Selçuk Baran’ın günlükleri:
“Yoksa bu günlük benim gerçek yalnızlığım mı?”
“Benliğin dışına taşmak ve bunun ötesinde bir şeyler aramak… Günlüklerini içeren her iki kitabı da okuduktan sonra, Selçuk Baran hayatının oldukça önemli bir diliminde bu uğurda çabalamış gibi göründü bana.”

Selçuk Baran
Selçuk Baran hayli erken yaşlardan başlayarak uzun yıllar boyunca günlük tutmuş. Onun günlüklerinden kimi parçalar 2007’de Ülkü Uluırmak’ın Haziran’dan Kasım’a: Selçuk Baran’dan Kalanlar-Günlükler, Mektuplar, Yayımlanmamış Yazılar[1] kitabında yayımlanmıştı. 2024’ün son haftalarında da Yavuz Türk’ün yayına hazırladığı Günlükler (1948-1989)[2] yayımlandı. Uluırmak kitabına, “Selçuk Baran on beş yaşından beri günlük tutmuş” diye başladıktan sonra, “İlk defter ya da defterler şu anda elimizde yok. Ulaşabildiğimiz en eski günlük 9 Aralık 1958 tarihini taşıyor” diyordu. Günlükler (1948-1989)’dan anlıyoruz ki, daha eski defterlere ulaşılmış; bu kitaptaki en eski günlük 19 Mayıs 1948 tarihli. Üstelik bu defterin ilk cümlesi daha da eski defterlerin varlığından haberdar ediyor bizi.
“Öteki defter bitti, buna başladım.” (s. 23)
Bu cümleye kayıtsız kalmak zor. Okur okumaz bende bir romanın ilk cümlesini okuyormuşum hissi yarattı. Bu hissin Günlükler (1948-1989)’un büyük bölümünde sürdüğünü belirtmeliyim. Selçuk Baran’ın lise ve üniversite yıllarında tuttuğu defterlerini okumakta roman okumayı andıran bir yan var. Hatta adlı adınca belirteyim, bir bildungsroman, bir yetişme, olgunlaşma romanı okumaya benziyor. On beş yaşından itibaren düşüncelerini, duygularını, heyecanlarını ve hüsranlarını içtenlikle defterlerine dökmüş, üstelik dönüp daha önce yazdıklarını yeniden gözden geçirip eskiden kaleme aldığı satırlardaki (hatta o sıradaki) içtenliğini sorgulamış bir genç kadının iç dünyasını tanıma imkânı buluyoruz. Baran’ın günlüklerinin bu yanına daha sonra değinmek üzere, öncelikle şu “öteki defter” bahsinden devam edeceğim.
1948’de Baran on beş yaşında. Anlıyoruz ki, daha da gençmiş günlük tutmaya başladığında. Ertesi yıl, 12 Mart 1949’da şunları yazmış:
Perşembe günü eski hatıra defterimi yaktım. Herkes yatmıştı. Defterimi aldım, geceliğimi giydim, dişimi fırçaladım, sonra da altı tane erik yıkadım. Defterimi sobaya atmadan evvel okumak istedim. Fakat hiçbir alaka duymadım, sanki dakikalarımı içimi dökebilmek için yazdıklarımla öldürdüğüm defter o değildi. Nihayet sobanın kapağını açtım ve attım. Bundan sonra da yazmayacağım. Şu son satırlar için uzun bir ihtarname hazırlamıştım. Fakat yazmayacağım. Artık hepsi bitti. Bundan sonra duygularımı başka kalıplara dökmeyi tecrübe edeceğim.
“Eski hatıra defteri” diye anmış, ama bunun eski günlük olduğunu düşünebiliriz, yahut günlükle hatıra defteri arası bir şeydi belki de; günü güne değilse bile henüz “hatıra” denecek kadar eskimemiş günlerin dökümü mesela. “Bundan sonra da yazmayacağım” dediğine göre, yaklaşık bir yıldır sürdürdüğü günlükle aynı mahiyette olması yüksek ihtimal. “Başka kalıplar” derken ne kastettiğini de bilemiyoruz; farklı edebi türleri düşünmüş olsa gerektir. Bir hafta önce günlüğüne, “Of! Of! Ben, ben büyük bir muharrir olmak istiyorum” diye yazdığını düşünürsek.
“Bundan sonra da yazmayacağım” dedikten üç hafta sonra, “Allahım, bundan sonra hep senin için yazacağım” diyerek yeniden başlamış günlük tutmaya. Günlüğünde duygularını hayli ayrıntılı aktarmaya çalışmış olmakla beraber, olaylar konusunda bu denli ayrıntılara girmediği için neler olduğu konusunda tam bir fikrimiz olmuyor. Günlükler (1948-1989)’un birçok sayfasını okurken bunların içerisinde boşluklar bulunan, hikâyeyi tamamlamanın okurdan beklendiği öyküleri andırdığını düşündüm. Kimi yerde de bir hayli zaman geçtikten sonra o eski olayla ilgili yeni bilgiler çıkabiliyor karşımıza, hikâye bir nebze tamamlanıyor. (Bildungsroman kronolojik ilerlemiyor, çok sık olmasa da kurgusunda flash-back’ler var.)
