Bir Alice Munro karakteri olarak
Alice Munro
“Bir okur, yazarın kurduğu öykü evreninde, tıpkı karakterlerinden biri gibi çırpınıyor olabileceği ihtimalini niçin bir an bile düşünmez de, onun (karakterlerinin aksine) yapılması gerekeni yapacak güçte ve duygusal olgunlukta olduğunu, onların debelendiği bataklığa yukarılardan baktığını varsayar?”
Andrea Robin Skinner'ın çocukluk fotoğrafı. Sağda, annesi Alice Munro.
Küçük Denizkızı’nın arkadaşlığıyla avunan,
ihmal edilmiş bütün çocuklara[1]
Bu hikâyenin, benim hikâyemin, insanların annem hakkında anlattıkları hikâyelerin bir parçası olmasını istedim. Başıma gelenlerle ve annemin bunlarla yüzleştirildikten sonra sessiz kalıp beni istismar eden kişiyle yaşamayı seçtiği, onu koruduğu gerçeğiyle hesaplaşmayan bir söyleşi, bir biyografi, bir etkinlik daha görmek istemiyordum hiç.[2]
Bu sözler Nobel ödüllü yazar Alice Munro’nun ilk evliliğinden olan üç kızından en küçüğü Andrea Robin Skinner’a ait.[3] Skinner, Temmuz 2024’te üvey babası Gerald Fremlin’in çocukken onu taciz ettiğini açıklamıştı. Buna göre cinsel taciz olayları 1976 yılında, Skinner dokuz yaşındayken meydana gelmişti. Fremlin ise o zamanlar 50’lerindeydi. 1992 yılına kadar konuyu annesine açmaktan çekinen Skinner, açtığında tam da korktuğu tepkiyi aldığını anlatıyordu. Alice Munro olayı kocasının bir sadakatsizliği olarak değerlendirmiş, bir süreliğine evi terk ettikten sonra geri dönmüştü:[4]
Ona iş işten geçtikten sonra söylendiğini belirtti. Onu çok seviyormuş ve eğer kendi ihtiyaçlarını yadsımasını, kendisini çocukları için feda etmesini ve erkeklerin kusurlarının bedelini onun ödemesini bekliyorsam, suçlanması gereken kadın düşmanı kültürümüzmüş. Yaşananların benimle üvey babam arasında olduğu konusunda diretti. Bunların onunla hiçbir ilgisi yokmuş.
Annesinin bu olayların mağduru kendisiymiş gibi davrandığını söylüyordu Skinner ve devam ediyordu:
Babamın sırf onu küçük düşürmek için yaşananları bir sır gibi saklamamızı istediğine inandı. Sonra Fremlin’in ‘arkadaşlık ettiği’ diğer çocuklardan bahsetti bana; olayları kişiselleştirerek, aldatıldığına ilişkin bir algıyla ele alıyordu. Bir kurbanla konuştuğunun ve benim onun çocuğu olduğumun farkında mıydı? Eğer öyleyse bile, ben bunu hissedemedim.
İstismar edilmiş bir çocuk olarak Alice Munro
Alice Laidlaw 1931 yılında Wingham, Ontario’nun hemen dışındaki bir kasabada doğdu. Babası Robert Laidlaw yalnızlığına düşkün bir avcıydı ve üç çocuğundan en büyüğü olan Alice doğduğunda gümüş tilki yetiştiren bir çiftlik işletiyordu. Fakat bu işe çok geç ve çok düşük bir sermayeyle başlamıştı ve ekonomik buhran sırasında çiftlik battı.
Alice’in annesi Ontario’dan çıkarılmış İrlanda asıllı bir topluluğa mensuptu. Sosyal hırsları vardı ve ait olduğu sınıfın dayatmalarına karşı kördü. Dezavantajlı grupların yerleştiği bir kasabada büyürken çevresine uyum sağlamaya çabalayan Alice annesi tarafından sürekli utandırılıyordu. “Onunla çok fazla çatışıyordum,” demişti o günleri anlatırken, “çocukluğumun erken yıllarından itibaren böyleydi bu. Çünkü kafasında davranış idealleri vardı. Kızlarının başarılı olmasını istiyordu fakat aynı zamanda cinsel açıdan masum da olmalıydılar. Ve tabii bir hanımefendi gibi davranmalıydılar; bir hanımefendi olmak çok mühimdi. Kendimi beni hiç hazırlamadıkları bir biçimde göstermemi istiyordu.”[5]
Alice 10 yaşına geldiğinde annesine Parkinson teşhisi kondu, “ve o andan sonra bütün bu mücadele müthiş zorlaştı; duygusal kartların tümünü elinde toplamış hasta bir insanla mücadele ediyordunuz çünkü”. O da kitapların dünyasına sığındı; Uğultulu Tepeler gibi en sevdiklerine, tekrar tekrar okumaktan vazgeçemediklerine. Ta ki okumakla yetinemeyip çevresindeki gerçekliği zihninde yeniden yazmaya başlayana dek:
Kitaplar gerçek hayattan çok daha önemliydi benim için. Fakat bunun normal bir insan ya da çekici bir kadın sayılmak konusunda bana yardımı dokunmuyordu. Yüzeyde başka bir insan olmayı öğrenmiştim ama pek işe yaramadı. İnsanlar bende bir şeylerin yanlış olduğunu görüyordu.
