Sally Rooney ve İntermezzo:
Sanki tüm dünya bir olmuş…
“Eh, haliyle kitapçılar memnun, çevirmenler memnun, okurlar zaten memnun. Filistin’e destek de veriyor; ihtiyacımız olan yazar Sally değil mi? Çok kötü de yazmıyor; diğerlerinden, çağdaşı birçoğundan iyi. Buna itiraz neden?”

Sally Rooney / Kitap kapağından ayrıntı (kolaj)
Geriye dönüp baktığımda, Sally Rooney incelememe ne zaman başlayacağım üzerine kafa yorarak böylesi vakit harcamış ve kendimi ölesiye paralamış olmama aklım ermiyor.
Eğer aklımdakileri hayata geçirebilseydim uzun bir inceleme yazacaktım; üzerine düşünülmüş, orijinal metin ve çevirinin yer yer karşılaştırıldığı, romanın dramatik yapısına dair açmazların, hikâye akışının ve karakterlerin eksikliklerini içeren, övgüleri anlamlandıramayan bir yazı. Hatta aklıma ilk gelen başlık şu şekildeydi: “Sohbetlerden ibaret bir roman.” Manasız olduğunu düşünüp vazgeçtim.

İntermezzo
çev. Begüm Kovulmaz
Can Yayınları
Eylül 2024
480 s.
Yazıyı yazmaya karar verdiğim günlerde, bir arkadaşımla Kadıköy’de oturuyoruz. Kalabalık bir cumartesi gecesi. Ekonomiden söz açıyoruz, birtakım ortak arkadaş dedikodularından ve evet, İntermezzo’dan. Kitabı çok merak ettiğinden bahsediyor arkadaşım; üçüncü birayı söyleyip söylememekte kararsız. Okuduğumu, hatta hazır gündemdeyken bir inceleme yazmayı planladığımı söylüyorum. “Harika,” diyor, “Sally Rooney çok iyi bir yazar değil mi? Tam bizim kuşağı anlatıyor.”
Dört bir yanı kredi borçlarıyla çevrilmiş, Türkçeyi sonradan öğrenmiş, gey ve altı yıldır bekâr arkadaşımın, Sally Rooney’nin kendinden bahsettiği gibi bir yanılsamaya kapıldığını böyle öğreniyorum. Herkes öyle söyleyince, hani yurtdışındaki eleştirilerin tamamı “bir kuşağın sesi” olarak çıkınca, Sally’nin gerçekten ondan bahsettiğini düşünmüş. Sanki İntermezzo, Türkçeyi sonradan öğrenip İstanbul’a göç etmiş birinden, bir geyden bahsediyormuş gibi; sanki arkadaşımın çektiği herhangi bir çilenin ya da yaşadığı herhangi bir aşkın, geçtim, herhangi bir seksin Rooney romanlarından birinde karşılığı olabilirmiş gibi. Anladığım, okur dediğimiz kitle, yaşamına özendikleri bir influencer’ı takip eder gibi takip ediyor bu romanları. Üstelik şey de diyebiliyorlar, ortada kurmaca bir eser olduğu için: “Ah, bu adam, işte bu adam tam olarak benim.” Sonrasında, eve dönüş yolunda bu konunun üzerine düşünüyorum. Bir insan neden böyle bir özdeşlik kurma gereği duyar?
Bir inceleme yazmaya beni yönelten, kitabı okuduğum andan bugüne üzerime çöken öfkeyi bir kenara bırakma fikri, Sally ile barışma fikri yani, ilk o takside düşüyor aklıma.
Sally Rooney ile ilgili yazmak istediğim inceleme için bir açılış düşünmüştüm. O zamanki aklımla şöyle bir giriş uygun gelmişti bana: Elidor yıllar sonra büyük bir iş yaptığını düşündüğü reklam kampanyasındaki sloganıyla devasa bir savaş açmıştı halihazırda çoktan yıkılmış surlara. Slogan şuydu: “Saçımız da uzun, aklımız da.” Yapılan her billboard çalışmasıyla, ihtimalle şimdiki gençlerin bilmediği, çoktan yok olmuş o “Saçı uzun aklı kısa” sözünü tekrar hatırlatıyordu. Oysa biliriz, bazen bir sorunu tartışmak o sorunu daha görünür kılabilir. Bir ilişki, seks konuşulduğu an bitmiştir – iyi ya da kötü.
