"Ankara, Angara"
Ah o Zamanlar – Sanatçıların Ankara'sı çok sayıda yazarın Ankara'ya dair deneme ve anılarından oluşan hacimli bir derleme. Pinhan Yayıncılık tarafından yayımlanacak olan bu 1000 sayfayı aşkın derlemeden, Tansu Açık'ın "Ankara, Angara" başlıklı denemesini Tadımlık olarak sunuyoruz.
Bilge Karasu, Tansu Açık (Fotoğraf: Nejla Osseiran, 1984)
Bir çocuk Bahçelievler’deki evin balkonundan her zamanki gibi ufku tarıyor, bazan da dürbünle bakar: sağda Çankaya, Dikmen sırtları, Çankaya sırtının gerisinde morumsu Elmadağ, karşıda Anıtkabir ardında kale, en dipte burnunun dibinde gibi görünen, kentin sınırını Batıdan çizen çifte zirve, Hüseyin Gazi dağıymış adı; solda Yenimahalle ile sırtları, nedense orasının ışıkları gece kıpraşıp durur. Çepeçevre gördüklerinin tümü okuldaki dört kilik bir masanın kadar ‘kum havuzu’nun üç boyutlu, boz renkli yeryüzü şekilleri gibi, her şey göz eriminde, avucunun içinde. Göz hep sırt çizgilerine, kentin sona erdiği yükseltilere çekiliyor. Aşağıda sitenin çocukları, bisikletleri, saat 4’e geliyor, sokağa çıkma izni.
Orta sınıftan bir yeniyetmenin, devlet okullarında okumuş, tanıma iştahı arttıkça artan bir gencin kentte uğradığı kültür sanat duraklarına geçelim, sonra da hayatta olmayan birkaç kişiyi analım. Yirmili yaşlarda uğradığımız, uğraştığımız sorular, edebiyat, sanat yapıtları başka şeylere aşılanarak sürüp gidiyor. İyi ki ilgilerimi kendiliğinden, salt merakla geniş mi geniş tutmuşum, alabildiğine çeşitli tutmuşum. Şimdi o zamanki kimi soruları daha iyi sorabiliyorum, çoktan kendi malım oldu onlar. Yirmisinden önce görülen siyasal, toplumsal ütopya düşleri, yirmili yaşlarda bunlara eklenen edebiyat, sanat, dil, tarih, coğrafya düşleri. Bu ilgilerin bir kısmı dergilerden başlıyor ya da besleniyor, her boydan çeşit çeşit dolu dolu sanat edebiyat dergileri, çeviri ve kuram dergileri izleniyor: Milliyet Sanat, Yazko Edebiyat, Varlık, Sanat Olayı, Hürriyet Gösteri, Adam Sanat; Türk Dili, Oluşum, Türkiye Yazıları, Yazı, Tan, Yeni İnsan; Defter, Edebiyat ve Eleştiri, Kuram, Metis Çeviri, Beyaz, Ludingirra, Gergedan… Şu kuramı öğrenmeli, şu ressama dikkat, şu yazarı okumalı, ille o müzeye, ören yerine gitmeli. Sonra Mete Tuncay’ın yönetiminde Tarih ve Toplum dergisi geldi. Bütün bir genç kuşak tarihçileri, bu dergi okuyucuları arasından çıktı denebilir, tarihle yeni bir türden bağ kurulmaya başlandı. Yirmisine varmadan Bilge Karasu, Ece Ayhan, J. L. Borges’i keşfetmek, yirmisinde Levent Kavas’la Bülent Kandiller’le üç kişi toplam 562 dolara, 45 gün, uydurma kabul mektuplarıyla Fransa’nın güneyinde bir gençlik kampına gitmek. Kaçak yolculuk edilen trende gece yarısı uyurken her zaman yapılan bir işlemle vagonumuzun başka lokomotife bağlanması sonucunda, geceyarısı kendini yanlışlıkla Paris’te bulmak, meğer yanlış vagonda seyahat ediyormuşuz, diğer vagonlar bizim menzile yollanmış. Giderken konserveyle dolup taşan sırt çantalarımız dönüşte kitaplarla doluydu.
