Selim İleri üstüne:
Uzun bir dostluğun akşamı
“Yazmak onun için solumaktı. Metinleri metinler içinde düşünür, bir romanla uğraşırken diğerlerini kurgulardı. Konuşmaları da sadece romanlar üstüneydi.”

Selim İleri. Fotoğraf: Ahmet Sel
Hayatın bin bir türlü cilvesinden biri olarak, geçen hafta Cuma günü, dostum Ahmet Bozkurt’la uzun uzun Selim İleri’den söz etmiş, bende bulunan ve şimdi çok geniş şekilde notlayarak yayına hazırladığım mektuplarından konuşmuştuk. Ardından, Ahmet’e de belirttiğim bazı endişe ve tedirginliklerimi yenip kendisini aramıştım, bu Cumartesi günü Koço’da buluşmaya karar vermiştik. Mektupları ve notları son kere gözden geçirmesini istemiştim. Her ne kadar ‘sen bildiğini yap’ diyerek isteksizliğini gösterdiyse de sonunda kabul etti. Çarşamba akşamı haberi geldi. Selim başka bir randevuya gitmişti. Gelemeyecekti.
Türk edebiyatının kendi kuşağında en ilginç şeyleri yazan bu en verimli yazarıyla 1976 yılının sonunda Ankara’da Bilgi Yayınevinde tanıştım. Attila İlhan’ın masasının üstünde Her Gece Bodrum duruyordu. Selim o sırada bir gazeteye günlük notlar yazıyordu. Romanın gelişmesini günü gününe anlatmış ve nihayet bitirdiğini, teslim etmek üzere otobüse binip Ankara’ya gideceğini yazmıştı. Yani serüvenden de safahattan da haberim vardı. Ben Attila Abiye mutat ziyaretlerimden birini mi yapıyordum, belki Selim İleri’yi de görürüm diye bilhassa o güne mi denk getirmiştim buluşmamızı şimdi anımsamıyorum ama ikinci ihtimal, Attila İlhan’ın çek sevdiği ve romanlarında çok sık kullandığı deyimle söylersem ‘ağleb-i ihtimal’dir, galip ihtimal.
Derken birkaç zaman sonra ben İstanbul’a gittim, yılbaşı üstüydü, Selim yayına yeni başlayan Politika gazetesinde yazıyordu. Benden de galiba iki haftada bir kitap eleştirileri yazmamı istedi. Yazdım. Daha önemlisi, birbirimize yazdığımız mektuplardı. Epey bir kısmı kayıp da olsa (ben hayatta hiçbir şeyi biriktirmedim), annem kalanları toparlamış; bir gün bana teslim ettiği dosyada bugün kitap olarak yayımlanacak kadar mektup yazmışız karşılıklı olarak. Zannederim bir günde iki mektup yazdığı da olmuştur Selim’in. O mektuplar sadece roman yiyip içerek, sadece roman düşünerek yaşayan bir yazarın ilk dönem çalışmalarına çok kuvvetli ışıklar tutacak metinlerdir.
Yıllar sonra onu NTV’de Bildiğiniz Gibi Değil isimli programıma davet ettim, geldi. Yeni katarakt ameliyatı olmuştu. Programın ortasında çıkarıp dosyayı kendisine verdim. Hayret etti. Verdiğim şu linkten program izlenebilir.

5 Mart 2017.
Hemen ertesinde Selim ilk büyük rahatsızlığını geçirdi. Sonraki görüşmelerimiz telefonla, hatta telefon üstünden yazışarak oldu. Kuşkusuz ince bir ip üstünde yaşıyordu ve maalesef hayli şenlikli bir şekilde yaşadıktan, hayatı boyunca aradığı, özlediği sevgi halesini içinde duyarak, ona somut bir metale dokunurcasına son yıllarını yaşadı ve gitti.
