Hikâyeyle baştan çıkan dünyada
eleştiriye sarılmak
“Brooks anlatının gücüne inanır ama 21. yüzyıldaki hikâye bolluğunu da endişeyle izler. Anlatı dünyayı anlama ve anlamlandırma çabasının araçlarından biridir, evet – ama tek aracı değil.”


Geçtiğimiz gün İstanbul Uluslararası Edebiyat Festivali’nin (İTEF) açılışında Almanyalı yazar Dinçer Güçyeter, festivalin ana temasını oluşturan “Edebiyat ne işe yarar?” sorusunu eğlenceli bir anekdotla yanıtlıyordu: Bir imza gününde okurlar kahramanlarından biri olduğu romanı ona da imzalatmak isteyince, kitap için verilen 25 Euro’ya hayıflanır anne Güçyeter. Belli ki, yazar annesi de olsa, “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti”[1] diyen hayalperestlerden değildir. Hayatın kitaplarla değişmeyeceğini bilecek kadar görmüş geçirmiştir. Hikâyenin baştan çıkarıcılığına karşı serinkanlı bir duruşu vardır.
“Edebiyat ne işe yarar?” sorusunun, Yeni Hayat’ın Osman’ının coşkunluğuyla Dinçer Güçyeter’in annesinin soğuk gerçekçiliği arasında bir cevabı olmalı mutlaka. Peter Brooks, Hikâyeyle Baştan Çıkarılmak adlı kitabında anlatının “Dünyayı anlama ve onun anlamlarını inşa etme çabamızda yararlandığımız geniş sınıflandırmalardan biri” olduğunu söylüyor.[2] Brooks’un tanımı tam da Osman ile anne arasında bir alanda duruyor: Ne kendinden geçme hali ne de kayıtsızlık. Brooks’un işaret ettiği “anlama ve anlamlandırma çabası”nda entelektüel alan henüz gözden kaybolmamıştır, kitabın başlığındaki “baştan çıkarılma” ediminin ima ettiği edilgen, rasyonaliteden uzak benlik yerine dünyayı anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan rasyonel bir benlik vardır. Rita Felski’nin, Edebiyat Ne İşe Yarar’da[3] “edebiyatın ruhumuz üstündeki çoğu zaman derin etkisinin yanı sıra, kendimizi ve dünyayı anlama biçimimizi nasıl değiştirdiği üzerine kafa yormak durumundadır” dediği “teori”, Yeni Hayat’ın başında, anlatının gücünü mistifiye eden pasajı daha dünyevi bir zeminde yorumlamak zorunda hisseder kendini:
Daha ilk sayfalarındayken bile, kitabın gücünü öyle bir hissettim ki içimde, oturduğum masadan ve sandalyeden gövdemin kopup uzaklaştığını sandım. Ama gövdemin benden kopup uzaklaştığını sanmama rağmen, sanki bütün varlığım ve her şeyimle her zamankinden daha çok sandalyede ve masanın başındaydım ve kitap bütün etkisini yalnız ruhumda değil, beni ben yapan her şeyde gösteriyordu. Öyle güçlü bir etkiydi ki bu, okuduğum kitabın sayfalarından yüzüme ışık fışkırıyor sandım: Aynı anda hem bütün aklımı körleştiren hem de onu pırıl pırıl parlatan bir ışık. Bu ışıkla kendimi yeniden yapacağımı düşündüm, bu ışıkla yoldan çıkacağımı sezdim, bu ışıkta daha sonra tanıyacağım, yakınlaşacağım bir hayatın gölgelerini hissettim. (Yeni Hayat, s. 7)
Brooks anlatının gücüne inanır ama 21. yüzyıldaki hikâye bolluğunu da endişeyle izler. Anlatı dünyayı anlama ve anlamlandırma çabasının araçlarından biridir, evet – ama tek aracı değil. Ancak sosyal medyanın, iletişim araçlarının etkisi anlatıyı neredeyse insanla dünya arasında tek anlamlandırma aracı haline getirmiştir:
Anlatının kamusal alanda diğer ifade biçimlerini tıkaması, kültürümüzde bir şeylerin ters gittiğini gösterir. Tüm kavrayışımızın anlatı biçiminde ifade edilmesini gerçekten istiyor muyuz? ‘Hikâye’ diğer kavrayış biçimlerinden kaçışa bahane olarak kullanılıyor olamaz mı? Örneğin, bir zamanlar sivil söylemin baskın biçimi olarak kabul edilen mantıksal akıl yürütme ne olacak? (Brooks, s. 25)

Hikâyeyle Baştan Çıkarılmak: Anlatının Kullanımı ve Suistimali
çev. Ayşen Tekşen
Mart 2025
176 s.