Tanıma, öğrenme oburluğu dillere de yayılıyor; ad fontes kaynaktan içmek için ben DTCF’de 12 Eylül öncesi adıyla klasik filoloji bölümüne gittim, eşit ağırlıklı Latince Yunanca edebiyatlarını, dillerini öğrenmek üzere. Arkeoloji derslerinin yanı sıra, Mustafa Canpolat’ın Türkçenin bütün evreleri üzerine verdiği dersleri alıyorum, örneğin bir dersin konusu yazmadan satır satır okuduğumuz, hocanın tek tek her öğesini dilsel olarak çözümlediği Dede Korkut. Bülent ile Levent Hacettepe Felsefe bölümünde verilen Latince Yunanca derslerine devam ediyor. İkişer sene gittiğim Alman Fransız kültür merkezi dil kursları. Arap kültür derneğinde doğru dürüst öğretemiyorlar dili. Fakültedeki Hititçe dersi de işaretlere çok vakit harcıyor. Asıl, karşılaştırmalı Hint-Avrupa dilbilgisi öğretebilen yok.
İstanbullular “ama Ankara’nın da tiyatrosu var” dermiş. Devlet Tiyatroları’nın iç kapısında “13 (15?) yaşından küçükler tiyatroya giremez” gibi bir yazı var, kapının önündeki kuyrukta dede, anneanne, teyzeler, annenin arasında biraz da heyecanla takım elbiseyle beklemek, neyse ki, hayır giremezsin denmedi hiç. Lisenin ilk yıllarında AST’ta (Ankara Sanat Tiyatrosu) amatör tiyatro kursları, orada kerelerce Paris Komünü, Ana, Nereye Payidar gibi tiyatro oyunlarını seyretmek. Sonra Eti Sanat Merkezi’nde amatör tiyatro çalışmaları. 12 Eylül’den iki sene sonra ODTÜ Oyuncuları’na yasak kalkmış olduğundan çok geniş bir kadroyla tam bir tiyatro şenliği düzenlendi, orada ilk defa ciddi sahne almak. Ali Artun’un yönetiminde Çağdaş Sahne Kültür Merkezi’nde çeşitli sahne sanatları sergileniyor, sıkıyönetim merkezi kapatınca Ali Artun Ankara’daki ilk çağdaş sanat galerisi olan Galeri Nev’i kurmuş (A. Artun söyleşisi için tıklayınız).
Lise-Der’in tütün dumanı sisleri arasındaki genel kurulunun yapıldığı salonun tiyatro sahnesinde, Gülriz Sururi ile Engin Cezzar’dan Kaldırım Serçesi’ni seyretmek. Sonraları birçok küçük sinema salonuna bölündü o kocaman salon, bu Ankara’da bir ilkmiş: Metropol sinema salonu.
Ankara’da Zafer Pasajı kitapçıları koridoru, koridora gelmeden solda Kültür Bakanlığı’nın Güzel Sanatlar Galerisi. 1960’larda burasının sürekli bir sergi alanına çevrilmesine yol açan Turan Erol’muş. Ankara’nın en büyük galerisi, kitapçılara giderken ne zaman uğransa, Eşref Üren orada bir masada oturmaktadır. En çok Dost Kitabevi’nde vakit geçirilir, 12 Eylül’den sonra Mimarlar Odası Mülkiyeliler Birliğinin karşısındaki binalarının alt katını az bir bedelle Dost Kitabevi’ne verecek, alt katta sergi ve dinleti de yapılıyor; Tunalı’daki Levni Kitabevi’nde daha ilginç sergiler düzenleniyor. Henüz sahaf yok, Ulus’takiler de ortadan kalkmış nicedir, sahaflardaki sohbetlere kulak misafiri olmayı, düzenli İstanbul seferlerinde tadıyoruz, arkadaşım İbo’nun önce küçük sonra büyük Sahaf Simurg’unda, kitapçıda kitap okumanın zevkine yakın bir şey şey o kulak kabartmalar. Turgut Kut’un orada önerdiği Heinrich Hübschmann’ın Ermenice üzerine asal kaynağına ancak neredeyse kırk sene sonra dili öğrenirken sıra geldi, önce Atina Üniversitesinde Rumca öğrenmek gerekiyordu Kafavis’i özgün dilde okuyabilmek için.