Kuşkusuz, Selçuk Baran ileride, yetmiş-seksen yıl sonra birileri okursa bu yazdıklarımdan ne anlar ya da anlamaz diye düşünerek tutmamış günlüklerini; ancak biz bugün bu günlükleri okurken, bu satırların yazarı genç kadının dünyasına bir edebi metnin içine girer gibi giriyoruz kaçınılmaz olarak. Bunun bir nedeni de Selçuk Baran’ın genç yaşında hayli olgunlaşmış olduğunu hayranlıkla fark ettiğimiz yazma, anlatma mahareti. Günlük sayfalarında okuduğu kitapları, seyrettiği film ya da oyunları sıklıkla anıyor. On beş-on altı yaşındayken okuduğu kitaplar onun kendisini nasıl yetiştirdiğinin bir göstergesi. Genç Selçuk’ta o yaşlara özgü kimi haller de çok belirgin. Başkalarını, arkadaşlarını ya da öğretmenlerini değerlendirirken keskin ve hayli olumsuz yargılarda bulunması; kendisini çok önemsediğini apaçık ifade ettiği sayfaların ardından kendisinden hiç hoşnut olmaması; çok değiştiğinden, eski Selçuk olmadığından gururla söz ederken aynı günlerde hiç değişmediğinden ötürü kendisine kızması; kendisinden nefret ettiğini itiraf ederken, “Dünyada insanın kendisini sevmemesi kadar feci bir şey yoktur” demesi… Fakat bunlar kadar kendisini sorgulama, deşme, didikleme, anlama çabası da… Şu satırlar 20 Şubat 1949 tarihli.
Hiçbir zaman samimi değilim, kendime karşı dahi. Hatta şu anda samimi olmadığımı itiraf ederken bile samimi değilim belki. Samimi olsam bile riyaya o kadar alıştım ki, bunu fark edemeyeceğim. Arkadaşlarıma karşı, aileme karşı, kendime karşı ikiyüzlülük… Niçin arkadaşlarıma kendilerinden hoşlanmadığımı, konuşmalarını zırva bulduğumu, beni yalnız bırakmalarını istediğimi itiraf edemiyorum? Çünkü onlara muhtacım, bilmediğim dersleri sormam lazım. İşte sırf bundan korktuğum için onlarla konuşuyorum. (s. 58)
Bütün bunların yanında yazma tutkusu da o kadar belirgin ki! “Öfkemi ancak yazı yazmakla geçirebilirim” diye yazmış mesela. Ya da şunu: “Yazabilmek, roman yazabilmek istiyorum. Duyduklarımı kelimelere dökebilmek, benim mukaddes tanıdığım pek çok şeyi ebedileştirmek istiyorum.” Okuma ve yazma tutkusunun yanı sıra, o yaşlardaki Selçuk Baran için oldukça önem taşıyan bir mesele de inanç. Günlüğünde sıklıkla Allah’a sesleniyor, ondan yardım diliyor. Bu konuya geçmeden önce yazının girişinde andığım iki kitaba yeniden dönmem lazım.
Ülkü Uluırmak’ın “Ulaşabildiğimiz en eski günlük 9 Aralık 1958 tarihini taşıyor” dediğini belirtmiştim, 1948-1958 arasındaki, yani Selçuk Baran’ın on beş yaşıyla yirmi beş yaşı arasındaki günlüklerinden Günlükler (1948-1989) vasıtasıyla haberdar olduk. Ne var ki, Uluırmak’ın kitabında da Günlükler (1948-1989)’da olmayan yıllardan sayfalar var. Mesela Uluırmak’ın aktardığı 1960, 1961, 1966 ya da 1968 yıllarından birçok sayfa Günlükler (1948-1989)’da bulunmuyor. İki kitapta da yer alan kimi tarihlerde de farklılıklar var. Mesela, Haziran’dan Kasım’a’da Uluırmak’ın 8 Mayıs 1969 diye belirttiği tarih Günlükler (1948-1989)’da 8 Mayıs 1970; 30 Kasım 1970 tarihi 30 Kasım 1971 olarak geçiyor. Yine Uluırmak’ın “1969’da tarihi kesin belli olmayan bir not” diye aktardığı bölüm, Günlükler (1948-1989)’da 7 Aralık 1969 tarihini taşıyor. Bu tarihli günlükte Selçuk Baran’ın André Gide’in Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler romanlarını karşılaştırdığı satırların en sonunda cümle iki kitapta küçük bir fark taşıyor. Önce her iki kitapta da hemen hemen aynı olan cümleleri aktarıyorum.

Yeni Nimetler bir geriye dönüştü kuşkusuz. Dünya Nimetleri’ndeki hamle öyle ileri bir atılıştı ki, geriye dönüşü gerektiriyordu. Ama bu, bir güçsüzlük değil, sadece Gide’in samimiyetinin bir ifadesidir. Yeni Nimetler olmasaydı Dünya Nimetleri’nin gerçekliği zedelenirdi biraz. Bazen gerçeğe götüren fikrin [Uluırmak’ta burası “fikir zincirinin], başlangıçta olması gereken halkalarından biri sona ekleniyor. Ne garip! Bunu ben kendim de yaşamadım mı? Gide bütün bunları haykırmasını bildi. Ben susuyorum. (Günlükler (1948-1989)’da s. 514, Haziran’dan Kasım’a’da s. 81)
Günlükler (1948-1989)’da “Ben susuyorum”u şu cümle takip ediyor. “Sinik[3] sessizliklerde, bir de gürültülerde susmasını bilmeli kişi!” Haziran’dan Kasım’a’da ise bir sonraki cümle şöyle: “Korkaklığımdan değil. Bu gürültüde susmak en çıkar yol.” Mealen birbirine yakın ama farklı bu iki cümlenin iki kitapta neden farklı olduklarını bilemiyorum.