Brooks hikâye istilasının nerelere uzandığını ayrıntılarıyla irdeliyor kitabında. Şirketlerin, devletlerin, orduların, politikacıların meşru bir zemin için başvurdukları anlatılar; seçim kampanyalarını süsleyen anekdotlar… Toplumlar ve bireyler için bir kimlik yaratacak hikâyeler. Brooks gazetelerden, TV ekranlarından, sosyal medyadan, YouTube kanallarından, podcast’lerden üzerimize boca edilen anlatı bolluğu karşısında Fransız yapısalcıların “anlatıbilim” diye adlandırdığı yönteme başvuruyor ve edebiyat metinlerini analiz ederek ilk sorusunu soruyor: “Anlatan hikâyeyi nasıl bilebilir?”
Brooks bu bölümde insanın kendi ölümünü anlatamayacağı gerçeğinden yola çıkarak, Trendeki Kız adlı çoksatar romanda Megan’ın kendi ölümünü anlatmasını, sosyal medya “dark web’de üretilen meme’ler çağında” anlatının kökenini merak etmekten tümüyle vazgeçtiğimizin kanıtı olarak okuyor.
Elbette medyanın anlatı istilasına katkısı büyük. Robert Fulford, Anlatının Gücü’nde, gazetelerin, Brooks’un artık anlatıcının nereden bildiği sorusunu geçersiz kılan anlatı şehvetini örneklerle sergiler: 1980’lerin başında Washington Post, Pulitzer Ödülü’nü geri vermek zorunda kalmıştır, çünkü ödül alan “Jimmy’nin Dünyası” adlı haberde kimi ayrıntılar doğru olsa bile, eroin bağımlısı çocuk tümüyle kurgudur.[4] Gazeteler Amerikalıların ulusal yaralarını sarmaya yarayacak hikâyelerle doludur ve cüretkâr bir yürek çıkıp da Brooks’un sorusunu ya da gazeteciliğin 5N1K kuralını hatırlattığında yalanlar ortaya saçılır.
Mikro tarihten anlatı istilasına

Anlatının Gücü:
Kitle Kültürü Çağında Hikâyecilik
çev.Ezgi Kardelen
Kolektif Kitap
Ekim 2017, 3. baskı
152 s.
Anlatı istilasını yalnızca medyanın etkisine bağlamak mümkün değil. Tarihin yaratıcı edebiyata indirgendiği, makro tarihten mikro tarihe geçişin müjdelendiği bir çağda anlatı bolluğu kaçınılmazdı. Tarih artık savaş meydanlarıyla, “Niçin” sorularıyla, hükümetlerle, krallarla ilgilenmiyordu. Gözünü “küçük” olana dikmişti. Büyük tarihin gölgesinde kalan ne ve kim varsa anlatıyla birlikte aydınlığa çıkarılıyordu. Geçmişin hazine sandığından çıkan hikâyeler öylesine büyülüydü ki, “tarih”i bile unutturuyordu. Mikro tarihin makro toplumsal bağlamı önemsenmez olmuştu. Belli ki hikâye tarafından baştan çıkarılmıştık. Mikro anlatılar, gün yüzü görmemiş tarihten “anlatsam roman olur” düsturuyla ortaya dökülen anekdotlara uzandığında iş işten geçmişti. Robert Fulford’un “ikamet edilen mekân” (s. 39) olarak tarif ettiği büyük anlatı kolektif evimiz olmaktan çıkmıştı; şimdi herkes kendi derme çatma kulübesini inşa ediyordu. Sosyal medyada yayılan anlatılar epey “önemsiz” görünüyordu ama olsun, hikâyeyle baştan çıkarılmıştık bir kere! Gündelik hayatın her ânı, her detayı önemliydi ve anlatı çoğu zaman bu kutsal detay kâsesinde boğuluyordu.