Ülkü Tamer Karacan Yayınları’nın yeni bir film şirketinin başına gelip Fellini gibi nitelikli yönetmenleri ithal etmeye başladı. Böylece üst üste defalarca izledim Amarcord’u. Kızılay’da Ziya Gökalp Bulvarı üzerindeki Fransız Kültür Merkezi, haftada iki gün iki film gösteriyor, doğrusu bir sinematek gibi işliyor bu salon: Fransız sinemasının klasikleri, yeni dalgası, sonrası. Ankara Film Festivali daha başlamamış, festivalin toplu gösterimleri bir okul olacak, Passolini, Antonioni…
Farabi Sokak’ta A-Bar açıldı. Süleyman Bağcıoğlu: “O zaman zaten, İstanbul’da da yoktu böyle canlı müzik barı. Ankara’da A-Bar tekti. A-Bar’ın açıldığı ilk iki sene, inanılmazdı Ankara. İngiltere falan halt etmişti, çok ciddi söylüyorum, acayipti. İki sene öyle gitti…” S. Bağcıoğlu gitarda, Kel Cemal (Atahan) vokalde. Bar büyük değil, Bülent’in babası bankacı, Merkez Bankası başkanı Yavuz Canevi’ni gösteriyor, o da müdavimlerden. 80’lerin sonunda liseden arkadaşım eşiyle birlikte, ikisi de Siyasal’da asistan, tek bir dükkân, mağaza bulunmayan Arjantin Caddesi’nde Gece Bar’ı açtı, burada ağırlıklı olarak Tuna Ötenel’in grubu caz çalıyor.
Aldous Huxley’in Carlos Castaneda’nın kitaplarının izinde biz de kimyasal antropolojik araştırmalara giriştik. İlhan Güngören’in Yol yayınları sayesinde sağlam güvenilir Asya geleneklerine de açıldık. Ruh ve Madde yayınları ne kadar cılız kaldı onun yanında. 80’ler ansiklopedi furyasından geçti, gazeteler bile ansiklopedi veriyordu, esamisi okunmayan Başkent Kültür Ansiklopedisi’ne, hermetizm, okültizm, teozofi maddelerini çevirmem de o sıralar, Levent aracılığıyla buna dahil olduk.
Sanırım 1982 yılıydı, Ertuğrul Oğuz Fırat’ın, (EOF) her hafta evinde açıklamalı çoksesli müzik dinleme oturumları düzenlediğini Felsefe Bölümü’nden rahmetli fotoğraf sanatçısı Yıldırım Arıcı’dan duymuş, kısa süre sonra devam etmeye başlamıştım, sanatçının 2014 yılında ölümünden birkaç yıl öncesine kadar düzenli devam ettim, toplam bin beş yüz saatten az olmamalı. On üç yaşında sinemada seyrettiğim Kubrick’in 2001 Space Odyssey filminin beni çarpmış müziklerinin bestecileri meğer Ligeti ile Penderecki’ymiş; bunlar, uzun süre en gözde bestecilerim oldu, EOF’un da tuttuğu bestecilerdendi.
Çocukluğumdan beri oturduğumuz Bahçelievler Eser Sitesi’nde D blokun C girişinin zemin katında oturuyordu, 50’sine gelmeden ağır ceza yargıçlığından emekli olup Ankara’ya yerleşmişti. Kapısı öğrenmek isteyen herkese açıktı, hekim adayları baştan beri çok sayıdaymış, bir süre sonra Ankara Devlet Konservatuvar öğrencileri katılmaya başladı: Sonraları konservatuvar hocası olacak ya da orkestra üyesi olacak kişilerden –cazcı Kaan Buyıkoğlu da vardı– sadece Belçika’da yaşayan besteci Muhiddin Dürrüoğlu Demiriz ile Fazıl Say’ın adını analım. Fazıl Say ile Muhiddin Dürrüoğlu’yla ayrı bir gün özel olarak ders yaptığını biliyorum. Notası varsa yapıtlar notasıyla izlenir, ara verildiğinde nefis tatlı tuzlular eşliğinde çay servisi yapılır ikinci yarıya geçilir, bu arada dinlenen yapıtlar üzerine tartışılır, EOF yapıtı dinlemeden önce açıklama yapar, dinledikten sonra da yorumlarda bulunurdu. Bazan da küçük müzikli bilmeceler sorardı. Gençler dışında EOF’un dostu yazar Bilge Karasu da hastalığına kadar düzenli katılmıştır. Fazıl Say’ın babası müzik yayıncısı ve yazar Ahmet Say da, daha sonraları besteci Kamuran İnce’nin babası da ara ara katıldı. İsteyenlere tanıttığı bestecilerden seçme yapıtları kasetlere doldurur, el yazısıyla içindekileri yazardı, sonraları da CD kopyaladı isteyenlere.