Deniz Yüce Başarır’ın şu podcast’ini ele alalım diye devam etmek istiyordum incelememe; Elidor’dan sonra lokal bir örnek. Neydi adı podcast’in? “Elim kalem de tutar, kadeh de.” Politik olarak doğru, evet. Kadınların eli kadeh de tutabilir ve kadeh tutmak kalem tutmaya engel de değildir. Fakat bu itiraz kime ve neye? Kadeh ve kalem arasında bir ikilik kuran kimse yokken, tam da bu itiraz yaratmıyor mu böyle bir ikilik, türünden devam edecekti incelemem. Fakat bundan ilk andan vazgeçmiştim. Deniz Yüce Başarır’dan bahsetmek yazıyı anlamsız bir polemiğe, şahsi bir husumete taşıyabilirdi, üstelik kendisiyle bir yerlerde karşılaşma olasılığım da yüksekti. Onun ismini incelemeden çıkarmak makul göründü gözüme. Pekâlâ Elidor örneğinden Sally’nin kitapta anlattıklarını birleştirmeye çalışarak da kitabı muhafazakâr bir yere oturtabilirdim. Şöyle diyebilirdim en basitinden: İntermezzo’da Peter ve Ivan adlı iki kardeşin hikâyesi anlatılıyor daha çok. Ivan’ın sevgilisi Margaret adlı bir kadın. Dul bir kadın bu. Evlenip boşanmış. Ivan’dan yaşça büyük de. On yaş kadar. Rooney ikiliye dair kurduğu her cümleyle, yarattığı her hikâye akışıyla buna itiraz ediyor. Öyle bir özgürlük onunki – evet, başarabilirdim; Elidor’dan buraya, “Elim kalem de tutar kadeh de”yi hiç kullanmadan gelebilirdim. Ve şöyle derdim Sally’nin ağzından: Kendimizden yaşça büyük, dul kadınlarla olmak sorun değildir! Çünkü kitapta “dul” Margaret’ın ağzından dökülenler hayli rahatsız etmişti beni: “Benim yaşıma geldiğinde geriye dönüp sana nasıl acı çektirdiğimi düşünmeni istemiyorum.”
Karşılığında, Ivan da neredeyse kötü bir Türk filminden fırlamış gibi, onun daha iyilerine layık olduğunu söylüyordu: “Hayatında yeterince üzüntü yaşamışsın Margaret, diyor. Benim de üzüntüne üzüntü katmama ihtiyacın yok. Zaten seni üzmek istemiyorum, inan bana.”
Bu dramanın, kadının dul ve sadece on yaş büyük olmasından kaynaklanmasıyla ilgili birtakım notlar almış, böylece incelememe dair bir patika yaratmaya yaklaşmıştım. Hatta incelememin bir yerinde sertçe suçlayacaktım Rooney’yi: Rooney’nin liberalliğindeki tuhaf muhafazakârlık da burada, diye başlayacak; Margaret ve Ivan’ın aralarında yaş farkı olan ilişkisini irdelemenin, bunu Margaret’ın ağzından dökülen suçluluk dolu cümlelerle anlatmanın politik bir yanı varsa, bu çağa göre mürteci bir politiklik olmalı, diye devam edecektim. Rooney’deki rahatsız edici yan, medyanın bir yandan yazdıklarını sadece kurmacanın parçası olarak değil, politik bir tebliğe, yaşamdan kopan hakiki bir âna çevirmesinde yatıyordu – aslında bunu yapan biraz da okurlarıydı; böyle şeyler.
İncelememe dair notlarımı alırken sorunu daha iyi anlamıştım. Yani şeyh uçmaz, diyordum aslında, biraz da müritleri uçurur. Dul bir kadın ve genç bir çocuk; tebrikler Sally – surlarda bir gedik daha.
Sonrasında, bir başka arkadaşımla oturduğumda ve ona yazmak istediğim incelemeden bahsettiğimde, bana bu eleştirinin sadece kitabı merak ettirmeye yarayacağını söylüyor. Hiçbir işe yaramayacak, diyor. Bir eleştiri yazmanın amacı ne ki? Yayıncısından editörüne, çevirmenine, dünyanın dört bir köşesinde insanlar bu kitap sayesinde para kazanıyor. Baksana, Sally kitapçıları nasıl da doldurdu! Haklı, diyecek pek bir şeyim yok. Yine de yanıtlıyorum: En azından bir kişinin daha böyle düşünmediğini biliyoruz diyorum; Coetzee öyle düşünmüyor. Klasikler eleştirinin önlerine çıkardığı engelleri aşarak klasiğe dönüşürler. Her kitap bir zamanlar yeni çıkan bir kitaptı; kimi sorgulandı ve bu sorgudan sağ çıktı ve klasik oldu, kimi ise… İşte onların adını anımsamıyoruz. Sally’yi unutturma kudreti elimde. Bir işe yaramayacak diyor arkadaşım. Hem unutma, Sally’ye ihtiyacımız var. Kitapçılar onun sayesinde para kazanıyor şu aralar. Koca bir sektörden söz ediyoruz.