Büyülenmeden baştan çıkarılmaya
Rita Felski, estetik deneyimin büyülenme etkisi yarattığını iddia eder Edebiyat Ne İşe Yarar’da. Edebiyat Max Weber’in büyübozumu ile ilişkilendirdiği modernitede seküler büyü görevini üstlenmiştir Felski’ye göre. Her şeyin dünyevileştiği bir çağda sözcükler eliyle yaratılan bir büyüdür söz konusu olan. Peki, büyülenmeyle baştan çıkarılma arasındaki fark nedir? Sanırım baştan çıkarılma fiilinin ima ettiği olumsuz, kötücül anlam, büyülenmenin o masum, çocuksu içeriğini ortadan kaldırıyor. Belki de her şeye teşne olduğumuz bir ruh halidir bu. Yalana, dezenformasyona, narsisizme… Yeni Hayat’ın Osman’ının gördüğü ışık yoktur baştan çıkarılmada. Her birimiz kendi hikâyemizin narsistik ışığıyla yetiniriz, o ışık bir yanılsamadan ibaret olsa bile.
Felski’ye göre büyülenme ile eleştiri arasında bir husumet vardır.
Büyülenme, bu anlamda, eleştirinin antitezi ve düşmanıdır. Büyülenmek, kişinin eleştirel düşünceye kapalı hale gelmesi, aklını fikrini kaybetmesi, gördüğü şeyi ciddi ve aklı başında bir incelemeye tabi tutmak yerine onun ayartısına kapılması anlamına gelir. […] Öncelikle bu sözcük estetik deneyimin ele avuca sığmaz bir yanı, rasyonel tahlile direnç gösteren, dile getirilemez ve esrarengiz bir niteliği olduğunu ima etmektedir. Böyle bir iddia, benimsenen bakış açısına bağlı olarak anti-entelektüalist, yarım yamalak, hatta proto-faşist izlenimi bırakabilir. (s.74)

Edebiyat Ne İşe Yarar?
çev. Emine Ayhan
Metis Yayınları
Kasım 2010
176 s.
Felski’nin anti-entelektüalist ve proto-faşist vurgusu özellikle önemli. Çağımızın anlatı istilasının anti-entelektüalizmi, gündelik hayatta ve siyasette rasyonelliğin tu kaka edildiği bir totalitarizmi tetiklediği açık. Duygunun, onayın, kabullenmenin, uyumun yüceltilmesi aklı ve eleştirel düşünceyi bir anda düşman tahtına oturtuyor. Entelektüel, duygularla, gözyaşlarıyla kenetlenmiş insan topluluklarının, onaylanma duygusuyla esrikleşmiş bireylerin başlıca düşmanı artık. İdeolojilerin sonu ilan edildi ve anlatılar ideolojilerin kem gözüne yakalanmadan arzı endam ediyor. Tam da burada woke kültürü büyülenmenin ve baştan çıkarılmanın karşısında gerçek bir direnç sağlıyor mu sorusunun sorulması ve tartışılması gerektiğini hatırlatmadan geçmeyeyim.
