifrit; “Bir gün dünyada gezinirken ona avratlık etmek zorunda kaldım. Cehenneme kabul edersek hepiniz bir bir tornasından geçmek zorunda kalırsınız!”
[*] Münif Fehim Özarman, “Meddah ‘Aşkī ba‘demâ pazar irtesi pençşenbe gicelerine mahsûs olmak üzre haftada iki gice icrâ-yı hüner ideceği muhterem müşterilerimize i‘lān olunur.” Münif Fehim [Özarman] ve Ercüment Ekrem [Tâlû], Dünden Hatıralar ([İstanbul]: 7 Gün Neşriyatı, [1940 civarı]), sayfalar numaralanmamış.
Önceki Yazı

Tohum âşığı bir ekici ile, Esra Güven'le söyleşi:
Tohumların Hamileri
“Hiçbir bitkiyi çekmecelerde saklayarak koruyamazsınız. Bunu yaptığınızda bitkinin çevresel koşullara uyum sağlama gücünü elinden almış olursunuz. İklim krizi sebebiyle kritik eşiklerin aşıldığı düşünülürse, bu bir tohumun hayatta kalma ihtimalini yok etmek demektir.”