Karasu Fred Stark’la eşi Tözün’ü, Füsun Akatlı’yı gece yemeklerinde ağırlarmış. Fred’in tane tane ezgili makamlı Türkçesi vardı. Amerikan şiirini, Türkçe şiiri çok iyi bilirdi, satranç tutkunuydu. Çalışmakta olduğu Anglo-saksonca dilini, şiiri öğretmeye başlamıştı bana, kısa sürdü.
EOF edebiyatçıların onu ressam, besteci, ressamların onu besteci, edebiyatçı, çok sesli müzikçilerin de onu edebiyatçı, ressam olarak gördüğünden söz ederdi. Annesinin ölümünden sonra 1960’larda iki tabak boyayıp birden resim boyamaya başlamış. Almanya’da Wuppertal’da resim sergisi açmasından sonra bizdeki kurumlar onu kabul etmiş. Aslında Almanya’daki galeri onunla iki yıllık sözleşme yapmak istemiş, orada resim yapacak, Avrupa’da birçok şehirde sergiler açacaktır, EOF mesleğini gözden çıkaramamış. Boyadığı resimleri hiç satmamış, resimlerinin yarısından çoğunu dostlarına, öğrencilerine armağan etmiş, etti. Aslında hasatı geç başladı, 70 yaşından sonra ilk kitabı 1995 yılında çıktı, arkası geldi. Öğrencisi Kerim Selçuk’un müzik şirketi Ak Müzik etiketiyle 2000’li yıllarda peş peşe altı CD’de kimi eserleri yayımlandı.
90’lı yılların sonunda Ankara Devlet Resim Heykel Galeri’sinde geniş çaplı bir sergi ile İstanbul’da Yapı Kredi sanat galerisinde toplu sergi düzenlenmiştir. EOF’a özgü sayılan küğ, bağdama gibi terimler ilk müzikologumuz Bağdarlar Geçidi kitabının yazarı Gültekin Oransay’dan gelir. Ahmet Say’ın yayımladığı Müzik Ansiklopedisi’nin 1985 yılındaki fasiküllerinde büyük boy dört sütun üzerine 70 sayfalık “Çağdaş Müzik” maddesini yazması EOF’un Çağdaş Küğ Tarihi kitabının mayası olmuştur.
Aslında Carl Berger’den altı ay aldığı armoni dersleri dışında bir müzik eğitiminden geçmemiştir. Cumhuriyet’in ikinci kuşak bestecilerinin en öncüsü, deneycisi İlhan Usmanbaş’la kırk yılı aşkın düzenli mektuplaşmalarının kitaplaştırılması görevini bana vermişti, yanlış hatırlamıyorsam tamamı 700-800 sayfa tutacak mektuplaşmalar gözümde büyüdü, öncelikle bir seçme yayımlanmasını kabul etmedi. Yazıya geçirilmeden tıpkı basımının ağdan yayımlanması seçeneği yoktu o zaman.
Ankara Devlet Konservatuvarı’nda 1993-95 yıllarında çağdaş müziğin gelişi üzerine dersler verdi, bu sırada pekiştirdiği öğretim fikriyle, 1999 yılında TRT 3 Radyosu’nda başladığı “Çağlar ve Müzik” adlı programda her hafta kronolojik bir sırayla Lizst’den bu yana belli başlı bestecileri tanıttı. Bu programın tamamının metinlerine şuradan erişilebilir.