Edebiyatta büyülenmenin en önemli temsilcileri Don Kişot ve Madam Bovary’dir. Flaubert, Madam Bovary’nin rasyonaliteden yoksun okurluğu üzerinden romantik edebiyatı yerle bir eder. Madam Bovary okuduğu romanslarla büyülenmiş, hatta baştan çıkmıştır. Romanlardaki hayatı taklit ederek trajik sonuna ulaşır. Flaubert, Brooks ve Felski’den çok önce anlatının baştan çıkarıcılığına karşı sağduyuyu göreve çağırmıştı. Madam Bovary, Brooks’un “hikâyeyle baştan çıkarılma” dediği durumun mükemmel bir örneğidir: Coşkun bir duygusallıkla, hazzın ve sahte bir benliğin peşinden giderek kendini tüketmek…
Çağın hızı, sosyal medyada saniyeler içinde değişen imgeler, duygular büyüye yer bırakmıyor. Aradığımız büyü değil, eğlence. Dünya bizi eğlendirsin istiyoruz. Estetik yargılar, bir romanın ya da filmin bizi çok ağlattığı ya da güldürdüğü, anlatılan hikâyede adeta kendimizi bulduğumuz, hikâyenin içinde kaybolduğumuz, sabaha kadar kitabı elimizden bırakamadığımız gibi bildirimlere dayanıyor. Baştan çıkarılma hali belki de Brooks’un Freud’dan alıntıladığı “majesteleri ego”nun her yerde kendini görme arzusundan başka bir şey değil. Felski bu yüzden soruyor: “Bir kitabın gerçekten benim hakkımda olduğunu düşünmek narsisizmin doruk noktası değil midir?” (Felski, s. 41)
Tanıma ve onaylanma
Bize adeta beni anlatıyor, hikâyede kendimi buldum dedirten nedir? Söz gelimi, hayatını gündelik kaygılarla geçirmiş, bir kere bile Napolyon olmayı düşünmemiş bir okur, tefeci bir kocakarıyı baltayla öldüren Raskolnikov’da kendine dair ne bulabilir? Aslında hikâyenin bize kendimizden çok başkalarını, dünyayı anlattığı söylenebilir mi? Felski okurun edebiyat eserinde kendini bulmasının ve tanımasının koşulsuz bir onay ya da tam tersi bir “öz-irdeleme” olarak algılanabileceğini belirtir; öz-irdeleme “muhtemelen kişinin cezbedicilikten daha uzak güdü ve arzularının hesaba katılmasını gerektiren altüst edici, hatta nahoş bir süreçtir”. (s. 64) Felski tanımanın yalnızca narsistik benliğin onaylanması, görünür olmasıyla ilgili olmadığını ısrarla vurgular:
Tanıma fenomenolojisi bir tikellik hissinin olumlanıp yoğunlaştırılmasına katkıda bulunabilir fakat aynı zamanda aşina kimlik başlıklarının ötesine geçip bunları allak bullak da edebilir. Tanımak sadece bilmek değildir; aynı zamanda bilme ve bilinebilirliğin sınırlarıyla kendini algılamanın nasıl ötekinin dolayımıyla gerçekleştiğiyle ve ötekiliğin benlik tarafından algılanışıyla da ilişkilidir. (Felski, s. 66)
Yani edebiyat bize yemeğe çağırmak isteyeceğimiz, oturup çay içip sohbet edeceğimiz, kendimizi, varoluşumuzu doğrulatacağımız karakterler sunmaz. Anlatılan hikâye ne kadar gündelik olursa olsun, anlatı bir sis perdesini, gizemi ortadan kaldırıp gündelik hayatın politikliğini “görünür” kılar. Bu anlamda bizi sürekli evde, tembel arzular ve boş hülyalarla koltuğa çivileyen anlatıların gücünden ve niyetinden şüphe etmek yalnızca “kötü niyetli” eleştirmenlerin işi değildir.
