Sami Blood:
İnsan kendisini terk edebilir mi?
“Sınıfta her gün kendinizi reddettiğiniz marşlar söylüyorsunuz, annenizden duymadığınız bir dinsel inanç öğütleniyor! Sarışın, mavi gözlü birtakım insanlar sürekli olarak birtakım aletlerle kafatasınızı ölçüyor, hesaplar yapıyorlar. Yedi yıl boyunca, efendinin dilini, kural ve yasalarını öğrendiğiniz eğitimden sonra da tekrar otlaklarınıza dönüyorsunuz...”

Sami Blood, Amanda Kernell, 2016
Bu hikâye bize en kısa yoldan, köle bir annenin, insanlığın anneye yüklediği bütün olumlu imge ve imajları silen bir bakışla neler yapabileceğini anlatır. İnsanın ırk, soy, renk, kan farkı üzerinden kendi türü üzerinde işlediği bu akıl dışı zalimlikler, edebiyat ve sinemanın önemli temalarından biri günümüzde.
İsveç sinemasının yeni örneklerinden Sami Blood (2016), Morrison’ın romanındaki gibi/kadar şiddet dozu yüksek olmayan ama ırkçı devlet politikalarının bir insanda yaratabileceği travmatik sonuçların farklı bir yönünü çok iyi işleyen bir film.
Sámiler günümüzün İsveç, Norveç, Finlandiya ve Rusya’da bölünmüş sınırlar içinde yaşayan kuzeyli bir halk. Bölgeye dört bin yıl kadar önce Asya’dan geldikleri biliniyor. Kendilerine özgü dil, inanç, kültür varlıklarıyla çok yakın zamanlara kadar kuzeyin otlaklarında rengeyiği yetiştirerek geleneksel hayat formunda yaşıyorlar. Kapitalizmle birlikte yeni ekonomik kaynak arayışlarına giren modern İsveç ve Norveç’in Sámiler üzerinde onları yalıtan, asimile etmeye dönük uygulamalara başvurdukları tarihsel bir tartışma konusu.
İsveçli film yönetmeni Amanda Kernell süregiden bu etnik ayrımcılık ve asimilasyoncu devlet politikalarını, kız kardeşinin cenazesi nedeniyle doğup büyüdüğü topraklara yaşlılığında dönen Sámi kadını Elle Marja’nın 1930’larda yaşadıklarını uzun bir flashback ile anlatmış.
Yaban’ın uygarlaştırılması!
Uzaktaki karlı dağların eteğinde, kıl çadırlarda annesi, kız kardeşi ve büyük babasıyla yaşayan Elle Marja, kız kardeşiyle birlikte daha güneyde ve İsveç devletinin sadece Sámi çocukları için oluşturduğu programı uygulayan bir “Lapon” okuluna gitmektedir. Belirtelim ki Lapon sözcüğü Sámi halkının sevdiği ve kullandığı bir sözcük değildir, zira bu sözcük “lapp” yani “yamalı” kökünden geliyor. Sámiler giydikleri rengârenk giysileri nedeniyle güneydeki merkezî yönetimlerce böyle adlandırılmışlar. Okula gidiyorsunuz, yoksulsunuz, üstünüzde renkli yerel giysileriniz. Issız yol kenarlarından sarışın, mavi gözlü genç erkek çocukları laf atıyor: “Kokuyorlar.” Okuldaki sarışın kadın öğretmen kendi dilinizi konuşmamanız yönünde uyarıyor sizi, ceza vermekle tehdit ediyor. Sınıfta her gün kendinizi reddettiğiniz marşlar söylüyorsunuz, annenizden duymadığınız bir dinsel inanç öğütleniyor! Sarışın, mavi gözlü birtakım insanlar sürekli olarak birtakım aletlerle sizin kafatasınızı ölçüyor, hesaplar yapıyorlar. Yedi yıl boyunca, efendinin dilini, kural ve yasalarını öğrendiğiniz eğitimden sonra da tekrar otlaklarınıza dönüyorsunuz, dönmek zorundasınız, çünkü size tanınan yaşam alanları dışında, ülkenin bir yerine herhangi bir nedenle gitmek isterseniz merkezî yönetimden belge almak zorundasınız!