Selim İleri, sinemaya, tiyatroya, kısacası yazıyla oluşturulacak her şeye (o arada büyük hayali olan şiire, tek bir şiir kitabı var, Ayışığı) yönelerek yaşadı. Yazmak onun için solumaktı. Bunu bir metafor olarak değil, bir olgu olarak ifade ediyorum. Bahsettiğim mektuplardan da görüleceği üzere, metinleri metinler içinde düşünür, bir romanla uğraşırken diğerlerini kurgulardı. Hayatım boyunca onunla her karşılaşmamızdan, içim dışım roman dolarak, büyük bir roman yazma istek ve hevesiyle(!) ayrılırdım. Konuşmaları da sadece romanlar üstüneydi.
Bugün de Selim İleri’yi diğer romanlarından önce anımsatan kitabı Bodrum’dur. Bu durumdan, Ahmet Muhip Dıranas’ın ‘Fahriye Abla’, Edip Cansever’in ‘Masa da Masaymış Ha’, Attila İlhan’ın ‘Sisler Bulvarı’ şiirinden duyduğu rahatsızlığa benzer bir rahatsızlık duyduğunu biliyorum. Ama o kadar önemli değildi. Elli yıl önce yazılmış Bodrum’u kurgular ve kendi deyişiyle ‘kaleme getirirken’ modernist edebiyatın büyük tesiri altındaydı. Ben o yıllarda Joyce okuyordum. Selim, hayatının sonuna kadar Virginia Woolf’a olan hayranlığını sürdürdü. O sıralarda Dalgalar ama daha çok Deniz Feneri romanlarının çok güçlü etkisi altındaydı. Bodrum o romandan bazı şeyler almıştır. Bir grup insan iki romanda da bir yere gider, iç gerilimlerini, kırgınlıklarını yaşar ve dönerler.
Mesele bu değil. Mesele, Selim İleri’nin edebiyata çok yüksek bir yazınsal bilinçle gelmesidir. İlk büyük başarı kazanan romanından önce de Dostlukların Son Günü isimli öykü kitabını yayınlamıştı. Memet Fuat’ın Yeni Dergi’sinde ilk kez görünen bu öyküler gerçekten o tarihteki öykü yazıcılığının çok ilerisinde, müthiş bir üslupçuluğun ilk kıvılcımlarını çakan, kusursuz ve ‘çok zor’ öykülerdi. Nedeni, Selim’in yine çok farklı şekiller verse ve zamanla bambaşka bir yapıya kavuştursa dahi, sonuna kadar koruduğu bilinç akışı tekniğiydi. Selim İleri, metinlerini, yine bir olgu olarak ifade edeyim, bir ‘kuyum’ gibi işlerdi. (‘Mücevher gibi’ deyimi beyliktir ve sevilmez. Selim İleri’nin ‘kuyumcu’ sözcüğünü ‘kuyum/kuyumlar’ diye dönüştürmesi ve ona yazınsal bir hiyerarşi kazandırması, bizatihi bahsettiğim üslupçuluğunun en somut göstergesidir.) Tutumu, onun edebiyatçı olarak ilk ve en önemli, sonuna kadar koruduğu özelliğiydi.
Bodrum Üçlemesi, Selim’i belli bir okur çevresine taşıdı. Fakat o romanların hepsinden olumlu eleştiriler aldığını söylemek olanaksız. Hatta bazı metinleri, gündelik konularla, tanıdık kişilerle ve çevrelerle fazla ilgileniyor diye şiddetle eleştirildi. Kolay kırılan birisi olarak bunlardan etkilendi. 1980 yılına gelmiştik. Askeri darbe kapımıza dayanmıştı. Selim İleri, o cehennem içinde kendi romanını ısrarla sürdürdü. Bir Akşam Alacası’ndan Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın’a kadar gelen, 1980-1991 arasına yayılan, Yaşarken ve Ölürken, Ölünceye Kadar Seninim, Yalancı Şafak, Saz Caz Düğün Varyete, Hayal ve Istırap ve nihayet Kafes’i kaplayan bu dönemde Selim İleri bambaşka bir profil çizdi.