“Romanlar bize gündeliğin sıradanlığının yanı sıra büyüsünü de verir: Şeylere sıradışılık zerk eder, cansız dünyaya can katar, çoğu zaman gözden kaçan, sıradan fenomenlerin estetik, duygusal, hatta metafizik anlamların birer taşıyıcısı halini alarak ışık saçmasını sağlar” diyor Felski. (s. 90) Anlatı gündelik sıradanlığın büyüsünü verirken, gündelikliğin gözbağcılığına da karşı durmaz mı acaba? Rousseau’nun Romanlar Üzerine Sohbet’te yazarla diyaloğunda okurun sorduğu, “İnsanın her gün evinde ya da komşusunda görebileceklerini yazmanın manası ne?” (aktaran Brooks, s. 124) sorusu tam da bu gözbağcılığın başarısından kaynaklanır. Çünkü gündelik hayat kendini ideolojiden ve politikadan azade bir yerde konumlayacak kadar sinsidir aslında. Evlerin salonlarında oturur televizyon izleriz, yatak odalarında sevişiriz, mutfakta bulaşıkları yıkarız… Her şey masum bir döngü içinde yinelenir durur. Gündelikliğin sıradanlığına büyü kazandırmak belki de Henri Lefebvre’nin en çok kadınlar üzerinde ağırlığını hissettirdiğini söylediği[5] gündelik hayatın şifrelerini çözmekle eşanlamlıdır.
Peter Brooks da anlatı ile gündelik hayat ilişkisini çocukların oyunla kurduğu ilişkiye benzetir: “İkisi de gerçeğin amansız işleyişi içinde bir özgürlük alanı yaratmakla ilgilidir. Başarılı bir kurmaca söz konusu olduğunda, oyun bizi gerçekliğe değişmiş, gelişmiş, cebimiz bilgelik dolu halde geri bırakır.” (Brooks, s. 124)

Dolayısıyla anlatıdan beklenen, birlikte çay içip dedikoduya dalacağımız türden aşina karakterlerle dolu bir konfor alanı yaratmak değil, ama onay, tanınma ve konsensüs dünyasında yazarın okuru evinde hissettirme kaygısı da iyice fark edilir olmaya başladı. Gündelik hayat aşina bütün öğeleriyle anlatının konusu artık. Cebimizi bilgelikle dolduracak bir özgürlük alanı, piyasanın ve popülerliğin baştan çıkarıcılığına feda ediliyor giderek. “Anlatsam roman olur” cümlesindeki heves en sıkıcı gündelik ritüellere kadar uzanınca, anlatı da bilgelik iddiasından bir adım geri çekildi sanki.
Anlatının büyüsü, teorinin soğukkanlılığı
Rita Felski anlatı ve teori arasındaki ilişkiyi Manuel Puig’in ünlü romanı Örümcek Kadının Öpücüğü’nde hapishanede aynı hücreyi paylaşan devrimci Valentin ile trans Molina’nın filmler karşısında gösterdikleri tepki üzerinden okur. Molina vakit geçirmek için sevdiği filmlerden sahneler anlatır; melodramlar, romanslar, korku filmleri havada uçuşur. Valentin ise Molina’yı ideolojinin külyutmazlığıyla ve belki de “kibri”yle dinler. Molina hikâye anlatmayı, Valentin ise tahlil etmeyi sürdürür. “Valentin teorik kodlarda daha da yetkinleşme, estetik yüzeyleri yorumbilgisel derinliklere tercüme etme, kültür endüstrisinin hayal dünyalarında kendini açığa vuran patolojileri teşhis etme hevesinde olan dört dörtlük bir ideolojik eleştiri destekçisidir.” (Felski, s. 87) Bu örnekten bakılınca Valentin’le temsil edilen eleştirel analiz, soğuk ve sevimsiz görünebilir ama hikâyeyle baştan çıkarılmamanın tek yolu gibi duruyor.
Unutmamak gerekir ki, eleştirmen Sirenlerin baştan çıkarıcı sesini duymamak için tayfasının kulaklarını balmumuyla kapatan Odysseus değil, Sirenleri dinleyip şarkılarının insanları nasıl büyülediğini analiz eden kişi. Estetik deneyim karşısında Odysseus kadar katı değil, Valentin kadar uyanık bir figür.
