Mehmet Yaşın’ın sömürgecilik karşıtı transkültürel (kültürler ötesi) önerisi
“Benim gözümde Mehmet Yaşın’ın aidiyeti reddeden, aradalıktan/arayerdelikten yana inatçı 'hayaletimsi' konumsallığı, günümüz dünyasını etnisite, cinsiyet, cinsellik, dil, öznellik, vs. gibi tüm toplumsal boyutlarıyla etkileyen sömürgeci iktidar matrisine de zımni bir direniş teşkil etmektedir.”

Mehmet Yaşın
ÖZET
Hem Kıbrıs tarihi, hem de Mehmet Yaşın’ın Kıbrıslı-Türk (Kıbrıslıtürk) edebi/kültürel üretimi, Edward Said’in kültür fikrine ve yorumuna somut kanıt oluşturur. Eğer Akdeniz bir geçişler/geçitler tarihi olarak anlaşılabilirse (I. Chambers), Kıbrıs bu sürecin en tipik ürünüdür ve Yaşın’ın makro-metni de öznenin ve dilinin, veya Yunanca, Türkçe, Arapça veya İngilizce olsun, öznenin varsayılan ana-dilinin bir tür yerinden ve bağlamından edilişi aracılığıyla bunu teyit etme yolunda bir estetik girişimdir. Bu zeminden hareketle Yaşın’ın şiirlerini, tarihsel olarak Osmanlı ve İngiliz imparatorluklarının ve diğer kültürlerin hâkim olduğu, dolayısıyla da hem sömürgeci hem emperyal fark tarafından katedilen bileşik bir mekânda okumaya kalkışacağım. Daha belirgin ifade edersem, ana varsayımım, Yaşın’ın inatçı “hayaletimsi” aidiyet karşıtı ve aradalıktan/arayerdelikten yana konumunun (“Bir Hayalet”), kimlik konumsallığının çeşitli düzeylerinde (etnik, toplumsal cinsiyet ve janr), Modernliği hem İngiliz sömürgeciliği dolayısıyla sömürgeci fark mekânında (P. Chatterjee) hem de Bizans-Osmanlı imparatorlukları dolayısıyla emperyal fark mekânında (W. Mignolo) belirleyen sömürgeci iktidar matrisine (A. Quijano) zımni bir direniş oluşturduğudur.
Mehmet Yaşın’ın edebi ve eleştirel yapıtı, aynı sömürgecilik ve imparatorluğa dair farklar arasına iliştirilmiş Kıbrıs’ın aynı tarihin sömürgecilik ötesi ürünü olması gibi, Akdeniz tarihinin hem iyi hem kötü yönlerinin bir ürünüdür.
Bu bağlamda, Claudio Fogu’nun balık ağı ile örümcek ağı arasında salınan Akdeniz imgelemiyle ilgili yakın zamanda yaptığı öneriyi hatırlamak ilgi çekici olabilir:
Özgün Akdeniz imgelemine emporium [pazar yeri] ya da balık ağı matrisi adını veriyorum (...) Ancak antik Akdeniz’den doğan tek aidiyet matrisi emporion değildi. Akdeniz’in bölgeselleştirilmiş bir yeniden şekillendirmeyle Roma’nın Mare Nostrum’una dönüşmesi, balık ağını bir örümcek ağına başkalaştırdı; tarihsel olarak emporion [pazar yeri] imgelemi üzerinde hâkim olduğu kanıtlanan bir Imperium [mutlak güç, imparatorluk] matrisi üretti. (Fogu, 2020, 6)
Bu iki kutup arasındaki salınım Akdeniz’in tarihsel şifresi olurken, Kıbrıs da tam olarak balık ağıyla örümcek ağının birbirine dolanmasının ürünü olacaktı. İkincisi, yani Kıbrıs, Osmanlı ve İngiliz örümceklerinin avı olagelmiştir. Bunun sonucunda, yukarıda da belirttiğim gibi, bu adanın karmaşık tarihsel mekânı hem sömürgeci fark hem de emperyal fark tarafından katedilmiştir. Bu makalenin amacı, Yaşın’ın şiirini bu tarihsel ve kültürel anlamda bileşik mekânda, şairin aidiyet karşıtı, aradalık yanlısı can alıcı konumunu özellikle vurgulayarak çözmeye çalışmaktır.
Anibal Quijano’nun (2010) “iktidarın sömürgeselliği” kavramından tam anlamıyla faydalanmak üzere bu kritik kategorileri ortaya çıkaran Walter Mingolo olmuştur. Mingolo’ya göre, 1492’den başlayarak dünya halklarının ve kültürlerinin sınıflandırılması için küresel bir hiyerarşi geliştirilmiştir. Bu epistemolojik matrisin ya da kültürel mantığın anlaşılması, “kendi olasılık koşulu olarak ve farklı bilgilerin dışlanarak madunlaştırılmasının ve halka boyun eğdirilmesinin meşruiyet zemini olarak sömürgesel farkı gerektirir”. (Mignolo, 2000, 16) Burada bizim açımızdan, yani benim Yaşın’ın edebi üretimini okuma girişimimde ilginç olan, bilginin bu dışlanarak madunlaştırılmasının aynı zamanda emperyal fark mekânında, yani Batılı olmayan imparatorlukların itilip marjinalleştirildiği mekânda gerçekleşmesidir.