İtiraf edeyim ki, o romanlarını şiddetle eleştirmiştim. Fazlasıyla bireyci, içine dönük, dışına kapalı yapıtlardı. Dostluğumuzun birinci dönemi öylece kapandı. Eleştirilerimin nedeni bu romanlarda serimlenen ‘meselelerin’ sokakta yaşanan gerçeklikle uzak-yakın bir ilişki kurmamasıydı. Bugün bu yorum iki nedenle manasız gelebilir. Birincisi, öyle bir ilişki zorunlu mudur, ikincisi, hiç öyle bir ilişkinin kurulmadığı bir roman olabilir mi? İkinci soruyu geçeyim. Olur veya olmaz. Başka bir tartışmadır. Birinci sorun, doğrudan İleri’yi de ilgilendirdiğinden ona yöneleyim. Selim, elini, o döneminde yazdığı romanlarda toplumun içinde tuttu. Bu gerçektir. Fakat onun yöneldiği ve ilgilendiği toplum, çok sert bir eleştiriyle baktığı burjuva çevreleridir. Söz konusu romanları tam da bu nedenle çok ağır bir ironi ve Türk edebiyatında eşi görülmedik bir grotesk içerir.
O yıllarda sokaklarda kan akarken, genç insanlar darağacına çekilirken, yüzbinlerce insan fişlenirken, on binlerce insan işkence altındayken ve hapishanedeyken niye o romanları yazdı sorusunun da tartışmasının da yeri burası değil. Bugün o romanlarının anıldığını sanmıyorum. Kendisi de aradan geçen zamanda onları eski ölçülerde önemsemedi. Fakat bugün, konjonktür bunca farklıyken, o metinlerin (hepsi çok kalın, uzun, ağdalı, zor romanlardır) yeniden ele alınması, burjuvaziyle kurduğu ilişki açısından irdelenmesi gerekir. Kendisine de yıllar sonra yeniden buluştuğumuzda söylediğim gibi, burjuvaziden bu ölçüde tiksinen, bildiğimiz tek yazar Flaubert’dir. Bizde de Selim İleri dışında o sınıfı bu derecede ve bu üslupla sorgulayan ikinci bir yazar tanımıyorum. Mesela Tanpınar’ı anlattığı kitabı, mesela son öykü kitaplarından Yağmur Akşamları kendisine de zamanında yazıp söylediğim gibi, başka bir ülkede olsa ‘olay’ yaratacak düzeyde metinlerdir.
Kaldı ki, o metinlerde Brecht-Lukacs estetiğinden hangi yöntemlerle yararlandığı bugün elimizdeki mektuplarda izi sürülecek konular arasındadır. Zannederim, o romanlar, Marksist bir estetiğin en ilginç dönüştürümlerinden biri olarak kendilerini irdeleyecek, o çaptaki bir eleştirmeni bekliyor. Ayrıca, o romanlar, Selim’in başından sonuna kadar daima yedeğinde tuttuğu fakat zaman zaman büsbütün öne çıkardığı melodramanın en ilginç zeminleridir. Romanların adları bile o türde yazan önceki yazarların birer cümlesi gibidir.
Mavi Kanatlarınla...ile Selim yeni bir döneme girdi. 1990’lardaydık ve postmodern kavramı hayatımıza karışmıştı. Kırk türlü yorumlanabilecek bu kavramın Selim’deki tezahürü, yapısalcılığa ait bir kavramla belirteyim, metinler arası ilişki oldu. Yukarıda bahsettiğim gibi, eski metinlerden kendisini kurtaramıyordu ve onları yorumlarken eşsiz yeni düşüncelere ulaşıyordu. O metinlerle ilgili yazılarını çok sayıdaki deneme ciltlerinde topladı. Fakat yazınsal metinlerin, yazınsal bir metin olarak gördüğü yaşantıların yeni bir metne dönüştürülmesi başka bir girişimdi. Selim Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak adlı romanını yayınladığı 2001’e kadar on yıl bu metinleri üretti.