Bilge Karasu’nun Hacettepe Felsefe Bölümü’nde derslerine girmeye başladım 1982 yılında, Metin Okuma ile Mantık dersleri veriyordu. Metin Okuma dersinde birer paragraflık metinler üretiliyor ya da hazır metinler üzerinde çalışılıyordu, ayrıca, Platon’un Menon’unu belli bakımlardan okumuştuk. İmbilim dersi ilk defa 1984 yılı bahar döneminde Mantık II dersinde verilmiş, ders anlayabildiğim kadarıyla müthişti, hocalar da katılıyordu derse, örneğin Fransız Filolojisi Bölümü’nden Doç. Ayşe Eziler Kıran. Levent Y. Kavas da vardı bölüm öğrencisi olarak. Ders, dergilerde rastladığım eleştiri kuram yazılarından çok ileriydi. Bu dersi daha sonra farklı zamanlarda alan iki kişiye sorduğumda, bu haliyle bir daha verilmediğini öğrendim, Bilge Karasu'nun daktilosundan çıkma, kendisinin düzelttiği, notlar eklediği bu ders metnini İmbilim Ders Notları adı altında o dersi alan Cemal Güzel tarafından 2011 yılında yayımlandı, ne var ki o günden beri üzerinde durulmadı ya da gözden kaçtı. Oysa yazarının benzersiz anlatı dünyalarına, denemeciliğine eklenen kuramcı yönü ortaya çıkmıştı böylece. Bu dersin yanı sıra, evinde okuma oturumları yapıldı, bunlar kısa sürdü, çoğunluk felsefe bölümü öğrencisi değildi. Bu kitaba birazdan geri döneriz.
1950’lerin ortasına doğru Ankara’ya yerleşen Bilge Karasu, yıllarca Bülten Sokak’la Bestekâr Sokak köşesinde oturmuş, bahçeye açılan dairelerinin olduğu bu küçük apartman yıkılınca annesiyle birlikte sokağın köşegeninde iki apartman ilerde Tunus Caddesi ile Bülten Sokak köşesinde apartman dairesine geçmişler. Bu binanın karşısında, şimdiki Alman okulunun yerinde İnci babanın iki katlı bir binası vardı, Karasu onun balkonunda leoparımsı bir hayvanın volta attığını görürmüş önceden. Gazete kesiklerindeki fotoğrafa bakılırsa çita olmalı, sonra yok olmuş, İnci Baba’nın benekli yeleğinin onun postundan yapıldığı söylenirdi. Bir resmi bina yapılmak üzere bu apartman yıkılınca son yıllarını geçireceği Nilgün Sokak’a taşındı Karasu, son yıllarda zemin kattaki evinden aynı kattaki diğer kira evine zar zor geçmek zorunda kaldı. Bu küçük sokakların adlarını cadde yapmışlar. İlk yıllarında Tunus Caddesi yerinde Kavaklıdere akarken Bulvar’dan sokağına geçmek üzere dereyi eğreti bir köprüyle aşarmış. Her iki evine de gelen giden çılgın çeşitlilikte, öğrenci, arkadaş, dost ahbap kalabalığı. Şu romancı, bu şair, bu öykücü, Amerika’dan bu ressam, yazdığı tiyatro oyunu hakkında Karasu’nun fikrini almak isteyen su tesisatçısı. Birlikte sergilere gidilir, alışverişe ille Ulus’a hale gider, Bibik’e ciğer alırdı. Bir de düzenli olarak PK. 24 Kavaklıdere posta kutusuna gelenleri almak üzere postaneye uğrardı. Kadim arkadaşı Fred (Stark) ile Tözün çiftine çay içmeye gidilir gelinir, Fransız okulunda hoca Alain’e (Mascarou) gidilir gelinir, bu iki kişi yapıtlarının çevirmenleridir de. En yakınlarından Füsun Akatlı İstanbul’a taşınınca İstanbul’a düzenli olarak hafta sonları gidip gelmeye başladı. Son yıllarında son evindeki birkaç nesneyi bir zaman boyutu açması bakımından anayım. Açık gri beyaz çubuklu maşlah –su küpü eski evde de vardı–, ayaklarda deri mest, masanın üzerinde Belçika’dan gelme masa halısı. Birden bir gün bir televizyon ortaya çıktı, hiç açıldığını görmedim, Ali Poyrazoğlu armağan etmişmiş televizyonu, yeni öğrendim.