Emperyal fark, sömürgesel farkın bazı özelliklerini kullanarak ve onları sömürgeleştirilemeyecek bölgelere, dillere, halklara, devletlere, vs. uygulayarak işler. Sömürgeleştirilmemiş ‘emperyal öteki’ye, tarihsel anlamda geri kalmış olduğu (dil, din, tarih, vs. yüzünden) ya da bugünkü durumu açısından (mekânsal olarak) marjinal olduğu söylenerek bir aşağılık derecesi atfedilir. (Mignolo, 2007, 474)
Örneğin, Avrupalılarla karşılaştırıldığından kökeni farklı din, dil ve ekonomik modeller temeline dayanan Osmanlı ve Rus imparatorluklarının asla İngiliz ve Fransız imparatorluklarına eşit düzeye gelmelerine izin verilmemiştir. Bunun sonucunda, Osmanlı ve İngiliz imparatorlukları ve diğer kültürlerin hâkim olduğu Kıbrıs’ın karmaşık tarihsel mekânı hem sömürgesel hem emperyal fark tarafından katedilegelmiştir – Kıbrıs’ın uzun süredir tecrübe ettiği bir boyuttur bu. Dolayısıyla, Yaşın’ın kayıt düştüğü, hem Kıbrıs’ta hem Türkiye’de, çok yönlü ve çelişkili bir sömürgecilik sonrası boyuttur. Tam olarak şunu sorar Yaşın:
Türkiye hiçbir vakit sömürgeleştirilmediği halde (…) Türk edebiyatı ‘Üçüncü Dünya’ ile bir tutulan post-kolonyal terminoloji çerçevesinde ele alınıyor ve nedense (anaakım) çoğu Türkiyeli yazar ve akademisyen de Türk edebiyatını genellikle post-kolonyal ve ‘Üçüncü Dünyalı’ söylemleriyle incelemekte bir sakınca görm(üyor). (Yaşın, 2012; Türkçesi için bkz. Kozmopoetika, s. 185, Yitik Ülke, İstanbul, 2018 baskısı)
Yaşın’ın bu soruya cevabı ise sömürgecilik sonrası (post-kolonyal) edebiyat kuramının, “Sadece ülkesi büyük oranda Müslüman, Doğulu, periferide ya da sadece Batı Avrupa’dan farklı olduğu için, sanki kendisi de başka halklar açısından bir sömürgeci değilmiş, ama sömürgeleştirilmiş bir özneymişçesine kendi kendisini mağdur göstermek için kullanılabildiği” (Yaşın, 2012) şeklinde oluyor. Sömürge karşıtı düşünüşü takip edecek olursak, Yaşın’ın kastetmeden atıfta bulunduğu şey, tam da Osmanlı sultanlığının mirasçılarının, sömürgeleştirilmiş özneler olarak değil, ikinci sınıf sömürgeciler olarak ait olduğu emperyal fark mekânıdır. Dolayısıyla bu, belki de (kendi iddia ettiği gibi “bir tür dinî inanca” dönüştürülmüş) sömürgecilik sonrası kuramın başarısızlığı değil, aslında kayıp bir imparatorluğa yönelik nostaljik hisler besleyen ama kendisini sömürgeleştirilmiş bir özne olarak mağdur gösteren bir sömürgecinin bir jeo-kültürel mekâna yönelik hatalı uygulamasıdır: Bu Türk aydınları arasında moda bir tavırdır. Yaşın kendi yapıtlarının böyle bir imparatorluk sonrası (post-emperyal) durumla ya da Kıbrıslı-Rumlarla Kıbrıslı-Türklerin birlikte yaşadığı eski güzel günlerin adası olarak Kıbrıs’ın melankolik iki-toplumluluk söylemi ve durumuyla karıştırılmaması gerektiğini açıkça ifade eder. Yaşın, “Bunlar sadece basmakalıp birer klişe edebiyatı olduğundan değil, aynı zamanda ulusçuluğu eleştiriyormuş gibi görünüp yeniden-ürettikleri için (…) ve her şeye rağmen Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs’ta hâlâ yaşayan iç içe geçmiş çok-kültürlülüğü silinip bitmiş saydığı için de” paylaşamayacağını açık bir dille ifade eder. (Yaşın, 2012; Türkçesi için bk. Kozmopoetika, s. 25, Yitik Ülke, İstanbul, 2018 baskısı) Bu iddia, transkültürel/kültürler ötesi, ve ben buna sömürgecilik karşıtlığını/sömürgesel olmayan’ı da eklemek isterim, edebi sanat için bir tür şiirsel ve siyasi manifesto oluşturuyor.