Haliyle ikna oluyorum. Sally Rooney’ye dair inceleme yazımı yazmaktan böylece vazgeçiyorum.
“Piyes ve roman münekkitlerinin fena bir huyu vardır, bahsettikleri yeni bir eserin mevzusunu mutlaka hülasaten nakletmek isterler. Ben böyle bir münasebetsizlikte bulunmayacağım” diyor Yakup Kadri, Çalıkuşu’nun eleştirisi yazısında. Eğer İntermezzo’ya dair şu incelememi yazacak olsaydım, Yakup Kadri’nin dediği gibi, Sally Rooney’nin kim olduğundan, buraya hangi süreçlerden geçerek geldiğinden, şimdilerde kitapçılarda sıra sıra dizilmiş yeni romanının hem yurtdışında hem Türkiye’de nasıl yankı uyandırdığından, inanın kısacık da olsa söz açmazdım. Bu eleştiri Sally Rooney’nin tırnak işaretlerinden dahi arındırılmış ve sade görünmesi için ekstra özen gösterilmiş İntermezzo’suna dair, sade bir eleştiri olurdu.
Fakat Elidor’un reklamıyla başlayacaksa inceleme, bahsettiğim türden muhafazakârlığa işaret eden başka örneklerle devam etmeliydi. Öte yandan, giriş kısmından emin değildim. Arkadaşlarımın yazmamam gerektiğine dair tavsiyelerini boşa çıkaracak bir yazı daha iyi bir girişi hak ediyordu. Haliyle bir gün bilgisayarıma oturup incelememi yazmaya başlayacak olsaydım, muhtemelen arkadaşımın kendisini de özdeşleştirdiği, şu bir kuşağın sesi olma meselesine dair bir anekdotla başlardım. X, Y, Z – hepsi neyse artık, kuşak etiketleriyle ilgili işime yarayacak birkaç kitap okumuş, sanıyorum üç yıl önce çalıştığım bir projeyle ilgili olacak, makaleler de biriktirmiştim. Elimdeki alternatiflerden biri şuydu:
26 Mayıs 2021’de, Maryland University’de çalışan bir sosyolog, Philip Cohen, Pew Araştırma Merkezi’ne hitaben açık bir mektup yayınladı: Kuşak etiketleri kullanmayı bırakın. “Kuşaklar arasındaki ayrım keyfidir ve hiçbir bilimsel temeli yoktur. Kuşakları isimlendirmek ve onlara tarih biçmek sahte bilimi teşvik etmekte, sosyal bilim araştırmalarını engellemektedir.”

Cohen
Sonrasında 170 civarı sosyal bilimcinin de altına imza attığı mektuba göre, Z kuşağı, Y kuşağı ya da Boomer’lar – hepsi akademik olarak birer hayaletten başka bir şey değildi.
Kuşak diye bir şey yoktu.
Şöyle yazmıştı Cohen, Washington Post’taki yazısında: Venus (Williams) 1980 doğumlu ve X Kuşağı’nın bir parçası; Serena ise 1981 doğumlu, bir Y Kuşağı. Serena ve Venus iki ayrı kuşaktan. Öte yandan Donald Trump ve Michelle Obama aynı kuşakta yer alıyor. İlki 1946 doğumlu, ikincisi 1964; bu da ikisini “baby boomer” yapıyor.
Peki, bu kuşak tanımlamaları kimin ne işine yarıyor? İki reklamcı konuşurken, biri diğerine Z kuşağı ne istiyor diye sorar ve bir diğeri de yanıtlar. İşte buna yarıyorlar. Bir de Evrim Kuran para kazansın diye, tabii; yani, incelememe böyle devam edebilirdim fakat Evrim Kuran’dan bahsetmek yazıyı anlamsız bir polemiğe, şahsi bir husumete taşıyabilirdi, üstelik kendisiyle bir yerlerde karşılaşma olasılığım da yüksekti. Onun ismini incelemeden çıkarmak makul göründü gözüme. Sonuçta derdimi onsuz da anlatabilirdim.
Anlayacağınız, incelememe Evrim Kuran’sız bir şekilde devam eder ve yazının burasında, kuşakla ilgili bölüme yani, Rooney ile ilgili çıkan “kuşak” haberlerinin başlıklarını eklerdim:
“Sally Rooney nasıl bir neslin sesi oldu.”
“Sally Rooney: Mızmız Y kuşağının kraliçesi.”
“Sally Rooney: Bir neslin sesi.”
“Sally Rooney nasıl bir neslin önde gelen edebi sesi oldu?”
Ne diyordu okurlar? Sally bizim kuşağı çok iyi anlatıyor.