İmbilim Ders Notları’na dönelim: ''Dilbilimden bağımsız bir imbilim düşüncesi gelişiyordu: Anlamlandırmanın öğelerini belirleyip çözümlemekten çok, anlamın düzenlenişi, üretiminin kavramsallaştırılması, amaç olacaktı.'' Bunun için dört düzey ayırt edilir, metnin kendisinin yüzeysel düzeyi, söylemsel düzey, anlatı yapılarının düzeyi, derin ya da mantıksal düzey. Bunlar arasında en çok anlatı yapılarına odaklanıyor Karasu, bunu U. Eco'nun birkaç yıl önce yayımlanmış Lector in Fabula kitabındaki tartışmaları izleyerek, bu düzey için en önemli katkıda bulunmuş olan A. J. Greimas'ı izleyerek, sırasında R. Barthes'a, kuruculardan Peirce'e uzanarak yürütüyor. Benzeri giriş derslerinden, kitaplarından farkı, tartışma konusu olan derinlere giden kavramlaştırmaları irdelemesi gibi görünüyor. Son kısım mantıktaki ilksavlı dizgeleri ele alıyor. Hem bu notlar kendine kimi yerleri derste açılacak notlar olmalı.
Beş altı sene önce, İmbilim Ders Notları'nın yayımlanmasından da kuvvet alarak, yüksek lisans çalışması yürüttük. Çalışmada, Karasu'nun dersleri ile Tahsin Yücel’den açtığı yoldan, Berke Vardar'dan alana en çok katkıda bulunmuş olan Mehmet Rifat'ın Homo Semioticus (1993) kitabını temel aldık. Bu iki metni karşılaştıran katılımcıların görüşü bütün zorluklarına rağmen Karasu'nun dersi lehineydi, üstelik bu dersler bir kitap olarak tasarlanmamıştı.
Derslerinde sözünü ettiği gibi Saussure imbilimi, imlerin toplumsal dolaşımını ele alacak toplumsal ruhbilimin parçası olarak tasarlamıştı. Karasu'nun kuramla ilgisi uzun süreye yayılmıştır, bir yanda dinler tarihi okumaları, gençliğinde J. Piaget okumaları, gençliğinden beri ustam dediği G. Dumézil okumaları, C. Lévi-Strauss, R. Barthes özellikle U. Eco okumaları ömrü boyunca ona eşlik etti. Ne yazık ki yıl yıl okuduğu kitapları kaydettiği kâğıtlar büyük olasılıkla hastalığının son zamanlarındaki hengamede yok oldu. İmbilim kuramıyla kurduğu derin bağlar bizi denemelerinin yorumlama gücüne, gerçekten düşünülmüş düşüncenin kudretine iletiyor. Ne başka başka bütünlüklerden gelme bir terim, ne özel adlar, sadece saf bir yorumsamayla karşı karşıyayız denemelerinde; düşünce nesneleri verili değil, bunlar yorumsamayla adım adım kuruluyor. Ne Kitapsız Ne Kedisiz, Denemeler I alt başlığıyla çıkmıştı. Bu denemelerinin her biri, alışık olmadığımız çok yüzeyli çapaksız birer yontulmuş düşünce mücevheri: Azınlık-Azınlıklar Bir Çözümleme Denemesi, sıkı sıkıya basamaklandırılmış sav, alt savlarıyla azınlık çoğunluk kavramlarının mantıksal-anlamsal eklemlenmesini ortaya çıkartan imbilimce bir çözümleme. Son tümcesindeki, Azınlık Çoğunluk düzeneğinin işlemesi ''dörtlü imge dizgelerinin sıkı sıkıya işlemesiyle ilişkilidir” kesinlemesinin arkası gelmemiş. Başka bir denemesinde söz ettiği, 49 yaşından beri üzerinde çalıştığı imgeler kuramı söz konusu burada, bunun üzerine ne yazık ki bağımsız bir incelemesinden yoksunuz ya da Azınlık… denemesindeki gibi haberi verilen herhangi bir uygulamasından yoksunuz. Ama bu bakışı, bütün denemelerine, yapıntılarına (kurmaca yerine hep bu terimi yeğleyegeldi) sinmiştir bir bakıma. Ömrünce sürdürdüğü yorumlama çabasının ürünü olan bu kuram ruhbilimden, toplumbilime, felsefeye birçok alanın kesişiminde yer alıyor. Üç düzey ayırt ediyor: Kişinin kendisini nasıl, ne tarzda gördüğüne ilişkin öz-imge, kendimizi başkasına nasıl gösterdiğimize ilişkin ellik imge ve başkasının bizi nasıl gördüğüne ilişkin olarak kurduğumuz imge. Bu iç içe geçme çerçeveler salt kişi düzeyinde değil, toplumsal düzeyde de işleyecektir ona göre.