Bir ait-olmama/aidiyetsizlik stratejisi olarak kültürleştirmenin ve dilleştirmenin ötesine geçmek
Sömürgecilik karşıtı düşünürlerin Humberto Maturana ve Francisco Varela’nın lenguajear (1984) kavramını takiben ortaya koydukları gibi, imparatorluklar ve ulus-devletler dilbilimsel bir süreci (dilleşme) hâkim olabilecekleri dilbilimsel bir nesneye (dil) dönüştürmek için dilbilgisi yazımını desteklemişlerdir.[1]
Ancak Kıbrıs gibi Nepantla/ara[2] mekânlar sözkonusu olduğunda, –bir dilbilgisel yapılar sistemindense anlamlı bir dili müzakereyle üretmek amaçlı, etkileşime dayalı bilişsel süreci ifade eden– dilleşme kavramı gerekli ancak yetersizdir. Karayipli aydınların kendi bileşik kültürel bağlamlarında sordukları asli soru şudur: Farklı kültürlere, tarihlere ve dillere sahip halklar buluştuğunda ve çarpıştığında ne olur? Édouard Glissant’ın cevabı kreolleşmedir (melezleşme):
Bu sadece bir karşılaşma, bir şok (...) bir métissage [karışma] değil, her bireyin hem orada hem başka yerde, hem köklü hem açık, hem dağlarda kayıp hem denizin altında özgür, hem uyum içerisinde hem de başıboş olmasına olanak tanıyan yeni ve özgün bir boyuttur (...) Kreolleşme çokdilliliğin macerasına ve kültürlerin inanılmaz patlamasına karışır. Ancak kültürlerin patlaması dağıldıkları ya da karşılıklı olarak sulandırıldıkları anlamına gelmez. Bu patlama onların karşılıklı mutabakata dayanan, dayatılmamış paylaşımlarının şiddetli işaretidir. (Glissant, 2010, 34)
Bu Fernando Ortiz’in daha önceki transculturation (kültürlerötesileştirme) önermesine benziyor. Ortiz, Küba tarihine dayandırarak, “transculturation [kültürlerötesileştirme] kelimesini, burada kültürün yaşadığı aşırı derecede karmaşık başkalaşımın sonucu olarak Küba’da ortaya çıkan son derece çeşitli olguları ifade etmek” için seçmiştir. (Ortiz, 1995, 98) “Eğer hal buysa,” diye bağlar Ortiz, “kültürlerin her bir araya gelişi, bireyler arasında gerçekleşen üreme sürecine benzer: Çocuk her zaman iki ebeveynden de bir şeyler alır ama ikisinden de her zaman farklıdır.” (Ortiz, 1995, 103) “Bu sebeple, genellikle acı verici de olsa, bu kültürlerötesi/kreolleştirme süreci yeni, bağımsız, uyumlu, ancak karmaşık ve hâlâ başıboş bir gerçekliğe yol açar” der Glissant. Benzeri bir şekilde, dilleştirmenin de ötesine geçmekten bahsedebiliriz. Bu genellikle milliyetçi kültürlerin ve gramerlerin sınırları tarafından engellenen yeni bağımsız ve başıboş bir dile özgürlüğünü veren çokdilli bireylerin yeni bir dilleştirme sürecine doğru ilerler.
Kıbrıs’ta yüzyıllar boyunca bir tür kreolleştirici ve transdilleştirme/dilleştirmeötesine geçiş süreci mevcuttu ve Kıbrıslı-Rumlar ile Kıbrıslı-Türkler tarafından uygulanıyordu. Bu süre boyunca geleneksel olarak ve özgürce Yunancanın Kıbrıslı lehçesi (Kypriaka) ve Türkçenin de adadaki (Kıbrıslı-Türkçesi) yerel çeşitleri konuşuluyordu. Özellikle adanın bölündüğü 1974 yılından sonra hem Türkiye hem Yunanistan, iki taraftaki devletin sınırlarını güvenceye almak amacıyla, tek bir saf dilin kurumsal tanıtımına dayalı bir milli bilinç yaratmak amacıyla dil kampanyaları tasarladılar. Rosita D’Amora’nın bize hatırlattığı gibi bu kampanyalar yeni değildi. Nitekim Türkiye ve Yunanistan, Türkçe ve Yunancayı saflaştırmak için devlet eliyle harekete geçmişlerdi.
Örneğin Atatürk’ün 1930’ların başında başlattığı Dil Devrimi, uzun süredir bu dilin bir parçası oldukları gerçeğini göz önünde bulundurmadan, Osmanlı dilinden Arapça ve Farsçadan ödünç alınmış kelimeleri ve dilbilgisi öğelerini söküp atmayı, bunların yerine de genellikle daha önce bilinmeyen ve bu amaçla imal edilmiş ‘saf’ Türkçe kelimeler yerleştirmeyi hedefliyordu. Diğer taraftan, Yunanistan’da ‘dil sorunu’ (glossikó zìtima) 18. yüzyılın ortasından bu yana tartışılıyordu ve daha çok Yunancanın hangi çeşitlerinin yazılı dil olarak kullanılacağı konusundaki ihtilafa odaklanıyordu. En ‘saflaştırma’ yanlısı eğilimlerin savunucuları Osmanlı Türkçesinden ödünç alınan çok sayıda kelimenin kullanımına, bunları Osmanlı iktidarı altında geçen uzun Karanlık Çağ’ın lugatte bıraktığı izlerden öte görmeyerek kararlı bir şekilde karşı çıkıyorlardı. (D’Amora, 2011, 106)
Yaşın’ın, Step-Mothertongue: From Nationalism to Multiculturalism: Literatures of Cyprus, Greece and Turkey (“Üvey-Anadil: Milliyetçilikten Çokkültürlülüğe: Kıbrıs, Yunanistan ve Türkiye Edebiyatları”) başlıklı kitabında, 20. yüzyılın ikinci yarısında Türkçe, Yunanca ve diğer diller arasındaki geçişimsel temaslar tarihine aykırı olarak, bu diller ve edebiyatlar arasında sınırlı temas olmasını doğallığa aykırı bulması şaşırtıcı değildir. Bu sebeple geçmişin tek bir topluluğa atfedilemeyecek edebi ürünlerinden örnekler verir. Örneğin, Yunan alfabesiyle yazılan (Türkçede Karamanlıca, Yunancada Karamanlidika adı verilen) bir Türkçe biçimi Orta Anadolu’da yaşayan Türkçe konuşan Rum-Ortodokslar tarafından gayriresmî dil olarak yüzyıllarca kullanılmıştı. Bunun üzerine şair sorar: “Neredeyse bin yıl boyunca temas halinde olan Yunan ve Türk dilleri nasıl oldu da birbirinden bu denli habersiz hale geldi?” (Yaşın, 2000, 2) Bu soru elbette retorik bir sorudur ve peşinden bir soru daha sorar şair: “Kıbrıslı-Rumların resmî söyleminde reddedilmiş bir (ana) dile indirgenen, adanın Elence lehçesiyle yazan Kıbrıslı-Türk halk şairlerinin (piitarides) durumunu nasıl açıklayabiliriz?” (Yaşın, 2000, 5) Piitarides’ler, edebi dilleri olarak sürekli Türkçe, Fransızca, İtalyanca ve Arapça kelimelerle kardıkları bir Yunanca lehçesini kullanan bir grup Kıbrıslı-Türk halk şairiydi. Bu halk şairleri asla ne Kıbrıslı-Türk ne de Kıbrıslı-Rum taraflarının resmî söylemlerinde tanınmamıştır. Yaşın’ın vardığı sonuç, dilin bir anadan ziyade, “tam da doğası itibariyle bir üvey anne” olduğudur. (Yaşın, 2000, 1) Genel anlamıyla da tüm diller ana-dil değil, birer üvey-anne-dildir.