Bir kitapla kendini özdeşleştirebilmek için olmayan bir şeye, bir kuşak etiketine ihtiyaç duyuyorsan, belki de ortada kayda değer başka bir şey yoktur.
İncelememi yazmayacağımdan emin olduktan sonra, bu kez kitabı sevmek amacıyla elime tekrar alıyorum. Altı çizili cümlelere, notlara bakıyorum. Sadelik, gösterişten uzaklık revaçta demişim, Marie Kondo yazmışım bir köşeye: Kendime not. Kitapları tıpkı Rooney’ninkiler gibi çok satıyor. Edebiyat da bu arayışın peşinde mi? Zaten pik yapmış kısa cümleler tamamlanmaya değer görülmüyor.
İntermezzo’yu birkaç sayfa okuduktan ve ilerleyemedikten sonra “Acaba bende mi bir tuhaflık var?” diye düşünüp Raymond Carver’ın sadeliğiyle aklımda yer tutmuş kitabını, Katedral’i açmış, aynı adlı öyküyü okumaya başlamıştım. Kısa cümleler marifet – görüyoruz, öğrendik. Fakat edebiyat dediğimiz, ne olduğuna dair az çok bir fikrimizin olduğu o şeyin tamamı bundan ibaret olmamalı, değil mi?
Rooney, İntermezzo’da bir sadeliğin peşindeydi, belli. Kısa, daha kısa cümleler. Açılışından itibaren anlaşılıyordu bu. Neydi sahi ilk üç cümlesi?
“Delikanlının üstünde iyi görünmüyor. Cenazede giydiği takım yani. Ağzında yeniyetmeliğin en üst dereceli rahatsızlığının nişanesi diş telleri.”
“With the braces on his teeth, the supreme discomfort of the adolescent.”
Fark etmişsinizdir, cümleler tamamlanmıyor, üçüncü cümle “with…” ile başlıyor üstelik. Sanki birileri artık otuz üç yaşındaki Rooney’ye daha kısa cümleler kurması gerektiğini öğütlemiş, o da bu uyarıyı dikkate almış gibi. Öncesinde kurduğu uzun cümleyi kısa duraklara bölmüş: “Delikanlının cenazede giydiği takım elbise, üstünde iyi durmuyordu.” Cümlenin aslı buydu. Ben size tamamlanmamış birtakım cümleler vereceğim, siz kafanızda birleştirin, der gibiydi Rooney, anlayacağınız.
Sanırım şimdikilerin nefesi yetmiyor uzun cümleleri okumaya; kitap elimde, düşünmeye başlıyorum. Melike Şahin’in konser performansı gibi bir açılış. İçine içine konuşan, duygusuz, ne anlatmak istediği belirsiz, bir derdi var ama o derdin ne olduğu da pek belli değil. (Melike Şahin örneği – okur böyle şeyleri severdi.) Yakup Kadri’nin bahsettiği şekliyle değil, ama en azından kitabın ana hikâyesinden söz etmek iyi olurdu böyle bir incelemede, hiçbir şey bilmeyen bir okur için. Bir cenazeyle açılıyor roman. Peter ve Ivan’ın babası ölmüş. Ivan’ın üzerinde kötü bir takım elbise var. İlk izlenimlerimiz bunlar. Rooney hayli kısıtlı bir alanda sesini kullanmaya çalışıyor; yukarılara uzanacak, çıkacak takati yok. Otuz sayfa çok zor geçiyor, çok.
Delikanlının üstünde iyi görünmüyor. Cenazede giydiği takım yani.
Yani, ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum?
Biraz ilerlemeden, bu tipik cümle kurulumunun romana sirayet ettiğini de belirtmeli tabii. Elini nereye koyacağını bilmeyen bir sakarlık mevcut yazım tarzında. Sonraki cümleyle öncekini düzeltme, bunu iç sesle meşrulaştırma türünden:
“Eh, artık gülümsemek de mi suç oldu yani? Çocuklara. Aslında çocuklara gülümsüyor normalde.”
“Bazen erkeklere gülümsediği bile oluyor. Farklı biçimde. Hayır, yapmıyorsun bunu. Bir nedeni varsa yapıyor.”
Buradaki zevzeklik fark ediliyor olmalı; yazarın kısa cümleler kurmadığı ve kurduğu birtakım uzun cümleleri parçalara böldüğü.
“Eh, artık gülümsemek de mi suç oldu yani? Çocuklara.”
Bu bir kısa cümle değil.