Brooks da anlatıbilimin sorularıyla yaptığı sayfalar dolusu analizden sonra dilinin altındaki baklayı çıkarır:
Genel olarak beşeri bilimler ve özel olarak de edebiyat çalışmalarında üretilen bilginin kamusal alanda değersizleştirildiği, hatta alaya alındığı günlerden geçiyoruz. Araçsal bilgi, sahip olunmaya değer tek bilgi olarak görülüyor: Dünyada size doğrudan avantaj sağlayan bilgi. Edebi analiz araçlarının sağladığı eleştirinin daha dolaylı olmakla birlikte daha az önemli olduğunu düşünmüyorum. Özellikle ekonomimizdeki, ahlak sistemimizdeki, siyasetimizdeki egemen hikâyelerin analizi de dahil olmak üzere, beşeri bilimlerin sunabileceği eleştirel bilgiye her zamankinden çok ihtiyacımız olduğunu savunuyorum. Edebi beşeri bilimlerin kamusal yaşamdaki rolü belki budur: Dünyaya dair sahte ve genellemeci açıklamalara karşı kamusal direniş araçları sunmak, zamanımızın zehirli mitlerini parçalamanın yollarını aramak.(Brooks, s. 156)
Felski, Örümcek Kadının Öpücüğü’nde Molina’nın Valentin’in eleştirileri karşısında somurttuğunu yazar. Günümüzde eleştiri karşısında sergilenen tavır somurtmayı epey aşmış görünüyor. Eleştiri yalnızca muhatabını değil, herkesi küstüren, tehdit eden, neşesini kaçıran, uyumu bozan, emojiler ve beğenilerle gelen onay duygusunu zedeleyen, anlatılarla oluşturulan topluluk mitlerini parçalayan tehlikeli bir edim.

Bugün her şeyden çok ihtiyacımız olan, eleştiri (ya da ideoloji mi demeli) karşısında somurtup küsmektense, Felski’nin önerdiği gibi, “Beylik laflara, klişelere, aşırı duygusallığa ve Schwӓrmerei’ya (müfritçe coşku) düşmeden edebiyatın değerini tartışmak”. Anlatıya ve eleştiriye onay aracı olarak bakmanın bize de anlatıya da dünyada da faydası yok.
Aksi takdirde, Flaubert’in Madam Bovary’de dediği gibi, “Yıldızları duygulandırayım derken ayıları dans ettirecek havalar çaldığımız çatlak bir kazana” (aktaran Brooks, s. 105) dönüşen anlatılar saracak her yanı.
NOTLAR
[1] Orhan Pamuk, Yeni Hayat, İletişim Yayınları, İstanbul, 2006.
[2] Peter Brooks, Hikâyeyle Baştan Çıkarılmak-Anlatının Kullanımı ve Suistimali, çev. Ayşen Tekşen, Alfa Yayınları, İstanbul, 2025, s. 10.
[3] Rita Felski, Edebiyat Ne İşe Yarar, çev. Emine Ayhan, Metis Yayınları, İstanbul, 2010, s. 27.
[4] Robert Fulford, Anlatının Gücü-Kitle Kültürü Çağında Hikâyecilik, çev. Ezgi Kardelen, Kolektif Kitap, İstanbul, 2014.
[5] Henri Lefebvre, Gündelik Hayatın Eleştirisi II, çev. Işık Ergüden, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2010.
Önceki Yazı

Selçuk Baran’ın günlükleri:
“Yoksa bu günlük benim gerçek yalnızlığım mı?”
“Benliğin dışına taşmak ve bunun ötesinde bir şeyler aramak… Günlüklerini içeren her iki kitabı da okuduktan sonra, Selçuk Baran hayatının oldukça önemli bir diliminde bu uğurda çabalamış gibi göründü bana.”
Sonraki Yazı

Haydar Ünal ile Yürüyen Zaman
“Haydar Ünal’ın edebi deneyimi de doğrudan ya da dolaylı bir yüzleşmedir. Yazdığı her dizede yangından sağ çıkmış olmanın uzak ya da yakın izleri vardır. Çünkü şair katliamdan kıl payı kurtulabilmiş birkaç kişiden biridir. Ona sorulsa buna 'kurtuluş' demez, başka bir eza ve ceza türü diyecektir, demiştir.”