Her iki kitapta da yer alan ama yılları farklı olan günlük sayfalarından biri olan 8 Mayıs 1970’teki (Haziran’dan Kasım’a’da 1969) notuna da dikkat çekmek istiyorum Selçuk Baran’ın.

Jean Cau’ya katılıyorum ben de.
Tanrı’nın olmadığına inananlar, bu düşüncelerini içlerinde gizleselerdi ve hiç söylemeselerdi daha iyi ederlerdi.
Bir çeşit kutsallık duygusundan yoksun bırakılmış toplumların ve ulusların olabileceğine pek inanmıyorum. İnsanda başlayıp insanda biten bir ahlak anlayışının kurulabileceğini aklım almıyor benim.
Buraya kadar her iki kitaptaki cümleler aynı, ancak peşi sıra gelen şu paragraf Haziran’dan Kasım’a’da yok.
Sanat da öyle değil mi? İnsanla yaşamla sınırlı bir sanat yaşayabilir mi? Kalıcı büyük eserler hep insanın ve hayatın sınırlarını zorlayanlardır. Bu sınırların ötesindeki en gizemli, en derin, en coşkun yücelik de kutsallıktır. (s. 557)
Bu arada belirteyim, Jean Cau’nun kim olduğuna ilişkin bilgiyi Haziran’dan Kasım’a’da bulabiliyoruz. Ülkü Uluırmak not düşmüş: “Fransız yazar. Sartre’ın eski sekreteri. Deneme ve romanları var.”
Bu son alıntıyı iki kitaptaki farklardan birinin altını çizmek için değil, Selçuk Baran’ın din ve kutsallık hakkındaki görüşüne ve sanatı da buna bağlayışına dikkat çekmek için yaptım. Din ve kutsallık Selçuk Baran’ın ilk gençliğinden itibaren yakından ilgilendiği, sürekli tartıştığı konulardan biri. Nitekim, Baran’ın günlüğünden yaptığı alıntıları konularına göre ayıran Uluırmak, “Tanrı ve Din” diye bir başlık açma ihtiyacı duymuş. Günlükler (1948-1989)’u okuyan biri, defterlerin ilkinden itibaren bu konunun ne denli önemli tartışıldığını hemen fark edecektir. İlk gençlik yıllarının çok yoğun bir Allah sevgisiyle geçtiği görülüyor; defterlerinde sıklıkla ona sesleniyor, bazen serzenişlerde bulunuyor, bazen de bu serzenişlerinden ötürü af diliyor. Zorluğa düştüğü zamanlarda Allah’a sığınıyor. “Allahım, bundan sonra hep senin için yazacağım” diye not düştüğünü aktarmıştım. Devamı şöyle:
Senin için, fakat yine kendim için, sözlerimin, yazılarımın, düşüncelerimin Allah’a ait olan kısımlarını yazacağım. Yazacağım, çünkü ruhumu temizlemek istiyorum. Benim ibadetim buraya yazdıklarım olacak. Bilmediğim, anlamadığım kelimelerle dua etmek istemiyorum, içimden gelenler, yalvarışlarımı, arzularımı kendi kelimelerim, kendi cümlelerimle söylemek istiyorum. (s. 63)
Sitem de ediyor – sonrasında pişman olacak olsa da. Yukarıdaki cümleleri yazdıktan sadece on gün sonra şunu yazmış mesela:
Allahım, yalvarışlarım, inayetini istemek için yaptığım dualar hiç sana erişmeyecek mi? Ben daima ihtiraslarımın, garip haletiruhiyenin esiri olacak ve hiçbir zaman arzu ettiğim, özlediğim yoldan yürüyemeyecek miyim? Senden yardım istedim, esirgedin – bu nasıl oldu, aklım ermiyor. […] Hudutsuz arzularımdan, zehirli heyecanlarımdan kurtulamıyorum. Çünkü sen yardım etmiyorsun. (s. 64)

Yoğun bir huzursuzluk kemirip duruyor genç Selçuk’u o yıllarda. Kendisi de farkındadır. 21 Aralık 1948 günü şu notu yazmış. “Artık saadeti ve huzuru bulmama imkân yok. Huzursuzluk, vicdan azabı, nefret daima içimi kemirecek. Her zaman kendimi mazur göreceğim, affedeceğim, seveceğim birçok sebepler bulurdum. Fakat şimdi hiçbir iyi taraf bulamıyorum.” Henüz on beş yaşındadır, ama anlaşılıyor ki, üç yıl kadar önce yaşadığı tatsız bir şeylerin büsbütün geçmişte kalmamış olmasından ötürü tedirgindir; o sıralardaki ruh haline dönmekten çekindiği de anlaşılıyor. Bir yerde “13-14 yaşımda geçirdiğim melankoli” diye anar, bir başka sayfada, ağlayacak olursa anneannesinin “şu mesele” nedeniyle ağladığının zannedilmesinden çekindiğini belirtir. “Eski defteri” yakması da muhtemelen o zamanları, o sıralarda yaşadıklarını unutmak, geride bırakabilmek için olsa gerektir. Bunların neler olduğunu yazmamış, ancak kendisini affetmekte zorlandığı, vicdan azabı duyduğu bir şeyler yaşadığı, hayli zor zamanlar geçirdiği anlaşılıyor. Bu duygularla baş etmeye çalıştığı sırada da henüz on beş yaşındadır. Yetişme çağında olmanın bin türlü derdini yaşadığı da anlaşılıyor. Bu yaşlarında onu sağlam tutanın inancı olduğu da açıkça görülüyor. Belirttim, kimi zaman sığınıyor, kimi zaman suçluyor.