Sayfalar ilerliyor. Bir yerde kendinize itiraf edebilirsiniz: Bu romanın hikâyesi yok. Hiçbir şey hakkında bir kitap bu; işte şu eleştiriyi yazsaydım, Flaubert’ten tam olarak burada bahsedecektim. Flaubert’in nitelediği şekliyle hiçbir şey hakkında bir kitap bu, diyecektim; onunki gibi olumlu bir anlamda da değil – söz gelimi, Lydia Davis’in hikâyelerinin de “bir şey” hakkında olduğu söylenemez. Fakat gerçeklikle mesafesi kısadır, bir tespit vardır, bu tam da ben diyebileceğiniz küçük anlar. Geoff Dyer’ınkiler gibi. Bu sebeple, gerçeğin ta kendisi olduğu için belki de, büyük hikâye akışlarına ihtiyaç duymayabilirler.
Bunu birçok kişi dillendirmiyor olabilir, fakat birine anlatacağınız zaman fark edeceksiniz; İntermezzo ne hakkında diye sorarsa, bir barda karşılaşırsanız, ne bileyim, arada story’lerinizi like’layan biriyle, verecek bir yanıtınız olmayacak. Soru biraz kısır gelmiş olabilir. “Kitap ne hakkında?” sorusu, biraz da “Memleketin neresi?” sorusuna benziyor, kabul ediyorum. Fakat kastettiğim bu değil. Ortada açılan (unfold) bir hikâye yok. Birileri birileriyle konuşuyor. Sorunları üzerine, formül olarak kâğıtta nispeten işleyen, daha çok belli bir sınıfın, beyazların kabul edelim, omuz verebileceği ortak dertler üzerine. Rooney’ye göre, ona göre yani, “woke” sayılabilecek, insanların özdeşlik kurabilecekleri kimyasal bir bileşke gibi, oraya ait olanların görebileceği kadar başat, olmayanların özenebileceği kadar bariz birtakım imajlar – sevişme sahnelerine varıncaya kadar. Bir plotline? Konuşmaların oluşabilmesi hatrına.

Rooney karakterlerin bir yerlere gidip birbirleriyle konuşan insanlar olduğunu, klavyesinin tuşlarına öylesine basması için konuştuklarını ve kitabın bundan ibaret bir döngüye girdiğini fark ediyor gibi. Bunun ayırdına varınca her zamanki gibi dahiyane bir çözüm buluyor. Kitaptaki iki karakterin, Peter ve Ivan’ın aralarını bozuyor. Normal İnsanlar’da da böyleydi. Şöyle bir sahne vardı orada mesela, hikâye hatrına Connell ve Marianne’in arasının bozulduğu: Connell evinde kalıp kalamayacağını sormak için Marianne’in yanına gidiyor, Marianne bunu yanlış anlıyor ve Connell’a “Aaa, demek evine gidiyorsun” diyor ve vedalaşıyorlardı. Anlayacağınız, ikisi de burs alacak kadar akıllı iki insan, biri sonrasında yazar da oluyordu hatta, konuşmayı bilmiyorlardı. Ne için, ne hatrına?
Bu romanda da aynısı söz konusu. Babaları ölmüş iki karakterimiz, iki kardeş, Peter ve Ivan’ın araları bozuluyor, Rooney ne yapacağını bilemediği için, yaptığı tek şey sayfalar boyunca karakterlerini konuşturmak olduğu için. Kardeşler iletişimi kesiyorlar. Kötü Türk dramalarında rastladığımız, birbiriyle hikâyenin gidişatı için hiç konuşmayan, ne bileyim, mizah üretmek için yanlış anlaşılmalardan medet uman kötü komedi yazarları gibi yapıyor bunu – gerçekçi ya da karaktere uygun olup olmaması önemsiz. Okur bunu satın alacak mı? Bir saniye – hangi okur? Kitabı karıştırmaya devam ediyorum ve işte: 185. sayfada Peter, Ivan’ın sevgilisinin dul olmasına takılıyor ve kardeşlerin bu yüzden araları bozuluyor. Kötü Türk dramaları gibi derken şaka yapmıyorum. Abi kardeşine “Senin sevgilin dul” diyor: Kadın neredeyse kırk yaşında. Başından bir evlilik geçmiş. Sen yirmi iki yaşındasın.
Aynı abi, Peter, kitabın başka bir sayfasında Ivan’a “Kadınlar hakkında söylediğin bazı şeyleri rahatsız edici buluyorum” diyor ve kardeşine feminizm –kelimeyi de kullanarak– dersi veriyor.
Arkadaşım haklı. Hiçbir şey hakkında olan, olay örgüsünün olmadığı bir kitaba dair bir inceleme yazılmamalı. Hem söz verdim – her şeyi kötüleyen o insanlardan olamam. Farklı bir şey yapmam; susmam gerekli. Bu incelemeyi yazmamam gerekli.
Bilgisayarımı kapatıyorum.