Kısmen edebiyat aracılığıyla belli bir cemaate kendini anadil diye kabul ettiren ‘üvey’ diller, bireyleri tahayyül edilmiş modern ulusal aidiyetlere bağlayan ve ‘biz’i yeniden-üreten başlıca araçlardır. (Yaşın, 2000, 2; Türkçesi için bkz. Kozmopoetika, s. 173, İstanbul, 2018, baskısı)
Yaşın (saf) dillerle (saf) ulusal kimlikler arasında kurulan aldatıcı “doğal” bağıntıyı reddederek bunu öne süren güçlere karşı çıkmaya karar verir. Yaşın’ın ulusal sınırları izinsiz aşmak için dilsel sınırları göz ardı etmek yönündeki bu süregiden ihtiyacı işte bu tavrının sonucudur.
Dillerin osmotik/geçişimsel kullanımına dair mükemmel bir örnek, çok sevdiği ve birçok şiirini ithaf ettiği büyük teyzesi Süreyya’dır. “Teyzedil” başlıklı olup, İngilizceye “Aunt-ology” adıyla çevrilen, ancak anlamı bire bir “Teyzenin-dili” olan şiir dizisinde teyzesinin dilsel becerisi ve kültürel çokyönlülüğü harika bir şekilde tasvir edilir. Dil konusundaki işler hep teyzesine düşer.
Arapça hatim indirmek, Latince zeytin büğüsü
Ve Türkçemi kırmızıyla düzeltmek…
(Yaşın, 2001, 69; Türkçesi için bkz. Dokuz Şiir Kitabı – Toplu Şiirler: 1975-2013, s. 150, YKY, İstanbul, 2014)
Onun barışta da, savaşta da çokyönlü kimlik durumuna karşılık gelen esnek dilsel becerisi, “ii Adı Taşa Kazınan Teyzedil” başlıklı şiir bölümünde ortaya serilir:
Dul hoca’anım İngiliz zamanından
evde Süreyya, sokakta Judith
Lepiska Lâmia arkadaş arasında.
(...)
Ve sonra Türkler geldi
evde Judith, sokakta Süreyya...
(Yaşın, 2001, 67; Türkçesi için bkz. Dokuz Şiir Kitabı – Toplu Şiirler: 1975-2013, s. 149, YKY, İstanbul, 2014)
Milliyetçi çatışma yüzünden üç ismi neredeyse teke, Süreyya’ya indirgenmiş, yabancı isim Judith ise çelişkili bir biçimde eve dönmüştü. Sonuçta milliyetçi politika çoğul aidiyet ihtimalini siler, çoğul dünyayı yoksullaşmış tek bir dünyaya indirger.
Yaşın’ın yapıtlarında iki ana şiirsel sınır ihlali düzeyini saptarız: Dilsel (elocutio) düzey ve içerik (inventio) düzeyi.
Dilbilimsel kimlik sınırlarını izinsiz aşmak
Öncelike Yaşın’ın, onun için “militarizm ve yetkeciliği” temsil eden Türkiye’nin resmî dili konusunda katı bir tavrı olduğunu hatırlayalım. Yaşın bu tavırdan hareketle, “Osmanlıca, Kıbrıslı Türkçesi, Karamanlıca (Yunan alfabesi kullanan Türkçe), İstanbullu Rumlar, Yahudiler ve diğer azınlıklar tarafından konuşulan Türkçeleri modern İstanbul Türkçesiyle birleştirerek” kendi Türkçesini oluşturmaya girişir. (Yaşın, 2012) Diğer bir deyişle, transdilleştirmeyi/dilleştirmenin ötesine geçmeyi, aynı anda hem (trans)sömürgesel farkın hem (post)emperyal farkın mekânında bir “siyasi eylem”[3] olarak uygulamaya karar verir.
“Savaş Zamanı”nda (Yaşın, 2001, 25; Türkçesi için bkz. Dokuz Şiir Kitabı – Toplu Şiirler: 1975-2013, s. 273, YKY, İstanbul, 2014) şair ne Türkçeyi ne de Yunancayı özgürce konuşamamanın üzüntüsünü ifade eder. İkisinin arasında kalan İngilizce ise “ders kitaplarının ince bıçak açacağına benzeyen” bir şeydir. “Hangi dilde ağlayacağını bile şaşıran” şair, “yabancı da değil, çeviri bir hayattı yaşadığım” der. “En sonunda üç dil birbirine girdi şiirlerimde/ne Türkler duyabildi içimden geçenleri/ne Elenler, ne de öbürleri” diyerek bağlar. Konuşmaya karar verdiği tek dil, üç temel dilin yetkisiz (yaban) girift bir birleşimi olur.