Bildiğimiz mükemmel işçiliğini büsbütün güçlendiren ve incelten bu çok etkileyici romanların bana göre çok önemli iki meselesi vardı. Birincisi, bahsettiğim burjuvazi eleştirisini ihtirasla devam ettirirken, Cumhuriyet döneminin o sınıflardaki yansımasını ve kabullerini aynı eleştiri yoğunluğuyla ele alıyordu. Cumhuriyet döneminin bu kadar incelikli, tavırlara, davranışlara ve zihin durumuna ve zihniyet dünyasına getirdiği kimlik özelliklerini bu şekilde ele alan başka bir romancımız yok. Cumhuriyet dönemini Kemal Tahir de, Oğuz Atay da, Peyami Safa da, Adalet Ağaoğlu da sorguları, irdeledi, eleştirdi. Fakat Selim çok daha ‘esoterik’ bir çaba gösteriyordu. Selim İleri’nin Geçmiş, Bir Daha Geri Gelmeyecek Zamanlar genel başlığı altında topladığı ve kabaca 1908’den bugüne değin geçen zamanı, modernleşme bilincimizin eleştirisi olarak ele alan bu nehir roman, içerdiği ‘romantisizm’ dışında bambaşka bir ışıkta, ayrıca okunmalı ve irdelenmelidir, bu bir zorunluluktur.
Bu romanları, bütün o tarihsel bağlamlarını da düşünerek ele aldığımda bambaşka bir noktaya varıyorum. Selim, Türk edebiyatında olmadığını söylediğimiz ‘kötülük’ kavramının en somut yazarı olarak beliriyor. Kötülük (evil/mal) zor bir kavramdır. Onu karşıt kavramıyla birlikte ele almak gerekir. Kötülükle uğraşmak bir ahlak felsefesi kurmakla eş anlamlıdır. Bataille’ın, Sade’ın, Mishima’nın önemi buradadır. Hegel’deki veya Hume’daki bağlam da budur. Selim de bu bağlamı sürekli olarak tartıştı. Bu bakımdan hayatı boyunca üstüne gittiği kavram ‘faşizm’ oldu. Kaba gücün çok ötesinde, dokulara, gündelik davranış kalıplarına, sıradan tepkilere sinmiş olan faşizmi Selim Türkiye serüveniyle çok yakından izledi, gözlemledi ve sorguladı. O romanların gizli anlamlarını bu kavram etrafında yeniden tanımlamak mümkün. Nitekim mesela Ömer Seyfettin’i bu çerçeve içinde yorumlaması muhteşemdir.
Bütün bunlardan sonra Selim İleri’nin Türk edebiyatına üç armağanından daha söz edelim. Birincisi, belirttim, eski metinleri yılmadan yorulmadan yeniden yorumlamasıdır. Bu yoğurma ve yorumlama işlemi Türk edebiyatına muhakkak yeni katkılar getirdi. Hazırladığı antolojileri de o doğrultuda görmek gerek. Ama özellikle yorumları herhalde bundan sonraki kuşaklara çok ışık tutacaktır. İkincisi, Selim bir İstanbul yazarı olarak tezahür etti. Zaman ona bu birikimi getirdi. Aslında bütün edebiyatçılar gibi, İstanbul derken kendisini arıyor ve anlatıyordu. Bir tek İstanbul da yok. Söz konusu İstanbul yazılarının, kitaplarının eki, uzantısı olarak da yemek yazıları yazdı. Ben o yazıların, Selim’in hayranı olduğu eski yazarlara, bilhassa Refik Halit Karay’a, Ahmet Rasim’e, Balıkhane Nazırı Ali Bey’e özenilerek yazıldığı kanısındayım. Bir üslupçu olarak Selim’in Salah Birsel’e verdiği önemi de zikredersem meramımı daha iyi anlatabilirim.