Of!.. Allahım! Niçin, niçin o rüyayı gördüm? Sana yaklaşmak, her verdiğini beğenmek isterken, kadere boyun eğmeyi öğrenmeye çalışırken, bütün bunları yıkacak, geri bırakacak, bende uzun zamandır uykuda olan bu duyguyu canlandıracak rüyayı görmeye ne lüzum vardı? Allahım!.. Beni sevmiyorsun, bu aşikâr. Beni sana ulaştıracak olan merdiveni çıkmaya çalışırken sen her seferinde beni itiyor ve daha aşağılara düşürüyorsun. Hiç bana yardım etmiyorsun. Oh! Fakat nasıl beni sevmediğini düşünebilirim? Maddi olarak bana daima yardım ediyorsun ve ben de bunları hak ediyorum. Lakin manevi, iç isteklerimi yapmıyorsun. Çünkü o bakımdan hakikaten sana yaklaşmaya layık değilim. […] İçim dışım gibi olmadığı için buna karşılık olarak da Allah’tan yakınlık görmüyorum. O her zaman her işinde haklıdır. Fakat ıslah olmam için o kadar çalışıyorum ki!.. Muvaffak olmam için bana yardım etmiyor, bilakis beni gerilememe sebep olacak hislerin içine yuvarlıyor. Bir parça bu hususta da yardım etse!..” (s. 45)
Duygularının, düşüncelerinin bir uçtan öbürüne hızla geçtiği bu dönemlerde ona hem iyi hem de kötü gelen bir şey de hayal kurmaya olan düşkünlüğü – ya da kendi ifadesiyle kabiliyeti. Hayal kurmayı çok zaman romanlarla birlikte anması da dikkat çekici. Bunlardan söz ettiği satırların bende bıraktığı izlenim, okuduğu romanlardan yola çıkarak hayaller kurmayı çok sevdiği ama bunların ona bazen iyi, bazen de kötü geldiği oldu. “Hayalimdeki insanların hayatını yaşayabiliyor, onlar gibi hissediyor ve ıstırap duyabiliyorum. Ben çok zenginim ve çok çok yaşıyorum” diyen de o; bir ay sonra, “Hayallerimi bıraksam, onlarla hiç uğraşmasam, roman da okumasam düzeleceğimi zannediyorum” diyen de. Üstelik nasıl düzeleceğinden söz eder etmez, hemen peşinden, “Fakat bu şekilde hayat ıstıraplı, günahkârane de olsa, vicdan azabı ile dolu da olsa, öyle renkli ve heyecanlı geçiyor ki, kendimi unutuyorum” diyen de… Bunları yazdıktan sadece iki gün sonra bu kez “hayal kurma kabiliyetinin” iyi bir yanı olduğuna aklı kesiyor: “Eğer hayal kuramasaydım romanların veya rüyalarımın çok daha fazla tesiri altında kalacaktım.”
Sürekli bir sorgulama ve arayış içinde olduğunu görüyoruz; sorduğu sorulara aylar sonra yanıtlar bulmakta ya da bulduğunu zannetmektedir. Aynı meseleler çevresinde dolanıyor olsa da bir şeyler değişiyordur, farklı uğraklarda aynı soruların peşine düşüyordur. 11 Temmuz 1949 günü, “Beni Allah’tan uzaklaştıran, zaman zaman sevdiğim insanlara karşı kalbimi kapatan, ağlamak isterken gözyaşlarımı tıkayan zalim şey nedir? O şey beni mahvediyor. İhtirasa, fenalığa, hatta aptallığa sürüklüyor” dedikten sonra, yanıtı bulup veriyor. “Evet, o şey bizzat şeytandır. Of, hayır! Ben ruhumu şeytana mı kaptırmışım?” Ne var ki, iki buçuk ay sonra (günlüğünde “bir buçuk ay sonra” diye hesaplamış!) Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan’ını okurken verdiği bu yanıtın doğru olmadığına kanaat getiriyor. Şu cümleleri alıntılıyor günlüğüne Sabahattin Ali’nin romanından:

İçinde şeytan yok… İçinde aciz var… tembellik var… İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: Hakikatleri görmekten kaçınma itiyadı var. (s. 76)
Kendine dönük bu ağır eleştirilerden tam bir yıl sonraysa, “Halimden memnunum” diye yazacaktır, “Artık imanım var ve bedbin olmama imkân yok. Düşüncelerimde çok değişiklikler oldu. Romantizmimden eser kalmadı. İdealizmle de alakam yok. Artık tam manasıyla realistim.” Bu zaman zarfında Samiha Ayverdi’nin kitaplarını okumuş, hatta onunla tanışmış, sonra da mektuplaşmaya başlamıştır. Ayrıca Remzi Bey adındaki bir tanıdığı vasıtasıyla tasavvufa ilgi duymaya başlamıştır. Gelgelelim, kendiyle ilgili sorular sürmektedir.