“Kitabın İngilizcesini de okuduğum, Türkçesiyle yer yer karşılaştırdığım kötü birkaç gün geçirdim. Tüm bu süreçte notlar aldım ve kitaptan, İngilizcesinden de, Türkçesinden de nefret ettim. Hatta şöyle söyleyeyim, önce tüm suçu çeviriye atmayı düşündüm, biliyor musun? Sonrasında, kitabın İngilizcesine tekrar göz atınca fark ettim – hayır, kitabın orijinali Türkçesi kadar kötüydü.”
İncelememi yazmama kararımdan sonra kitapla ilgili daha çok konuşmaya başladım. İnsanlara böyle şeyler söylüyordum işte – Sally Rooney okudunuz mu diye soruyor, sonra onların yanıtlarını beklemeden, durmaksızın konuşuyordum.
Bu romanın neden sevildiğini anlamaya çalışıyordum. Bizim “kuşağın” sesi kimdi acaba? Jonathan Franzen bir dönem ne meşhurdu; son romanını okumadım bile. Acaba biz de böyle mi görünüyorduk dışarıdan? Bir gece, eleştirimi yazmayı bırakmışken fakat zihnimden atamamışken henüz yazma fikrini; anlayacağınız, zihnime musallat olan bir Sally Rooney hayaletiyle baş etmeye çalışırken, kitaplıktan Franzen’ı alıyorum ve Düzeltmeler’i tekrar karıştırmaya başlıyorum. Belki Düzeltmeler ile İntermezzo’yu karşılaştırdığım bir inceleme –yok, hayır. O iş bitti. Düzeltmeler’i hiç de profesyonel olmayan bir şekilde okumalıyım. İkisi de “dysfunctional” bir aile hikâyesi – umurumda değil, hayır, hayır bu incelemeyi yazmayacağım. Birkaç sayfa çeviriyorum ve kabul ediyorum, biz böyle değildik. Franzen ve Sally’yi yan yana getiremiyorum kafamda. Bir süre Franzen okumaya devam ediyorum. Böyle bir yazardı işte o diyorum; Sally’nin ilk otuz sayfasına devam etmek için gösterdiğim gayreti, Franzen’ın kitabına devam etmemek için gösteriyorum.
Arkadaşımın sözlerini hatırlamaya çalışıyorum: Böyle bir yazının kimseye faydası yok. Neyse ki imdadıma Sally’nin Gazze’ye dair söyledikleri yetişiyor. Ne demiştik; Sally’ye ihtiyacımız var. Franzen, Gazze konusunda muhtemel okurlarını üzmemek için ses çıkarmamışken Sally sesini yükseltti. Kitaplarının satmaması, etkinliklerinin iptal edilmesi pahasına. Almanya’ya giremeyebilir; bu kadını gerçekten seviyorum, ciddiyim.
Eh, haliyle kitapçılar memnun, çevirmenler memnun, okurlar zaten memnun. Filistin’e destek de veriyor; ihtiyacımız olan yazar Sally değil mi? Çok kötü de yazmıyor; diğerlerinden, çağdaşı birçoğundan iyi. Buna itiraz neden? Düşünüyorum: Sally’yi delice öven bir yazı belki daha akıllıca bile olabilir. Yazının başlığı: “Sally’ye ihtiyacımız var.” Greta’ya ne kadar ihtiyacımız varsa, o kadar. Evet, arkadaşım bana yeni bir eleştiri yazısına ihtiyacımız yok dedi. Öyleyse neden olmasın? Kitabı bir umutla tekrar karıştırmaya başlıyorum. Çok seveceğim bu kitabı, çok. Peter karakterinin ağzından dökülen birkaç cümleyi, seks sahnelerini vesaire, sevmeye çalışıyorum. Hatta seks sahnelerinden birini okurken, itiraf edeyim, evet, neredeyse sertleşiyorum. İyi yazılmış sahneler bunlar. Bir cuma gecesi, evde tek başıma otururken, okuduğum ve başarısız da bulduğum bir yazarın yazdığı seks sahnesine yükselemem. Hayır. Hayır, bu doğru olmaz.
Boynumu yavaştan kaşındıran, diz kapaklarımın karıncalanmasına sebep olan sevişme sahnesini okurken tuhaf bir şey fark ediyorum. Bu seks sahnesini bir yerden hatırlıyorum, diyorum kendime. Bir dejavu bu yaşadığım. Acaba kitabın İngilizcesini ve Türkçesini karıştırırken sayfalar birbirine girdi ve ben ikisini ayrı kitap sanmaya mı başladım? Barton Fink’leşiyorum, Tanrım. Hayır. Böyle olmadığından eminim.