Bazı şiirler bu açıdan emsal teşkil eder. Örneğin orijinal dilinde İngilizce olan “De-Composition” (İngilizce çevirisinde ise Türkçe olan “Çürüme”) başlıklı şiiri Türkçe başlar, İngilizce biter (İngilizce versiyonunda ise tam tersidir); üç dil arasında, İngilizce, Türkçe, Yunanca arasında gidip gelir. (Yaşın, 2016, 406-7) Bir düzyazı şiir olan “Dilekçe”de de hâkim dilsel aygıt, kod-kaydırmadır, bu cümlede olduğu gibi: “O mor yalımlar η όμορφη. Hiç frenlemeden kendimi, where I feel myself free.” (Yashin, 2008, 144; Türkçesi için bkz. Dokuz Şiir Kitabı – Toplu Şiirler: 1975-2013, s. 371, YKY, İstanbul, 2014)[4] Genellikle çoğul olan şiirlerinin yazılma mekânı burada tekildir (İstanbul) ama yarı Türkçe yarı Yunanca yazılmıştır: “IstanΠολη”. “Fox Hunting” (Tilki Avı) şiiri de –başlığı aslında İngilizce olan ve tilkinin, “yatak odamızı bile yağmalayan ulusal kurtuluşçular”ın[5] kovaladığı şairin kendisi olduğu (Yaşın, 2012; Türkçesi için bkz. Dokuz Şiir Kitabı – Toplu Şiirler: 1975-2013, s. 397, YKY, İstanbul, 2014)– bir kelime oyununu andıran İngilizce bir girişle başlar. Toplamda birçok dilin konuşulduğu yağmalanan aile evi, birden fazla dil konuşan birden fazla halkın sadece birinde yaşamaya zorlandığı, yağmalanan Kıbrıs adasının alegorisi haline gelir. Bu ada/evde şair, “Bir Hayalet” (Yashin, 2001, 3; Türkçesi için bkz. Dokuz Şiir Kitabı – Toplu Şiirler: 1975-2013, s. 355, YKY, İstanbul, 2014) olarak geri döner, ziyaret etmek amacıyla:
Çok-dilleri susturulan bu evin İntikam Melekleri
Yazma sözü alır, içine her girenden.
(Bütün bu savaşlardan. Ulusal olan her şeyden. Dilden bile.)
Sonuç olarak şiir her tür ulus-devlete (ana-vatana), ulusal-dile (ana-dile) karşı bir intikam sözü haline gelir; yazan kişi de hiçbir ülkenin şairidir, çeviride yaşar ve çeviride kendini kaybeder. Bu sebeple ana-dil her zaman bir üvey-ana-dildir. Üvey-ana-dil bazen “Zehirlidil” olur (Yaşın, 2001, 113; Türkçesi için bkz. Dokuz Şiir Kitabı – Toplu Şiirler: 1975-2013, s. 360, YKY, İstanbul, 2014), diğer zamanlarda “yalandilli yılandilli iki dili kandilli” olur (“iv Ejder Masallı Teyzedil”, Yaşın, 2001, 71; Türkçesi için bkz. Dokuz Şiir Kitabı – Toplu Şiirler: 1975-2013, s. 151, YKY, İstanbul, 2014). Ancak şunun bilincine varalım: Üvey-ana-dil iki katlı, belirsiz bir dildir, “ölü” gibi görünür “ama gömülü bir hazineyi korumaktadır” (“zannederler ölüdür, halbuki define bekler”). Bundan çıkan hem dil hem de özel ve kamusal kimlik hakkında diyalektik ve değişken bir fikirdir.
Bu sebeple Yaşın’ın poetikası Fogu’nun mecazi önerisine dönecek olursak, balık ağının örümcek ağına, milliyet(çi) özne ve (üvey)anadilinin bir tür yerinden edilmesi aracılığıyla üstün gelmesini sağlamak isteyen estetik ve siyasi bir girişim olarak görülebilir.
Romana ait kimlik sınırlarını izinsiz aşmak
Bu istikrarsız geçiş hali Yaşın’ın roman üretimine de hâkim. Türkçenin “çokdilli” mahiyetinin bir kutlaması olarak görülebilecek Yaşın’ın ilk romanı Soydaşınız Balık Burcu (1994, İtalyanca ve Yunanca çevrisi yayımlandı ama İngilizceye yapılmış çevrisi henüz yayımlanmayı bekliyor), altı farklı ülkede (İngiltere, Fransa, Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs ve İsrail) geçen bir hikâyeyi anlatır. Romanın ana konusu kimliktir, ya da kimlik kaybı. Romanın kahramanı Michel (daha sonra Memet), Fransa ve İsrail’de yetişmiş, Türkiye’de yaşayan ve vahim bir kimlik bunalımı yaşayan, İsrail’den bir Yahudidir. Türdeş bir şekilde, krizdeki bir janr olarak romansal kimliğe ve geleneksel okurun beklentilerine de meydan okunur. Gerçekten de bu roman, ilk yarısının (bir tür film senaryosu) ve ikinci yarısının aynı andaki sırasıyla, veya herhangi başka bir sırayla okunmasına olanak tanıyacak şekilde tasarlanmış, roman-olmayan bir metindir. Okuyucunun kurgusal güvensizliğinin ve bunun sonucunda istikrarlı bir kurgusal dünya içerisinde özdeşleşme ihtimalinin askıya alınışının engellenmesi karşısında duyduğu sürekli hüsran işte bundan kaynaklanır.