“Madde ve mana, bunlardan hangisi üzerimde muzaffer olacak?” 26 Ekim 1950’de bunu sorar, beş hafta kadar sonraysa şunu:
Ben neyim? İçimde kaynaşan, mücadele eden, yenen, yenilen birçok şahsiyetin hangisi benim? Vücudumun güzel olmasını, erkekler tarafından beğenilmeyi arzu eden koket mi, uzlet köşesine çekilip âlemi, içine kendini karıştırmadan seyretmeyi tercih eden tarik-i dünya mı? (s. 89)
Artık üniversite öğrencisidir, Ankara Hukuk’ta okuyordur. Bu dönemde günlüğüne en sık âşık olduğu kişilerle ilgili hislerini, onları gördüğünde neler hissettiğini, nasıl bocaladığını ya da göremediği zamanlar ne denli özlediğini yazmış Selçuk Baran. İç karmaşası hem önceki yıllara göre az da olsa dinmiş gibidir hem de kimi zaman eskisini andırırcasına nüksetmektedir. 7 Mart 1953’te, “Korkuyorum, hislerimin bilmediğim cephelerinden korkuyorum” dedikten sonra, “Rüyalarım farkına varmadığım veya bilmemeyi tercih ettiğim arzularımın, his ve düşüncelerimin bir aksi değil mi?” diye sorar mesela; on beş yaşlarındayken de bu sorularla cebelleştiğini hatırlarız. Nitekim iki gün sonra da şunları yazmış.
“İradem olmasaydı, hukuk fakültesi olmasaydı ben mahvolmuştum. İyi ki asistanlık hülyalarım var, çalışmasını seviyorum. Lakin yine de serseriyane düşünce ve hislerden kurtulamıyorum.
Benim hâlâ 14-15 yaşımın hayalperestliği, romantikliğine sahip olduğuma kim ihtimal verebilir? Kim gecelerimin, boş zamanlarımın, müspet işlerle uğraşmasını bilmeyen genç kızlara mahsus hayal ve heyecanlarla dolu olduğunu tahmin edebilir? İnsanları bu kadar seven, onlar için ıstırap duyan, tarihin, tarihin, cemiyetlerin seyrindeki muammayı bilmek isteyen ben nasıl olur da saatlerimi kendime ait bir yığın manasız şeyi düşünmeye hasrederim? (s. 241-242)

Baran
Bir ay sonra eski bir ikilem yeniden zihnini meşgul eder. “Ya bu hayatıma, hayallerime ehemmiyet verip bir genç kız olarak tatlı, heyecanlı, kaygısız bir hayat yaşamalıyım, yahut da bunların hepsini bir tarafa bırakıp derslerimle meşgul olmalı, okumalı, okumalı, okumalıyım.”
Üniversitenin ilk yıllarında defterine yazdıklarından Allah’a şükretmeye, canı yandığında ona sığınmaya, teselliyi onda aramaya devam ettiğini görüyoruz. Bir yandan, “Allahım, kurtar beni!.. Yalvarırım başka bir insan olayım, ne olur Allahım?” der, içinde “mütemadi bir huzursuzluk, çırpınma ve hareket ihtiyacı” bulunduğundan dert yanar, ama hemen ardından heyecanlı olmanın durgun olmaktan iyi olduğunu, ama bu halin her şeyine mani olduğunu yazar defterine.
“Şükür ki imanım var” diye yazdıktan birkaç paragraf sonra, “Allah’ın her işinde bir hikmet olduğuna kabule çalışma[nın]” güçlüğünden dert yanar. Bütün bunların yanında eski Selçuk olmadığı da çok açıktır. Aşk vardır hayatında, biraz platonikçe de olsa; hatta küçük flörtleşmelerin ima edildiğini de okuruz. Tahmin edileceği üzere, aşk bahsinde de gelgitleri, yükselişleri ve inişleri, huzursuzlukları hiç az değildir. 14 Ağustos 1954’te kendisinde gözlediği değişimleri şöyle not etmiş.
Altı ay öncesine kadar sevdiğim erkekle evlenmeyi düşünmüştüm. Şimdi sevmediğimle bile flört etmeyi düşünüyorum. Üstelik bekâret hakkında o korkunç derecede münasebetsiz yazıyı[4] yazdım.
Korkuyorum, istikbalimden korkuyorum, Beni doğru yola getirmesi için yalvaracak Allahım da yok.” (s. 334)
On gün sonra da şunları yazar.
Bugün ben yemin ediyorum ki, köhnemiş telakkilerin, cemiyetin her veçhesine, her sahasına soktuğu bizi bir koyun sürüsü haline getiren bütün engelleri bertaraf ederek, eskimiş nasihatlere kulaklarımı tıkayarak, hareketlerimize bir kukla otomatik gülünçlüğünü veren sözümona beşeri bağlardan sıyrılarak yolumda ilerleyeceğim. Cemiyete ve kendime rağmen ilerleyeceğim. Ne göklerden yardım dileniyorum ne etrafımdan teşvik bekliyorum. Kendime ölçü, örnek, rehber, yardımcı olarak yalnız kendi kafamı alıyorum. (s. 335-336)

Uluırmak’ın bir araya getirdiği günlük sayfalarını tematik düzenlediğini ve “Tanrı ve Din” diye bir başlık açma ihtiyacı duyduğunu belirtmiştim. “Selçuk Baran’ın Tanrı’yla ilişkisi[nin] biraz karmaşık bir görünümde” olduğunu belirtiyor Uluırmak: “Zaman zaman yadsısa, isyan etse de, yer yer ona sığındığı pasajlar var günlüğünde.” Lise ve üniversite çağlarında yazdıklarını okuduğumuzda, bu bağın “yer yer”i hayli aştığını açıkça görmekteyiz. Uluırmak devamında, “4 Şubat 1961 tarihli günlüğünde, eşinin hastalığı karşısında duyduğu korku ve Tanrı’ya ilk isyanı yer alır” diyerek Baran’ın o gün günlüğüne yazdıklarını aktarır. Oysa Günlükler (1948-1989)’da okuduklarımızdan, ilk isyanının çok daha önce olduğunu görüyoruz; ancak başta belirttiğim üzere, Uluırmak’ın kitabında Günlükler (1948-1989)’da bulunmayan yıllar var; 1961 mesela. Selçuk Baran’ın eşi Ayhan Baran’ın rahatsızlığından ve bunun Selçuk Baran’ı nasıl sarstığından ancak Haziran’dan Kasım’a’yı okuyunca haberdar oluyoruz; Günlükler (1948-1989)’da bu yıllar, bu bahisler hiç yok. Keza, Baran’ın günlüğünün 15 Haziran 1966 tarihli şu satırları da…
“Hayata teslim olamıyorsun bir türlü. Zayıflığına rağmen kuvvetin burada senin”dedi bana.