Sevgili Hayat’ta çocukluğunu büyük bir açıklıkla anlatıyordu Munro:
O günlerde bazen babama yardım etmek zorunda kalırdım, çünkü erkek kardeşim henüz yeterince büyümemişti. Temiz su pompalar, kümese gidip gelir, hayvanların su kaplarını temizler ve yeniden doldururdum. Hoşuma giderdi bu. İşin taşıdığı önem ve sık sık tek başıma kalabilmek tam da sevdiğim şeylerdi. Daha sonra anneme yardım etmek için evde hazır bulunmak zorunda kaldım; hınçla ve kırıcı sözlerle dolmuştu içim. ‘Cevap vermek’ deniyordu buna. Duygularını incittiğimi söylerdi ve bunun sonucu ahıra gidip beni şikâyet etmesiydi. O zaman babam beni kemerle dövmek için işine ara vermek zorundaydı artık. Ardından yatağa kapanıp ağlar ve kaçma planları yapardım. Fakat bu dönem de ötekiler gibi geçti ve daha idare edilebilir biri oldum, hatta neşeli. Kasabada duyduğu veya okulda şahit olduğu şeyleri muzipçe aktaran biriydim şimdi.[6]
Sonra devam ediyor:
Âtıl durumdaki servis asansörünün yerini mutfak dolapları aldı ve açık merdivenli büyük yemek odası kapalı merdivenli sıradan bir odaya dönüştü. Bu değişim beni garip bir biçimde rahatlattı, çünkü babam dayaklarını yemek odasında atardı; bunların yarattığı mutsuzluk ve utanç içinde ölmek isterdim. Ama dayağın atıldığı mekân çekip gitmiş gibiydi şimdi. Böyle bir şeyin yaşandığını hayal etmek bile zordu.[7]
Alice Munro’nun ilk kaçışı kitaplara doğruysa, ikincisi de üniversite eğitimi için evden ayrılmaktı şüphesiz. Fakat daha ikinci yılın sonunda ekonomik güçlükler sebebiyle zor bir karar vermesi gerekti: Ya evlenecekti ya da ailesinin umduğu gibi eve dönecek, annesine bakacaktı. Kendisini yaşanacaklardan koruma içgüdüsü, pusu kurmuş bekleyen suçluluk duygularına galip geldi ve ilkini seçti.
Annemin son hastalığı ve cenazesi için eve gitmedim. İki küçük çocuğum vardı ve Vancouver’da onları bırakabileceğim kimse yoktu. Bu yolculuğun masraflarını güçlükle karşılayabilirdik ve kocam böyle resmî âdetleri küçümserdi. Ama suçu neden ona atmalı? Ben de aynı şekilde hissediyordum. İnsanların affedemeyeceği bazı şeyler söyleriz biz. Kendimizi asla affedemememize yol açacak şeyler ya da. Ama yine de yaparız. Bunu her zaman yaparız.[8]
Öyleyse soralım mı şimdi: Gençliğinde aldığı kararlarla ölene dek uzlaşamadığı, bir yanının suçluluk duymayı, ötekinin kararlarını meşrulaştıracak açıklamalar yapmayı sürdürdüğü, bu suçluluğu ona aşılayanlara büyük bir öfke duyduğu, acımasızlığa varan bir tiksintiyi o zamanları hatırlatan herkese yansıttığı öykülerinden belli oluyor mudur acaba? Kendisini korumak ve hayatta kalmak için yapması gerekeni yaptığı halde, aslında kendisini hiç affedemediği?