Kitaplığımdan Sally’nin diğer kitabını, Normal İnsanlar’ı çıkarıyorum. Sayfalar arasında gezinip bir sevişme sahnesi bulmaya çalışıyorum. Karıştırıyor, karıştırıyorum ve bingo! İşte, karşımda öylece duruyor. Evet, İntermezzo’daki Naomi, Normal İnsanlar’daki Marianne’le aynı cümlelerle sevişiyor. İncelememde, hangisinin hangisi olduğunu söylemeden, okuru bir meydan okumaya çağırabilirim. Şöyle bir not alıyorum, yazmamam gereken, fakat içten içe yazmak istediğim şu inceleme için:
Aşağıdaki cümlelerden biri İntermezzo’daki Naomi’ye, diğeri Normal İnsanlar’daki Marianne’e aittir. Hangi cümleyi hangi karakter söylemiştir?
“Ne istersen yapabilirsin bana, istediğin her şeyi yapabilirsin.”
“Benimle istediğin her şeyi yapabilirsin.”
Sonra iki cümleye bakakalıyorum. Olmayan kuşak etiketlerinden bahsettiğim, kitabın olmayan hikâye akışına değindiğim bir inceleme için harika bir final değil mi bu? Kitapta karakter de yok! Naomi ve Marianne, aynı cümlelerle sevişen aynı kişiler. Belki de bu kitap hakkında bir inceleme yazılmamalı. Çünkü, hani hiçbir şeyin olmadığı, şöyle söyleyeyim, okurunun dahi basmakalıp insanlardan ibaret olduğu kitaba dair bir inceleme tabii ki yazılmamalı; evet tabii, yazma diyen arkadaşım en baştan beri haklıydı. Biliyordu! Yazı yok, çünkü ortada kitap yok! Yazı yok, çünkü ortada okur yok! Fakat karakterlerin ağzından çıkanlara dair, ne olur ne olmaz, notlar almaya devam ediyorum, durduramıyorum kendimi. Belki ileride bir gün çocuğuma aldığım notları gösterir ve şöyle derim: Bak yavrum, bu notları Sally Rooney’nin İntermezzo’su sonrası almıştım fakat tamamlamak ve yayınlamak nasip olmadı, yani elimde şöyle notlar birikmiş oluyor finalde: rooney’nin adamları iyi görünen fakat iyi olmayan kompleks adamlarken rooney’nin genç kadınları tokatlanmak istiyorlar, her karakter aynı bakın göreceksiniz peter ve connell da aynı, rooney’nin beyaz kadınlara dair sevişme tahayyülü bu kadar boynumu sık tokatla benimle ne istersen yapabilirsin boynumu sık, karakterler rooney nasıl isterse öyle davranan bir deniz anası gibi, rooney okumak bir yerde utanç verici olmaya sinir bozmaya başlıyor şu hani mikrofonlu sahnelere çıkan ve yalan yanlış anılarını anlatan stand upçıları izlemek gibi, fatih altaylı’ya konuk olan bir stand upçı vardı adı neydi bak muhtar da bana şunu dedi diye devam eden şu şiveli stand upçı güldürü hatrına yalan olduğu belli birtakım anılar anlatıyor, bu hissi o stand upçıdan biliyorum o da hiç utanmıyordu gerçek olmayan bir şeyler anlatırken, fakat utanan siz oluyordunuz onu izleyen olarak, rooney okumak bana tam olarak bunu hissettiriyor o stand upçıyı izlemek gibi, bu kitapta yok yok olay örgüsü yok karakter yok hitap ettiği ve sesi olduğu söylenen nesiller bile ortada yok babaları ölmüş iki kardeşin yası bile yok ortada
Bir saniye.
Bir şey daha fark ettim, tam şu, yas kısmını not alırken, bir şey. Kitabın İngilizcesinin online bir baskısı gerekli bana. Hemen ulaşıyorum pdf’e. CTRL + F tuşuna basıp tek bir kelime aratıyorum: feel.
Aradığım tam olarak bu. Rooney zaten var olmayan karakterlerine hissettiriyor bir şeyleri ve söyletiyor da. Belki biz de o yeterince tekrarlarsa hani inanırız ve onlarla birlikte hisleniriz diye. 460 sayfalık kitapta “feel” kelimesi 665 kez geçiyor.
Yani, olduğu varsayılan özgürlükçü tebliğinden, insanların olmayan karakterlerle kurduğu empatiye – her şey yerli yerine oturuyor. Tam anlamıyla 2024’e uygun bir roman bu. Hiçbir şeyin olmadığı, hislerin dahi sadece his kelimesiyle ifade edildiği.
Buluşumun farkında, bir sigara yakıyorum. Şimdi dışarı çıkmalıyım, bir akşamı daha Sally’ye ayıramam.
Sally Rooney ile ilgili hiçbir şey yazmama kararımdan emin, Beyoğlu’na çıkıyorum.