Evet, güçlüyüm. Beni Tanrı’yı yadsımaya götüren şey bu olmalı. Tanrı’dan hiçbir şey beklemeyecek kadar güçlü ve korkusuz olduğum için onun önünde diz çökemiyorum. (s. 43)
Bu yazıda Selçuk Baran’ın inancı, imanı meselesine biraz uzunca değinme ihtiyacı duymamın nedeni, bu konunun yıllar boyunca onun defterlerinde hiç azımsanmayacak yer tutması. Demek zihninde ve gönlünde de… Ancak bir neden daha var. 8 Mayıs 1970 tarihinde defterine yazdığı, yukarıda alıntıladığım cümleleri yeniden hatırlatacağım:
İnsanla, yaşamla sınırlı bir sanat yaşayabilir mi? Kalıcı büyük eserler hep insanın ve hayatın sınırlarını zorlayanlardır. Bu sınırların ötesindeki en gizemli, en derin, en coşkun yücelik de kutsallıktır.
Hayatı boyunca, anlıyoruz ki Selçuk Baran kendi içine olduğu kadar dışarıya da bakıp sorular sormuş, verilen hazır yanıtlarla yetinmemiş. Yetinir gibi olduğunda huzursuzluk duymuş.
Bu yazıda değinme imkânı bulmadım, ama geçerken kısaca değinmeliyim; kadına toplumda biçilen rolleri hem bir ölçüde benimsediğine hem de buna isyan ettiğine dair sayfalar az değil günlüklerinde. Yazı boyunca yaptığım kimi alıntılarda bunun izleri sezilmiştir; kadınlara birtakım yeni imkânlar sunulan bir toplumda geleneksel rollerin devamının yarattığı yarılmanın mağduru olan kuşaktan biri Baran. Öykülerinde de bu durumdaki kadınlar sıkça karşımıza çıkar.[5]

Selçuk Baran’ın da yıllar içinde, özellikle evlendikten sonra sıklıkla zamanını nasıl kullanacağı dert olmuş – yazmaya, okumaya zaman bulup bulamayacağı. 22 Haziran 1965 günü şunu yazmış mesela: “Zamanımı çalmasınlar benden. Düşüncelerimin önüne çıkmasınlar.” Yıllar içinde daha da netleştiğini görüyoruz bu konudaki fikirlerinin. Verili, dayatılan rollerle yetinmiyor; tanık olduğu, kimi zaman bizzat yaşadığı ilişki biçimlerini de yetersiz, hatalı görünüyor. Bütün bunların daha farklı yaşanabileceğine inanıyor, ne ki her zaman hayata geçiremiyor. Ancak ötesinin mümkün olduğu düşüncesinden vazgeçmiyor. Sıkça hayatın anlamını soruyor; ölümden, yok olmaktan korktuğunu itiraf ediyor; bunlara verdiği karşılık da yaşamak. Hayatın bilinenden farklı olacağına güveni sürüyor.
Yeniden kutsallık, aşkınlık meselesine dönersek; gerçekliğin, “sınırların ötesindeki en gizemli, en derin, en coşkun yüceliğe” bir bağlılığı olduğu yadsınamaz Selçuk Baran’ın; bu bağ yıllar içinde geleneksel dinler anlamındaki bir Tanrı inanışından başka bir şeye dönüşüyor. 2 Mart 1970’te, Efes’te Meryem Ana’nın evinde kendisinin de mum diktiğini anlatırken bu sırada içinden geçirdiklerini de şöyle aktarıyor.
Kime ve neye olursa olsun, şu andaki duygularımı paylaştığım, Müslüman, Hıristiyan, Budist, tanrıtanımaz, ülkücü, komünist, Sokrates ya da hamal, çiftçi, ırgat; kim olursa olsun, yüreğimde, kendi etten kemikten benliğinin dışına taşmak; ama bunların ötesinde, bir şeyler arayan, onun özlemini duyan, bulan ya da bulamayan, binlerce insanın tutuşturduğu o sönmeyen meşalenin adına dikiyorum bu mumu.