Elle Marja ve tüm diğer çocuklar çocuk yaşta madun olmayı, madunluğu sindirmeyi ve onunla yaşamayı öğreniyorlar, ebeveynleri gibi. Ömürleri boyunca “öteki” olduklarını unutmadan, ülkenin “asıl” sahipleriyle olası karşılaşmalarda nasıl davranacaklarını öğrenmiş olarak. Bütün bunlar olurken aynı zamanda onlardan kendilerini, “yabani” bir varlıkken “uygar” dünyayı tanımış olma şansı verilmiş varlıklar olarak görmeleri isteniyor.
Sömürgecinin ya da efendinin zulmü karşısında ezilenin ya da kölenin gösterdiği tepki ve isyan hikâyelerine çok aşinayızdır ama bu kadarı, ezenle ezilenin hikâyesinin hepsini anlatmaz. Konunun belki de en çarpıcı yanı, ezilenin kimi zaman ezeni içselleştirmesiyle karşımıza çıkan trajik yanıdır. Bu içselleştirme ezilenin kendi bedenini, kendi ruhunu yok etme ve ezenle özdeşleşerek onun yerine geçme hikâyesine dönüşür. Ünlü pop yıldızı Michael Jackson’ın bitmek bilmeyen yüz ameliyatlarıyla beyaz olma çabasını hatırlamak bununla ilgili açıklayıcı bir örnek olabilir. Elle Marja’nın hikâyesi de burada başlıyor. Egemenin bütün baskı ve aşağılamaları karşısında, kız kardeşi ve diğer çocukların gösterdiği olağan refleks yerine, Marja ezenle özdeşleşip kendi varlığını reddetme noktasına yöneliyor.
Ezilenlerin pedagojisi
Paulo Freire ezilenlerin özgürlüğünün salt kendilerini ilgilendirmediğini, ezenin de aslında bu eylemiyle özgür insan olmaktan uzaklaştığını ve tam da bu nedenle ezenin özgürlüğünün de ezilenin özgürlüğü ile sağlanacağını söylüyordu. Herhangi bir ezilenin, şiddet de dahil tepkisi ise yine Freire’in belirttiği üzere “insan olma hakkını gerçeğe dönüştürme arzusuna dayanır”. Elle Marja için seçim ezeni karşısına almak değil, yeni benlik oluşturmak için ezene dahil olma arzusudur.
Elle Marja için var olmak, doğup büyüdüğü topraklardan uzak ama efendilerin yaşadığı Uppsala’ya ulaşmak, onlar gibi yaşayabilmektir artık. İlkokul öğretmeninin adını alır, tesadüf eseri tanıdığı bir İsveçli gencin Uppsala’daki adresini bulup kendisinin Sámi olduğunu saklamaya çalışarak birkaç gün orada kalır ama nafile… Gittiği her yerde tanıştığı insanlarca aşağılanır; dahası “olağan şüpheli” olarak görülür. Marja asla vazgeçmez ama.
Yönetmen Amanda Kernell, Marja’daki bu duyguyu özcü ve tekil bir varoluşun seçimi gibi gösterseydi Sami Blood kendiliğinden “tekil bir bilinçsizliğin trajedisi” olarak anılacak bir film olurdu ama tam tersine, böyle bir indirgeme yerine, sorunu köklü ve kolektif bir varoluş sorunu olarak ortaya koymak için ezenleri de bireysel kötü kategorisinden uzak, öğrenilmiş sosyal bilinçle yansıtıyor. Marja’nın karşılaştığı İsveçliler onu anlamaya çalışırken de kaçamayacakları bir kaygının girdabındadırlar, daha fazla yakınlaşmalarına izin vermeyen bir duruş mesafesinin çaresizliğinde... Genç kadın Marja çocukluğunu unutmak istercesine renkli kıyafetlerini atmıştır, kokan Lapon olmamak için sürekli tenini ovalar ama Uppsala’da kaydolduğu okuldan arkadaşları ona “öteki” olduğunu unutturmayacak sevecenlikle ondan joik müzik okumasını isterler.