Roman Türk-Yunan çatışmasının devam ettiği dönemde, milliyetleri açısından hibrit çeşitli karakterlerin şehirde gezindiği, kozmopolit ve değişik etnik kimliklerin bulunduğu bir İstanbul’da geçer: Kıbrıslı-Türk bir karakter ilk kısmın editör-yazarıdır, Türk-Fransız bir kadın oyuncu vardır, Yunan-Türk bir gazeteci ve İngiliz bir film yönetmeni... Eğer muhtemel bir ulusal özdeşleşmenin şiddetli bir reddi söz konusuysa, okuyucunun herhangi bir sabit kurgusal karakterle özdeşleşmesine izin verilmeyeceği açıktır. Buna uygun olarak güvenilir ve inanılır kurgusal bir hikâye anlatımı yoktur, çünkü gerçekte güvenilir bir ulusal hikâye anlatımı mümkün değildir. Deyim yerindeyse, romansı kimlik, yazarın bir etnik aidiyet imkânının bulunmadığına dair ilkesine öykünerek ona uyum sağlar. Bir aşamada kitabın kahramanı Michel-Memet (yazar ve karakter) şu beyanda bulunur:
Gerçekte olmayan bir ulusun, olmayan diliyle, olmayan ülkesindeki, olmayan hayatını, olmayan insanlara anlatan olmayan öyküler yazıyorum. (Yaşın, İngilizcesi yayıma hazırlanan eser, 259; Türkçesi için bkz. Soydaşınız Balık Burcu, s. 195, YKY, İstanbul, 2014 baskısı)
Anderson’ın (1983) ünlü başlığıyla söylemek gerekirse, uluslar ancak hayalî cemaatler olarak vardır. Uluslar halklara dayatıldığında sonuç ıssız, ölü bir mekândır. Hakikaten, terk edilmiş bir manastıra yapılan ziyaret sırasında bir karakter sorar:
Nerede bu yerin bireyleri? Türklerle Yunanlılar ulus olursa böyle olur işte! Uydurma sınırlara sürü gibi göç ettirilirsiniz! Ulusal birlikmiş (…) İşte birlik kurdular ama hayat mayat da kalmadı ortada. (Yaşın, İngilizcesi yayıma hazırlanan eser, 75-76; Türkçesi için bkz. Soydaşınız Balık Burcu, s. 61, YKY, İstanbul, 2014 baskısı)
Romanı bitirdiği anda okur da işte bu izlenime sahiptir artık.
Sınırdışı Saatler (Yunancaya ve kısmen İtalyancaya çevrilip yayınlandı), Yaşın’ın ikinci romanı, savaş ve militarizmin radikal bir eleştirisi. Okuyucunun ilgisini çekmek için bir yol denediğini itiraf eden yazar hakkında üstkurmaca bir girişle başlar kitap. İroniktir, çünkü Türk okuyucuyu cezbedecek bir güncel dil sayılamayacak olan Karamanlıcayla yazmaya başlar. Tek bir karakterin kendi yazarı hakkında bir roman yazması da o kadar çekici değil. Nihayetinde, bu yapıt dilini ve anayurdunu arayan Kıbrıslı bir adamın talihsizliğini gerçeküstü ve üstkurmaca kiplerde sunar. Roman Kıbrıs’a ve Türkiye’nin merkezindeki eski Karaman(lıca) ülkesine (Kapadokya) işaret etse de, hikâye bir tür arafta ya da “tampon bölge”de geçmektedir. Anlatımın akıcılığı okuyucuyu sürükler; diğer yandan okuyucu bu karakterlerin birer hayalet mi, kurgusal birer yaratım mı, yoksa gerçek hayattan kişiler mi olduğunu çözmeye çalışır. Burada da anlatım tekniği kitabın konusu olan ait olmamayla/aidiyetsizlikle türdeştir.
Benzeri şekilde Yaşın’ın 2013 tarihli romanı Sarı Kehribar da (görsel boyutu sayesinde) yazmanın doğası hakkında çok kipli bir keşif yürütür ve anlatıcının kimliği çeşitli karakterler arasında rahatlıkla kayar, birinden diğerine kaynaşır ve kaybolur. Kahraman Musaların, ilham veren Şiir Perileri’nin annesi ve hafızanın tecessümü olan ve başka karakterlerle de kaynaşan Mnemosine ile karmaşık bir ilişkiye girer. Atlantis’in okunmaz dilinin yayıcısı olarak, ironik bir şekilde, hafızanın değil de unutuşun simgesi olarak belirir. Bu figür cinsiyetler arasında gidip gelir ve sadece kelimelerle değil, metin ve imgeden üretilmiş, parçalı hibrit bir dil aracılığıyla da hikâyeyi kurar.
Sonuç olarak 19. yüzyılın gerçekçi döneminin romansal kültürü modern ulusun zaman ve mekânının yaratıcı bir ete kemiğe bürünmesini sağladıysa (Anderson, 1983; Bhabha, 1990), Yaşın’ın üretiminin romansal trans-kültürü milliyetçi yaşam fikrinin ete kemiğe bürünmesine izin vermemektedir.
Geçici sonuçlar
Edward Said’in özellikle işaret ettiği gibi, “Kültür asla sadece bir sahip olma meselesi, mutlak alacaklı ve vereceklilerin olduğu bir ödünç alma ve verme meselesi değil, aksine bir kendine mal etme, ortak deneyimler ve farklı kültürler arasında her türden karşılıklı bağımlılıklar meselesidir”. (Said, 1993, 261-62) Sonuç olarak, eğer doğaları gereği karşılıklı bağımlılık içerisindeki kültürler birbirinden ayrılırsa, ayrılabilirse, bu ancak acı ve ıstırap doğuracak cerrahi bir müdahaleyle gerçekleşir. Hem Kıbrıs tarihi hem de Yaşın’ın edebi üretimi Said’in çağrı ve yargısının elle tutulur ve birçok açıdan dehşet verici kanıtlarını oluşturmaktadır. Akdeniz’in tarihi büyük oranda bir geçişler tarihi olarak değerlendirilir (Chambers, 2008) ve Kıbrıs bu tarihsel sürece örnek bir model teşkil eder. Yaşın’ın makro-metni de, milliyet(çi) öznenin ve (üvey)ana dilinin yerinden ve bağlamından edilmesi aracılığıyla bunu kanıtlama ve savunmaya yönelik estetik bir girişim olarak görülebilir.