Bir süredir Instagram’da story’lerimi like’layan biri var. Onunla denk geliyor, sohbet ediyoruz. Ne yaptığımı soruyor. İnanın, göz teması kuramıyorum. Rooney’nin romanı, sadece ondan bahsetmek istiyorum. Yazmaya çalıştığım fakat vazgeçtiğim şu yazıdan söz açıyorum. Konuşmaya başlıyor: Ben de çok merak ediyorum diyor. Normal İnsanlar’ı okudum ve Arkadaşlarla Sohbetler’i de. Soruyor, yeni kitabı ne hakkında diyor. Yanıtlıyorum, kitap ne hakkında sorusu diyorum, biraz da “Memleketin neresi?” sorusuna benziyor. Fakat yine de cevaplayayım: Ortada bir kitap yok, ve işin ilginç yanı, karakterler de yok. Daha tuhaf bir şey söyleyeyim mi? Okurdan bile söz etmek mümkün değil. Gülmeye başlıyor: O halde neden böyle bir inceleme yazma gereği duyuyorsun?
İnceleme falan da yok diyorum. Asla, asla yazmayacağım öyle bir yazı. İnsanlara söz verdim. Hem inan, o kadar vaktim yok. Duruyor, düşünüyorum. Aslında diyorum, istiyorum da bu incelemeyi yazmak – of, inan çok karışık. Sadece, yani, oralarda bir yerlerde, birileri İntermezzo’yu okuyor, biliyorum. Sevmiyor kitabı birileri, burada bir şeyler döndüğünün farkındalar. İntermezzo’nun sayfaları arasında boğuşurken o kişiler, ihtimal, sorunun kendilerinde olduğunu düşünüyorlar. Bu kadar kişi yanılıyor olamaz diyorlar kendi kendilerine. Onlar için böyle bir yazı yazmak istiyorum, anlıyor musun?
Anladım diyor, yalnız bir şey soracağım. Peki, yani, bu kadar kişi yanılıyor olabilir mi? Neden bu kadar seviliyor bu kadın, bu soruya da verecek bir cevabın olmalı.
Bir teorim var diyorum.
Bundan sekiz ay önce, bir arkadaşım, işlerinin çok iyi gittiği ve tüm zorlukların üstesinden birer birer geldiği bir dönem, bir ses kaydı atmıştı bana. Şöyle diyordu ses kaydında: “Bazen böyle şeyi düşünüyorum, sanki böyle zihinsel veya bedensel engelliymişim de, bunu kimse bana çaktırmıyormuş, çalıştığım şirketler de bu çocuk eğlensin, zaman geçirsin diye ailem tarafımdan finanse ediliyormuş gibi.”
Sanki tüm dünya bir olmuş…
Yani, anlatabiliyor muyum?
Bir saniye – telefonumu çıkarıp söylediklerimi hatırlatacak bir not alıyorum. Olası bir incelemede bu sahne harika bir final olabilir.
Evet diyor, anlatabiliyorsun. Umarım yazabilirsin şu yazını.
Hayır diyorum, not aldığıma bakma, asla, sana yemin ediyorum – o incelemeyi yazmayacağım. O kitabı bir kez daha elime almayacağım. Çünkü dedim ya, anlamıyorsun, ortada üzerine konuşmaya değer bir şey yok, okur bile yok diyorum, ilk kez rastlıyorum böyle bir şeye, okursuz bir kitap! Bir saniye duraksıyorum. Aslına bakarsan diyorum, böyle bir inceleme yazsaydım, yazmam zaten, asla, ama yazsaydım, var olmayan bir inceleme olurdu bu, hatta şimdi düşünüyorum da, belki ben de Sally gibi, türlü zevzekliklerle, hani arkadaşlarımı da konuşturup…
Yani, anlatabiliyor muyum?
Önceki Yazı

Açık Radyo’ya dair…
“Açık Radyo, evlerinde ve iş yerlerinde radyolarını her daim açık tutan ve radyodaki sesleri aile bireyleri gibi kabul eden, çok adanmış bir dinleyici kitlesine sahip. Onlar gibi başka bir dinleyici kitlesinin dünyanın başka herhangi bir köşesinde var olduğunu sanmıyorum.”
Sonraki Yazı

Bir Alice Munro karakteri olarak
Alice Munro
“Bir okur, yazarın kurduğu öykü evreninde, tıpkı karakterlerinden biri gibi çırpınıyor olabileceği ihtimalini niçin bir an bile düşünmez de, onun (karakterlerinin aksine) yapılması gerekeni yapacak güçte ve duygusal olgunlukta olduğunu, onların debelendiği bataklığa yukarılardan baktığını varsayar?”