İşte benim DİNİM, benim TAPINIŞIM, benim ÜLKÜM… (s. 525)
Benliğin dışına taşmak ve bunun ötesinde bir şeyler aramak… Günlüklerini içeren her iki kitabı da okuduktan sonra, Selçuk Baran hayatının oldukça önemli bir diliminde bu uğurda çabalamış gibi göründü bana. Özellikle öğrencilik yıllarında kendi arzularından, ihtiraslarından çok şikâyet ediyor ama bunlardan vazgeçmiyor da; bu gerilimin sürekli devam etmesinin altında da bildiğinin ötesini görme, öğrenme çabası olduğunu zannediyorum. Anlık tatminler, arzuların gelgeç giderilmesini aşan bir heyecan, bir coşku duyduğu çok açık. Hayalleri sonra; bitmek bilmez, hayatına eşlik eden hayalleri – öyle ki, günlüklerindeki kimi sayfalarda yaşadıklarını mı, yoksa hayallerini mi anlattığı belirsiz hale geliyor. Hayalleri, gerçeklikle yetinmeyip ötesine geçmenin, ötesini kurmanın, ötesini yaşamanın bir yolu olmuş. Bunu yaptığı için kendiyle kavga edip dursa da bundan vazgeçmemiş. Zannediyorum edebiyat tutkusunun kökeninde de bu hayal etme tutkusu ve hayal ederek bir şeylerin dışına taşma, ötesine geçme isteği bulunuyormuş. Müziği çok sevmiş ve bazen ürkmüş, dinlediği bir ezginin onu alıp götürmesinden, hayallere sürüklemesinden, kaldıramayacağı heyecanlara boğulmasına neden olmasından çekinmiş; buralarda da bir dışarı çıkma hali var sanki. Çekindiği halde sürdürmüş; boğuntuları, sert içe kapanmaları göze almış. Yıkımları da…
Bu bahiste 25 Nisan 1969 günü defterine düştüğü notu da anmak lazım.
İç dünyayı yaratan şey, kutsallık duygusudur. Saklanılmak istenen şeydir kutsallık. Kendi içimizden başka hiçbir sığınağa güvenemeyiz.
Dinî duyguların, sanat duygusunun olmadığı yerde kutsal yoktur. İnsanların iç dünyası yoktur.” (s. 502-503)

Kutsallığın iki ayrı boyutu olduğu anlaşılıyor Selçuk Baran’da – dışarıdadır, gizemlidir, ötededir, ama ulaşılmaz değildir; aynı zamanda içeridedir, saklandığımız, sığındığımızdır. Sanatı da her iki yönde birden insanı harekete geçiren bir güç olarak tasavvur ettiğini zannediyorum; ya da her iki yöndeki hareketin sonuçlarından başka bir şey değildir bizde coşku, heyecan, ürperti yaratan, bizi sığındığımız içimizden dışarı taşıyan, dışarının da içeri akmasını sağlayan sanat yapıtları.
Selçuk Baran’ın günlükleri ve Ülkü Uluırmak’ın kitabının alt başlığındaki gibi, Selçuk Baran’dan “kalanlar” sadece bu kıymeti hak ettiğince bilinmemiş usta yazarı yakından tanıma imkânı vermekle kalmıyor, Baran’ın defterlerini doldurduğu ‘50’li, ‘60’lı yıllara dair de çok şey var. Kuşkusuz onun gözünden, dilinden… Bu yıllarda yaşamış, okuyan, yazan genç bir kadının iç dünyasını, tanıklıklarını, düşüncelerini kendi ağzından dikkatle takip etmek bu dönemleri araştırmak isteyenler için hayli önemli bilgiler barındırıyor; özellikle kadın araştırmaları alanında önemli bir imkân olduğu kanısındayım. Edebiyat tarihi açısından da önemli. Selçuk Baran’ın kısacık da olsa kendi edebiyatı ve dönemin edebiyatçılarının yapıtları üzerine yaptığı saptamalar hayli dikkate değer. (Ülkü Uluırmak’ın 2016’da YKY tarafından yayımlanan Edip’in Lastik Topu: Dostlarının ve Ailesinin Anlatımıyla Edip Cansever başlıklı kitabında yer alan Selçuk Baran’ın Cansever değerlendirmesi Haziran’dan Kasım’a’da da yer alıyor.)
Günlükler (1948-1989)’da, Selçuk Baran’ın 1960’lı ve ‘70’li yıllarda tuttuğu defterler, 1950’lerde tuttuklarının yanında çok sınırlı – ‘80’li yıllarsa birkaç sayfadan ibaret. Bununla beraber, 1960’lı ve ‘70’li yıllar artık Baran’ın öykülerini, hatta kitaplarını yayımladığı yıllar; edebiyatçılarla görüştüğü, yazıştığı zamanlar. Enerjisini ve zamanını daha çok bunlara ayırdığı için günlüğüne önceki yıllardaki kadar yazmamış olduğunu tahmin ediyorum. Üstelik iki çocuk büyüttüğü ve aynı zamanda bir işte çalıştığı da düşünülmeli. Yine de bu yıllardaki bazı notları çok dikkate değer saptamalar içeriyor. Mesela şu cümleler 21 Mayıs 1970’ten.
Yeni hikâyeciliğimizin kötü bir özelliği var: Sevgisizlik. Füruzan’ın ‘Nehir’ adlı hikâyesini ikinci kez okurken sezdim bunu. Çok iyi bir hikâye aslında. Tomris Uyar’ın hikâyeleri de öyle, iyi hikâyeler. Ama doyurmuyor, kandırmıyor. Okuyası gelmiyor insanın. Çünkü insana uzak. Sevgiyle değil, düşünerek yazılmış.
Bu, aydının halka uzaklığının sonucudur. Yazar toplumcu olduğu için halka eğilme gerekliliği duyuyor. Yoksa halkla kendiliğinden doğmuş, içten bir beraberliği yok. Bu yüzden soğuk bir ilgisizlikle yazıyor.
Kemal Tahir ise yalnızca sevgisiz değil, bizim bilemeyeceğimiz bir nedenle Türk halkına düşman. Hınçla, garezle, kirletmek, yok etmek, tahrip etmek için yazıyor.” (s. 558)
Bir alıntı da Haziran’dan Kasım’a’dan yapacağım. Tarihinin belirsiz olduğu belirtilmiş bir yazı bu; Ülkü Uluırmak, “Hikâye Anlayışı Üzerine” başlığını koymuş. Daha hikâye yazmayı düşünmediği yıllarda duyduğu bir tanımı aktarmakla başlıyor Selçuk Baran.