Benim gözümde Mehmet Yaşın’ın aidiyeti reddeden, aradalıktan/arayerdelikten yana inatçı “hayaletimsi” konumsallığı, ki bu aynı zamanda kültürel, etnik, toplumsal janr kapsamında bir kesişimsel konumsallıktır, günümüz dünyasını etnisite, cinsiyet, cinsellik, dil, öznellik, vs. gibi tüm toplumsal boyutlarıyla etkileyen sömürgeci iktidar matrisine de, hem sömürgeci hem emperyal fark mekânlarında, zımni bir direniş teşkil etmektedir. (bkz. Grosfoguel 2007, 217) Quijano’nun açıkça belirttiği gibi, “Hiçbir şey, bir tek etnik yapının, bu etnik yapının adı Batı Avrupa bile olsa, kendine has kozmik vizyonunun evrensel rasyonellik olarak kabul edilmesi iddiası kadar rasyonelliğe aykırı olamaz; çünkü bu aslında belli bir bölgeselciliği evrenselcilik olarak dayatmak anlamına gelir”. (Quijano, 2010, 177) Yaşın’ın Batılı olsun Doğulu olsun, herhangi bir belirli ve bölgesel etnik durumu merkezî ve hâkim –yani norm– olarak etiketlemeyi reddetmesi, onun hem hayalî hem yaşanmış transkültürel/kültürlerötesi Kıbrıs’ını sömürgecilik karşıtı çok evrenli bir dünyanın somut karşılığı kılar; güncel dünya tarihine rağmen ulaşılan bu karşılık bambaşka bir yöne işaret eder.
NOTLAR
[1] Ramón Grosfoguel’e göre günümüzün küresel epistemolojik evrenine beş Batı ülkesinin dilleri hâkimdir: İtalya, Fransa, Almanya, İngiltere ve ABD. (Grosfoguel, 2012, 84)
[2] Aradaki dünyaya işaret etmek için “Nepantla” kelimesini kullanan Chicana (Meksika kökenli) bir ABD’li, Gloria Anzaldúa’dır: “Nepantla, tierra entre medio (aradaki toprak) anlamına gelen Nahuatl dilinde bir kelimedir. Bu ara mekânda, dengesiz, öngörülemeyen, tehlikeli, sürekli geçiş halindeki, belli sınırlardan yoksun mekânda dönüşümler gerçekleşir. Nepantla es tierra desconocida (Nepantla bilinmeyen bir yerdir) ve bu eşik bölgede yaşamak sürekli bir yerinden edilme halinde olmak anlamına gelir – rahatsız edici, hatta ürkütücü bir his. Birçoğumuz Nepantla’da o kadar uzun zaman geçiririz ki, bir tür ‘ev’ haline gelir.” (Anzaldúa, 2002, 1)
[3] Nelson Flores’e (2014) göre, “Translanguaging/Dilleştirmeötesilik (diller arası geçişlilik) sadece bir araştırma yöntemi değil, dil temelinde azınlıklaştırılan toplumların dil alanında kendi kaderlerini tayin hakkı için verdikleri daha geniş siyasi mücadelenin de bir parçasıdır”.
[4] İngilizce versiyonu şöyle: “Those mauve flames i omorphi. No brakes, no restraints in any way, kendimi özgür hissettiğim yerde.” (Omer, 2009)
[5] Burada bahsi geçen “ulusal kurtuluşçular” EOKA, bakıldığı açıya göre ya sömürge karşıtı ya da faşist Rum siyasi örgütü. Lawrence Durrell’in sömürgeci bakış açısına göre EOKA bir terör örgütüydü. Şairse onları ulusal kurtuluşçular olarak niteleyerek özgürleşme fikrini terörle örtüştürüyor. Dolayısıyla Yaşın’ın sorusu şu: “Lawrence Durrell’in vurguladığı noktaları, sömürgeci bir gündemi yeniden üretmeden nasıl yeniden yorumlayabiliriz?” (Yaşın, 2012)
KAYNAKLAR
- Benedict Anderson, Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread of Nationalism, Londra, Verso, 1983. Türkçede: Hayalî Cemaatler, Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, çev. İskender Savaşır, Metis Yayınları, 1993.
- Gloria Anzaldúa, This Bridge We Call Home: Radical Visions for Transformation (“Ev Dediğimiz Bu Köprü: Dönüşüm İçin Radikal Vizyonlar”), editörler G. Anzaldúa ve A. L. Keating, New York, Routledge, 2002.
- Homi Bhabha, (ed.) Nation and Narration (“Ulus ve Anlatım”), Londra, New York, Routledge, 1990.
- Iain Chambers, Mediterranean Crossings, The Politics of an Interrupted Modernity (“Akdeniz Geçitleri, Kesintiye Uğratılmış Bir Modernitenin Siyaseti”), Durham ve Londra, Duke University Press, 2008.