Ali Artun’un küratörlüğünü yaptığı geniş kapsamlı Kobra sergisi, ilk defa 2. Dünya Savaşı sonrasının en önemli akımını öncü sanatın örneklerini tanıtmıştı Ankaralılara, 90’ların başında. Ardından onun Jale Erzen’in kurucuları arasında bulunduğu Sanart Derneği birçok etkinlikte bulundu, Adolf Wölfli, Jean Dubuffet sergileri sayesinde, artık birkaç reprodüksiyonla değil yapıtların kendilerini tanıyabiliyorduk. Sanart’ın ilk sempozyumu olan Sanat ve Tabu’nun hazırlık beyin fırtınasına beni Ulus Baker davet etmişti. Ulus da Karasu gibi bir bakıma Ankaralı sayılır. Ankara’dan çıkmadı, Kıbrıs’a askerlik dönemi dışında dönmedi. Öğrenciliğimizin bitiminden sonra onu son yıllarına kadar istikrarlı bir arkadaşlığımız olmuştur. Arada ODTÜ’ye gidip görürdüm, derslerine girmişliğim de vardır. Kütüphanede bazan onunla beraber eşelenirdim, “bu (Braudel’in) Annales dergisini bizden başkası karıştırmıyor herhalde”. GİSAM’daki odasından önce, Sosyoloji Bölümü’ndeki odasına uğradığımda sıkça gel Ünal’a (Nalbantoğlu) uğrayalım derdi, o da sıkça Ulus’un bel altına kaymaya meyyal pantolonunu, oğlum diyerek düzeltir, sevecenlikle sohbete geçerdi. Ulus Çatalhöyük üzerine doktora tasarısını bırakıp 90’ların ortasında ODTÜ GİSAM’da video, sinema üzerine çalışmaya başladı, genç kuşakları, çevresindekileri alabildiğine etkiledi düşüncesiyle, ellere benzemezliğiyle. Öteki yayınlarındaki editörlüğünde sinema üzerine pek çok eser yayımladı. Levent Kavas da İmge Yayınları’ndaki editörlüğü sırasında yayınevini Türkiye’de en çok yayın yapan ilk üç yayınevinin arasına soktu (EOF’nin kitapları ile resimleri üzerine bir değerlendirmem, Bilge Karasu’nun metinleri üzerine yazılarım, Ulus Baker’i anma yazım academia.edu adresindeki sayfamda erişime açık).
Eymir gölünün yamaçlarına, ODTÜ yerleşkesindeki koruya, sırtlara, uzun süreler bir türlü çıkamadığım kuyunun dibinden yukarı doğru, biraz olsun soluk almaya gidiyordum 90’larda; yaz kış, uçarı, kaçarı, çiçeği bitkiyi tanımaktaki avuntuyla, sözlüklerde de gezinmenin avuntusuyla. Bazı bitki adlarını bulmak hiç kolay değildi. Karların içinden de boy vermeyi hiç bırakmayan çimen yaprakları, baharleyin kıtalar aşıp derenin söğütlerine gelen bülbüller, gece de öter, en tepede sırtta kavruk ağacın dalında pinekleyen beş metre ötemdeki bozkır kartalı. Bahçeli’de o zaman görünmeyen saksağanları ilk ODTÜ’de görmüştüm daha eskiden, sorduklarım adını bilememişti, şimdi mahallede nüfusları artmış. İyi de yanar döner renkli, ses taklitçisi cin sığırcıklar nerede? Çocukluk çağımda Kızılay’da piyasa vakti akşamüstü kulakları çın çın çınlatan at kestanelerine tünemiş sığırcık sürülerinden eser yok, Güven Park’daki çocuk bahçesi çayhane de yok edildi, son zamanlarda açık hava karakoluydu. Kızılay meydanına yakın orta refüjdeki lambalar dondurma külahına benzerdi, yanlarında birer kumbara üstünde saat. Bahçeli’de son zamanlarda beliren mavi baştankaralar eskiden varsa bile tanımıyordum. Ya bir iki kere çok çok yukarılarda süzülen alıcı kuş, şahin doğan belki, gözümü ona diker dikmez sağılıp bir nokta haline gelen alıcı kuş. Atatürk Lisesi’nin karşısındaki sokakta ara ara arkadaşımda kalırken bir gece, karşı kaldırımın dibinde ağır ağır yürüyen kirpiler.