Sami Blood etnik kimlik üzerinden yürütülen programlı bir asimilasyonu anlatırken, kadraja toplumsal bir mücadele fotoğrafı koymak yerine, bu asimilasyonun bireyde ne tür bir iç dalgalanma ve travmaya yol açtığını gösterme yolunu seçiyor, ancak Marja’nın yaşadığı korkunç benlik erozyonuna bakarak onun aslında bütün Sámi halkının yaşadıklarının ortak figürü olduğunu anlıyoruz. Elle Marja bütün zorluklara karşın Uppsala’ya gitmiş, mağdur bir kimlikle yok sayılmayı, küçümsenmeyi yaşamış ama bir biçimde nasıl olmuş da tutunabilmiştir? Bu noktayı ezenin aslında ezmeyebileceği, ezilenin direnç göstermekle bir yere gelebildiği üzerinden mi okumalıyız?
Yaralı bilinç
1990’lı yılların başından itibaren kolonyalizm ve post-kolonyalizm üzerine yapılan çalışmalar içinde ezen-ezilen ilişkisi bağlamında Homi K. Bhabha’nın yeni tezleri bu konuda bize yeni düşünme biçimleri sunuyor. Bhabha ezen ile ezilen kavramlarının salt ikili bir karşıtlığa dayanmadığını, bunların birbirlerinin varlığını hem onaylayıp hem de reddederek karşılıklı bir gerilim hattı oluşturduğunu, böylece ezen ile öteki arasındaki ilişkinin çok daha karmaşık olduğunu belirtir. Sömüren ile sömürülen, ezen ile ezilen ilişkisi sabit bir ilişki değildir. Örneğin ezen ile ezileni hep sabit kabul ettiğimizde, ezilen ezenin kurduğu baraj ve farlılıklara takılıp kalacak, bir anlamda var olan düzenin tümüyle dışında kalacak ve ezenin iktidarı için potansiyel bir tehdit olarak kalacaktır. Bu nedenle ezen sistem çeşitli geçişkenlik ağlarıyla ezeni hem sınırlar ama hem de onun sabit öteki kalmasını istemez. Diğer yandan ötekinin mesafesini koruması için de olumsuz izlenimlerin ezenler arasında canlı kalabilmesi için de ona dair hikâyelerin tekrarlanması gerekir. Elle Marja ya da diğer Sámilerin kafatası ölçümlerinin yapılmasının nedeni budur: Onların zihinsel güç ve aktiviteleri bizim toplumsal işleyişimizin aksamadan gidebilmesi için yeterli değil!
Elle Marja böylesi karmaşık bir yapı içinde tutunabilmiştir ama bu tutunma onun kendisi olmasını sağlayacak hiçbir insani nitelik taşımadığı için o “yaralı” bir bilince sahiptir. Marja bunları bir otel odasında, sarışın gençlerin eğlendiği bir pub’da düşünürken yakalar kendini. Bundan sonrası izleyicinin konuya bakışıyla sürecektir.
Sami Blood’un ana teması bizler için öylesine güçlü ki, senaryo ve kurguyu gölgede bırakıyor.
Önceki Yazı

Adnan Alper Demirci ile söyleşi:
Türkiye’de Ağır Müziğin Geçmişi
“Kitabın kapsadığı dönem içerisinde mekânlar arasında başrolde İstanbul Açıkhava Tiyatrosu var. 2000’lere kadar her dönemde orada geçen bir konsere rastlamak mümkün. ‘90’ların ortalarına doğru rock barlar öne çıkıyor ve gruplar düğün salonlarından, sinemalardan buralara taşınıyorlar.”
Sonraki Yazı

"Ankara, Angara"
Ah o Zamanlar – Sanatçıların Ankara'sı çok sayıda yazarın Ankara'ya dair deneme ve anılarından oluşan hacimli bir derleme. Pinhan Yayıncılık tarafından yayımlanacak olan bu 1000 sayfayı aşkın derlemeden, Tansu Açık'ın "Ankara, Angara" başlıklı denemesini Tadımlık olarak sunuyoruz.