Pencereden bakıyorsunuz. Bir adam sağ köşeden dönüp sokağınıza giriyor, sonra öbür köşeden sapıp gözden yitiyor. Hikâye, adamın sokağınızdan geçmiş olduğu kısa ânı anlatır. Adamın sokağınıza girmeden önceki hayatı sizi ilgilendirmez. […] Sokakta yürüyen bir adam, sokakta duyduğunuz bir ses… Dışarısıyla, dış dünyayla kısa, belki bir âna sığan bir ilişki. Bilincinizi ya da bilinçaltınızı korkunç titreşimlerle sarsan bir etki. […] Başlangıcı ve sonu bilmiyorsunuz […]. Bu bilinmezlik yazarın kafasında birçok sorular doğurur. Ama yazar onları yanıtlamak zorunda değildir. Önemli olan yazarın okuyucuya sorular sordurtmasıdır, okuyucuya kendi sorularını buldurtabilmesidir. Okuyucu kendi sorularını cevaplayabilir mi? Bu o kadar önemli değildir. Önemli olan soru sormaktır. Soru sormak insanın gençliğini, hayata sonsuz bağlılığını diri tutan çok önemli bir etkendir çünkü. (s. 143-144)
“İnsanın hayata sonsuz bağlılığını diri tutmak.” 15 Kasım 1968 günü, “Tanrı düşüncesinin yerini Hayat aldı” diye yazmış Selçuk Baran; bundan on bir gün önce de şunları:
Önemli olan şimdi hayatın kendisi, insanlar değil. Büyük olan, değişen, gelişen şey hayat, insanlar değil. İlgi çekici olan, karanlık; bilinmeyen köşeleri, sonsuz soruları, uçsuz bucaksız imkânlarıyla merakımı uyandıran; beni dünyaya bağlayan hayat, arkadaşlarım değil.
Ve insanlar binlerce yıldır YAŞAMA’yı öğrenemediler…
Kim bilir, belki hayatı da fetiş haline getirdiler…” (s. 483)
NOTLAR
[1] Ülkü Uluırmak, Haziran’dan Kasım’a: Selçuk Baran’dan Kalanlar-Günlükler, Mektuplar, Yayımlanmamış Yazılar, EOS Yayınevi, Ekim 2007, 287 s.
[2] Selçuk Baran, Günlükler (1948-1989), Can Yayınları, Aralık 2024, 639 s.
[3] “Sinik” kelimesi bahsinde bir not. Haziran’dan Kasım’a’da Selçuk Baran’ın sakladığı, Cemal Süreya, Edip Cansever, Tahsin Yücel gibi edebiyatçıların bazı mektuplarına da yer verilmiş. Bunlardan birinde, 24 Şubat 1970 tarihli mektubunda Cemal Süreya, Baran’a “Sinik kelimesini ‘arsız’ diye çevirebilir miyiz?” diye soruyor. Bu mektupta Süreya, Baran’ınPapirüs’e gönderdiği bir öyküsünün Sait Faik’teki bir eğilimle benzeşen ve ayrılan yönlerine değiniyor. Süreya’ya göre sinizm “Sait’in hiçbir zaman uğramadığı” bir eğilimdir, Baran’ın başta Sait Faik’i andıran öyküsü sinik ve “tıka basa eğleniyle dolu, güvenli ritmiyle” Sait Faik’ten ayrılıyor.
[4] Muhtemelen burada sözünü ettiği “bekâret hakkında[ki] o korkunç derecede münasebetsiz yazı”Günlükler (1948-1989)’da 9 Ağustos 1954 tarihli sayfalardaki yazı. Bu sayfalarda genç bir erkekle kadının bekaret üzerine konuşmaları yer alıyor. İlginç olan bu tarihin altındaki sayfalarda ben-anlatıcı erkek, muhatabı kadının adıysa Suzan. Bundan bir önceki günlük sayfası 5 Ağustos 1954 tarihli ve burada yazdıklarının başına “Hayali bir konuşma” başlığı atmış Selçuk Baran. Ülkesinin şimdisi ve geleceği için kaygılanan birlikte neler yapmaları gerektiğini tartışan birkaç genç kadınla adamın diyalogları, tartışmaları anlatılıyor. Bu “hayali” konuşma 30 Ağustos 1954 günlü notlarında da devam ediyor. Bu “hayali konuşmalar” belki de öyküye ısınma turlarıdır Baran’ın, yahut “hayali”/kurmaca kurgu bir saklanma biçimidir; her durumda yazıldığı dönemin ruhunu, üniversiteli ya da yeni mezun gençlerin ülkeye, dünyaya, siyasete, sosyalizme, kadın-erkek ilişkisine nasıl baktıkları konusunda hayli önemli bir metin.
[5] Ateşe Atılmış Çiçek’te (Can Yayınları, 2012) yer alan “İnceliklerin Kırgını: Selçuk Baran” başlıklı yazımda bu bahse öyküleri bağlamında değinmeye çalışmıştım.
Önceki Yazı

Haftanın vitrini – 24
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: 17. yüzyıl / İklim Meselesi / İstasyonlar Arası Günler / Küskünler / Latin Amerika’dan Tekinsiz Öyküler / Madalyonun Öteki Yüzü / Neredesin Mathias? / Ortak Hayat / Şiir Dünyadan İbaret / Yanı Başımızdaki Doğa