Hayattan alacaklı olmak
“‘İyiyim” dedi Polly boğuk bir sesle. Lorna onun ağladığını, belki hâlâ ağlamakta olduğunu hemen anladı. Yatağın ayak ucunda durdu, odadan çıkamıyordu. Üzerine bir yılgınlık çökmüştü, hastalık gibi, bir tiksinti dalgası gibi bir şeydi. Polly’nin gizlenmeye niyeti yoktu aslında, dönüp kafasını çarşafların arasından çıkararak Lorna’ya baktı; yüzü hem güneşten hem ağlamaktan kızarmış, kırışmış, çaresizdi. Gözleri tekrar yaşlarla dolmaktaydı. Perişanlık timsaliydi, suçlamanın cisimleşmiş haliydi.
“Ne oldu?” dedi Lorna. Şaşırmış gibi, acırmış gibi yaptı.
“Beni istemiyorsun.”
Gözlerini Lorna’dan ayırmıyordu; gözlerinden taşan sadece gözyaşı, hınç ve ihanet suçlaması değil, sarıp sarmalanma, teskin edilme yolundaki arsızca talebiydi aynı zamanda.
Lorna’nın içinden gelen ona bir tokat patlatmaktı. “Sana bu hakkı kim verdi?” demek istiyordu. “Niye bana yapışıyorsun? Kim verdi sana bu hakkı?”[9]
İhtiyaç duyduğumuz duygusal desteği alamadan, her an bir gerginliğin patlak verebileceği tekinsiz bir ortamda büyüdüğümüzde, bizzat bakıma muhtaçken hatta, bakım vermek zorunda kaldığımızda, verme deneyimi bir ömür boyu adaletsizlik gibi deneyimlenebiliyor şüphesiz: Niye bana yapışıyorsun? Kim verdi sana bu hakkı? “Alacaklı olduğumuz bir hayatta, verme deneyiminin en yoğun olduğu ebeveynlik rolü, hakkımız olanı ne kadar alamadığımızı hatırlatıp durur; adaleti tersinden sağlama çabamız, travma zincirine yeni halkalar ekler” diyor İngiltere’nin bulutlu göklerinin altında bulduğum arkadaşım Klinik Psikolog Merve Gültekin de zaten. Bizden önceki nesillerden miras kalanları elden geçirmenin, kendi çocukluğumuza dürüst, adil ve koruyucu bir biçimde yaklaşarak yeni bir başlangıç yapmanın önemine değindikten sonra ise devam ediyor:
“Nesiller boyu aktarılan travma zincirini kırmak için farkındalık ve içgörünün, kendi hikâyemizi enine boyuna anlama çabasının birincil sırada önemli olduğunu biliyoruz. Elden geçirilmemiş, aldığımız haliyle koruduğumuz ihmal ve istismarla dolu duygusal miraslar sadece genlerimiz yoluyla değil, partner seçimimiz ve ebeveynlik biçimimizle birlikte çocuklarımıza en çok da soğuk, kopuk, duygusal anlamda şaşırtıcı derecede duyarsız oluşumuzla bezeli şekilde aktarılır. Kendi hikâyemize yakından baktığımızda, reddi miras bizim için beklendik bir son olur. Bizden sonraki nesiller için ise tertemiz bir başlangıç. Böylece, geçmişte ve şimdide, hikâyedeki tüm çocuklar için adalet sağlanır. Aksi takdirde geçmişte, şimdide ve gelecekte, hikâyedeki tüm çocuklar hep alacaklı, hep istismarın karanlığında kalır.”