Selim’in üçüncü katkısı, gündelik hayatın ‘nostalji’ diye nitelendirdiği tutumudur. Kuşkusuz şu dile getirdiğim olguların bir nostalji derinliği var. Ama, nostalji denerek geçiştirilen kavram aslında bir bellek meselesidir. Bu konuyu daha önce onun hakkında yazdığım uzun bir yazıda ele almıştım. Bellekle nostalji ilişkisi çetrefildir. Her anımsama bir nostalji çağırmaz, öyle bir zorunluluk söz konusu değil. Nostalji bazen de unutmanın, bastırmanın hatta saklamanın ve yitirmenin aracı olabilir. Selim İleri’yi bu konu çerçevesinde daima Orhan Pamuk’la birlikte düşündüm. Orhan Pamuk’ta İstanbul, tam da bu dediğim kapıyı açar: Pamuk, ‘kaybetmek, gizlemek, saklamak’ için yazar. Ondaki bellek sorunsalı bu şekilde işler. Selim ise, bulmanın peşindedir. Roman dizisine verdiği addan da bu anlaşılabilir: geçmiş, bir daha geri gelmeyecek zamanlar. Selim İleri İstanbul imgesini, eski edebiyatı daima canlı, diri tutmak, daima anımsamak isteyerek onların bütün bütüne yitip gitmesini engellemek çabasındadır. Bitmeyen ilgisinin altında yatan ana neden budur.
Selim İleri’nin bugüne değin bir kötülük/ahlak ve bir anımsama/yitim yazarı olarak ele alındığını hiç görmedim. Oysa yitirişte, unutuşta dahi erdemle ve etikle ilgili bir perspektif buluyordu. Neyi unutacağımıza dönük kararlarımız belleğimizle ilgili seçme işlemimiz de bir ahlaki tutumdur ve her ahlak meselesi erdemle kesin, kopmaz bir ilişki içindedir. O ilişkinin düz veya ters olması önemsizdir. Selim, bir ahlakçı yazar olarak yaşadı ve öldü. O kadar ki, herkesin salt politik yanıyla okuduğu Kemal Tahir’in Kurt Kanunu’nun sonunu ve Kemal Tahir’i bir ahlak problemi olarak tespit ve kayıt etti. Kitabını bu nedenle Kemal Tahir’e ithaf etmekten kaçınmadı. Kuşkusuz ahlakı önemseyen bir kişi olmakla birlikte, Kemal Tahir’in ahlakçılık yapmadığını söyleyebilirim. Mesele, Tahir’in değil İleri’nin meselesiydi.
Selim İleri, yıldızlar içinde yaşadı. Hayatına, bütün o 19. yüzyıl estetiğinin imleriyle, o operalarla, tangolarla, kitaplarının kapaklarına taşıdığı adlarla, imgelerle yaldızlar çekti. Çok zamanlar yalnızlığı alabildiğine somuttu. Yalnız bir çocuk değildi, önemli bir aileden geliyordu, iyi okullarda okumuştu ve Fransızcayla Fransız edebiyatını biliyordu. Fakat onları ‘giyinmedi’. Onlardan sıyrıldı ve hepsini bir ‘araç’ olarak değerlendirdi. Kendisini yalnızlığıyla birlikte yaşadı. Türk edebiyatının 1970 kuşağının en özgün adı oldu. Bir kuyruklu yıldız olarak aramızdan ayrıldı.
Güle güle Selim, kar yağıyor hayatıma diyordun.
Dindi.
Önceki Yazı

Mehmet Yaşın’ın sömürgecilik karşıtı transkültürel (kültürler ötesi) önerisi
“Benim gözümde Mehmet Yaşın’ın aidiyeti reddeden, aradalıktan/arayerdelikten yana inatçı 'hayaletimsi' konumsallığı, günümüz dünyasını etnisite, cinsiyet, cinsellik, dil, öznellik, vs. gibi tüm toplumsal boyutlarıyla etkileyen sömürgeci iktidar matrisine de zımni bir direniş teşkil etmektedir.”
Sonraki Yazı

Haftanın vitrini – 2
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Bir Dava Hikâyesi / Geç Dönem Osmanlı İmparatorluğu'nda Kürtler ve Ermeniler / Naif Ruhlar / Ne çok gelecek ne az zaman / Neredeyse Aynı şeyi Söylemek / Okur Değiştirmek / Sarayın Gözleri / Cinsiyeti Queerleştirmek / Uyanmak için Çok Geç / Zaman Bir Anne