- Rosita D’Amora, “Writing Through Osmotic Borders: Boundaries, Liminality and Language in Mehmet Yashin’s Poetics” (“Osmotik Sınırlar İçinden Yazmak: Mehmet Yaşın’ın Poetikasında Sınırlar, Eşiksellik ve Dil”), Thinking on Thresholds: The Poetics of Transitive Spaces içinde, editör S. Mukherji, 101-112. Anthem Press, 2011.
- N. Flores, “Let’s not forget that translanguaging is a political act” (“Transdilleştirmenin/dilleştirme ötesine geçişin siyasi bir eylem olduğunu unutmayalım”). Erişim tarihi: 30 Aralık 2022. https://educationallinguist.wordpress.com/2014/07/19/lets-not-forget-that-translanguaging-is-a-political-act/
- Claudio Fogu, The Fishing Net and the Spider Web: Mediterranean Imaginaries and the Making of Italians (“Balık Ağı ve Örümcek Ağı: Akdeniz İmgelemleri ve İtalyanların İmali”), Londra ve New York, Palgrave Macmillan, 2020.
- Édouard Glissant, Poetics of Relation (“İlişki Poetikası”), Ann Arbor, Michigan UP, 2010.
- Ramón Grosfoguel, “The epistemic decolonial turn. Beyond political-economy paradigms” (“Epistemik sömürge karşıtı dönüş. Siyasi-iktisadi paradigmaların ötesinde”), Cultural Studies21, no. 2-3: 211-223, 2007.
- Ramón Grosfoguel, “The Dilemmas of Ethnic Studies in the United States: Between Liberal Multiculturalism, Identity Politics, Disciplinary Colonization, and Decolonial Epistemologies” (“Birleşik Devletlerde Etnik Araştırmaların İkilemleri: Liberal Çokkültürlülük, Kimlik Siyaseti, Disiplinci Sömürgeleştirme ve Sömürge Karşıt Epistemolojiler”), Human Architecture: Journal of the Sociology of Self-Knowledge 10, no. 1: 81-89, 2012.
- Humberto Maturana, Francisco Varela, El Árbol del Conocimiento. Las bases biológicas del entendimiento humano, Santiago de Chile: Lumen, Editorial Universitaria, Middlesex, Middlesex University, 1984.
- Walter D. Mignolo, Local Histories Global Designs (“Yerel Tarihler, Küresel Tasarımlar”), Princeton ve Oxford, Princeton University Press, 2000.
- Walter D. Mignolo, “Delinking: The Rhetoric of Modernity, the Logic of Coloniality and the Grammar of Decoloniality” (“Bağlantıların Koparılması: Modernitenin Retoriği, Sömürgeselliğin Mantığı ve Sömürgesellik Karşıtlığının Dilbilgisi”), Cultural Studies 21, no. 2-3: 449-514, 2007.
- Fernando Ortiz, Cuban Counterpoint: Tobacco and Sugar (“Küba Kontrpuanı: Tütün ve Şeker”), Durham ve Londra, Duke University Press, 1995.
- Arun Omer, “Poems by Mehmet Yashin (1996-2007)”. Erişim tarihi: 20 Aralık 2022. https://poemsbymehmetyashin.blogspot.com/
- Aníbal Quijano, “Coloniality and modernity/rationality” (“Sömürgesellik ve modernite/rasyonalite”), Globalization and the Decolonial Option içinde, editörler Walter D. Mignolo ve Arturo Escobar, 22-32, Londra ve New York, Routledge, 2010.
- Edward Said, Culture and Imperialism, New York, Vintage, 1993. Türkçede: Edward W. Said, Kültür ve Emperyalizm, çev. Necmiye Alpay, Metis Yayınları, 2021.
- Mehmet Yashin, (ed.) Step-Mothertongue: From Nationalism to Multiculturalism: Literatures of Cyprus, Greece and Turkey (“Üvey-Anadil: Milliyetçilikten Çokkültürlülüğe: Kıbrıs, Yunanistan ve Türkiye Edebiyatları”), Middlesex, Middlesex University, 2000.
- Mehmet Yashin, “Don’t Go Back to Kyrenia: Poems, 1977-1997”, çev. Taner Baybars, erişim tarihi: 30 Aralık 2022. https://www.poiein.gr/2006/10/21/mehmet-yashin-poems-1977-1997tr anslated-by-taner-baybars/
- Mehmet Yashin, “Poems by Mehmet Yashin (1996-2007)”. Erişim tarihi: 30 Aralık 2022. http://poemsbymehmetyashin.blogspot.com/
- Mehmet Yashin, Il drago ha anche le ali, çev. Rosita D’Amora, Lecce, Argo, 2008.
- Mehmet Yashin,, “Writing from a Mediterranean Island: Between Languages and Literary Spaces” (“Bir Akdeniz Adasından Yazmak: Diller ve Edebi Mekânlar Arasında”). Erişim tarihi: 30 Aralık 2022. https://www.academia.edu/7201891/WRITING_FROM_A_MEDITERRANEAN_ISLAND_BETWEEN_LANGUAGES_AND_LITERA RY_SPACES
- Mehmet Yashin, “MEHMET YASHIN”, Austerity Measures: The New Greek Poetry içinde, editör Karen Van Dyck, 405-416, Londra, Penguin Random House, 2016.
- Mehmet Yashin, (İngilizcesi yayıma hazırlanan eser, ONK Ajans izniyle), “Pisces Your Kinsman”, çev. Umit Hussein, Londra.
* Luigi Carmine Cazzato, İngiliz Dili ve Sömürgecilik Karşıtlığı Alanlarında Kültürler Profesörü, Eğitim, Psikoloji ve İletişim Araştırmaları Bölümü, Bari Üniversitesi (İtalya).