Sokakta yürürken çenemiz yatay eksenin altında kalıyor, iki santimcik kaldırsak, önümüze değil azıcık yukarı baksak umulmadık yerlerde mavi pusuyla Hüseyin Gazi Dağı orada. Bir ara Cezanne’ın yüzlerce kere resmini boyadığı St. Victoire dağı gibi bir şey haline geldi benim için, hele hele Fransız Kültür Merkezi’nde seyrettiğim ilintisiz bir siyah beyaz belgeselde tren penceresinden ağır ağır kayan bir dağ görüntüsünü daha adı geçmeden St. Victoire dağı olarak saptayıverince, hem de resimlerdeki açıdan uzaklıktan bambaşka olmasına rağmen – kuşkum kalmadı demek ki karmaşık bir nesnenin fraktal boyutu belleğe kazınabiliyormuş, sadece resimlerden tanınsa bile. Hüseyin Gazi Tepesi 90’larda askeri alan olmaktan çıkartılınca birkaç kere çıktım tepeye, Anadolu’nun en eski Kalenderi-Işık kutsal alanlardanmış, şimdi de yeni yapılma bir Cem evi var. Hıdırellezde, tepede arabalara yer olmadığından, çizgi çizgi, kıvrıla kıvrıla tırmanan karınca sürüleri gibi insanlar.
Aslında Ankara küçük bir şehir, otomobille sıkça gittiğim yerler hep 10-15 dakika, Kavaklıdere, ODTÜ, Ulus, Kızılay, kır dağ manzaralı Eymir gölü bile. Kentin yaygınlığı yanıltıcı, Bahçelievler’in sağ, sol yakalarındaki tepelerin sırtları, gelgelelim onların gerisinde de yerleşimler var artık. Bahçelievler’in ardında yükselti yok, ellilerde şehrin batı sınırıymış Bahçelievler. 60’ların sonunda Kızılay’dan taşındığımızda, Eser Sitesi A Blok Ankara’nın en yüksek konutuymuş meğerse, tam 13 kat. İstanbul’da, Levent’teydi sanırım, orada da aynı sıralarda ilk defa 10 katlı yüksek bir apartman dikmişler. Taşınınca anneannem soba derdinden kurtuldu, romatizmalı elleri rahatladı, 24 saat sıcak su vardı ilk yıllarda. Kızılay’daki küçük dairenin bakırdan silindir banyo kazanı, kurnası geride kaldı, küvet ile hem alaturka hem alafranga tuvalet var burada, içme suyunun küpü duruyor, bir kanepe takımı daha alındı, eskisi de duruyor, salon duvarlarında tekrar eden şemseye benzer krem rengi duvar kâğıtları, ama düş yatağı fırfırlı sedir yok artık.
Hüseyin Gazi Tepesi’ne hep öğleden sonra gittim, ama ışığın arkadan geldiği sabah saatlerinde gitmeli, şehre bakarken gözün kamaşmaması için.
Önceki Yazı
Sami Blood:
İnsan kendisini terk edebilir mi?
“Sınıfta her gün kendinizi reddettiğiniz marşlar söylüyorsunuz, annenizden duymadığınız bir dinsel inanç öğütleniyor! Sarışın, mavi gözlü birtakım insanlar sürekli olarak birtakım aletlerle kafatasınızı ölçüyor, hesaplar yapıyorlar. Yedi yıl boyunca, efendinin dilini, kural ve yasalarını öğrendiğiniz eğitimden sonra da tekrar otlaklarınıza dönüyorsunuz...”