İhmal ve istismara maruz bırakılmış çocuk halimizin hissetmiş olduğu çaresizliği, yetişkin olduğumuzda başka bir kırılgan çocuk karşısında acımasız bir tavır alarak telafi etmeye çalışabildiğimizi anlatıyor Gültekin. Munro’nun yazdıklarından bazılarının bunu doğruladığını düşünüyorum ben de hemen:
“Bazı mutsuzluklara katlanabilirdim – erkeklerle ilgili olanlara. Ama bazılarına –çocuklarla ilgili olanlara– katlanamazdım.”[10]
Alice Munro öykülerini okumak
Geçen ay, kim bilir kaç senedir kütüphanemin raflarında ilgi bekleyen Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik’e gitti elim. Bu, okuyacağım ilk Alice Munro kitabı olacaktı. Kabuğuma çekildiğim bir döneme denk geldiğindendi belki; kızı Andrea Robin Skinner’ın çocukken cinsel istismar gördüğüne ilişkin açıklamalarını da duymamıştım. Kitaptaki ilk iki öyküyü bunların etkisinde kalmaksızın, bir çırpıda okudum. Ertesi gün ofise geldiğimde o öykülerin evrenindeydim hâlâ ve gerçek hayata dönmeye niyetim yoktu. Yazar hakkında yazılanlarla oyalanmaya karar verdim böylece ben de. Derken Skinner’ın açıklamalarıyla karşılaştım. Büyü bozulmuştu artık, mideme bir bulantı yerleşmişti çoktan. Ve şaşırmıştım: Bir okur, yazarın kurduğu öykü evreninde, tıpkı karakterlerinden biri gibi çırpınıyor olabileceği ihtimalini niçin bir an bile düşünmez de, onun (karakterlerinin aksine) yapılması gerekeni yapacak güçte ve duygusal olgunlukta olduğunu, onların debelendiği bataklığa yukarılardan baktığını varsayar? Bütün tablo değişiyordu ama şimdi. Munro öykü kişilerinin gerçeklik algısını bozan iç ve dış dinamikleri, o yollardan geçip de daha aydınlık bir yere varabildiği için gören ve gösteren bir yazar olmaktan çıkıyor, istismarcı ve manipülatif bir eşi koruyan, kendisini onun avuçlarından kurtaramayan, yapılması gerekeni bildiği halde yapamadığından kendisine katlanmakta zorlanan birine dönüşüyordu:
Alice Munro, bir Alice Munro karakteri miydi yani?
Kaçınılmaz olarak aklıma o bilindik tartışma geldi hemen: Sanatçının kişiliği sanatının değerini düşürür mü? Yaşadığım hayal kırıklığı o kadar canlı, midemdeki bulantı o kadar gerçekken durumu “entelektüel” bir tartışma olarak ele alamıyordum ama maalesef. Kitap rafta bekliyordu işte ve hissettiğim tiksinti ona uzanmamı engelliyordu. “Alice Munro’nun gerçek hayattaki seçimleri, öykülerinden aldığın zevki azaltmamalı!” diyerek yok sayıp bastıracak mıydım bunu? Elbette öyle yapmadım fakat birkaç gün sonra öykülere teslim oldum yine de. Önce üşengeçlikten, (uyumadan evvel bir şeyler okumak istiyordum ve sıcak yatağımdan çıkıp yeni bir kitap seçemeyecek kadar yorgundum) sonra meraktan (yazarın çözümlenmemiş iç meseleleri sayfalardaydı ve ben bunları daha iyi anlamak istiyordum). Bu merak beni çok geçmeden öteki kitaplarına da götürdü. Skinner’ın konuyu 1992’de annesine açmasından iki yıl kadar sonra yayımlanan Açık Sırlar’a[11] bilhassa. Kocası Ladner’in pedofili olduğunu bildiği halde kabul edemeyen Bea’yı konu alan “Barbarlar” adlı öykünün de yer aldığı bu derlemeyi, “insanların aslında her şeyi bilmek istemediğini”, “kadınların erkekleri koruyacak şekilde yeni koşullara nasıl uyum sağladığını” gösteren bir kitap olarak tanımlamıştı Alice Munro.[12] Mağdurun arkasında duracak, aynı failin başkalarını da mağdur etmesini engelleyecek gücü varken, suça ortak olanları. Bir yazarın kulakları kendi öykülerinin söylediklerine sağır kalabilir mi? Okurlarının apaçık gördüklerine?
“Bazen sayfa üzerinde gerçek hayatta olduğumuzdan daha akıllıyızdır. Bazen bir hikâye, tıpkı bir rüya gibi, bilinçli bir biçimde kabul etmeye hazır olmadığımız şeyleri anlatır bize.”[13]
Hiçbir yere gitmediğim halde, bana uzun ve yorucu bir yolculuğa çıkıp dönmüşüm gibi hissettiren Alice Munro serüvenim bir yere bağlandı böylece: Belki de yazarın kişiliğindeki kusurları ortaya koyduğu eserden ayırarak bir yana atıp hiç değilse okuduğumuz süre boyunca yok saymak ile bir eşin işlediği suçları, kabul ettiğimiz takdirde yüzleşmek zorunda kalacaklarımızdan kaçmak için başka bir çerçeveye oturtmak arasındaki çizgi sandığımız kadar kalın değildir. Belki de hepsi kendi rahatımızdan, hayattan ve edebiyattan alacağımız keyiften vazgeçemediğimiz, bencilliğimizi bir türlü kenara koyamadığımız içindir. Rebecca Makai, Los Angeles Times’daki yazısında öyle güzel özetlemiş ki, ekleyecek bir şey bulamıyorum:
Bildiklerimizi unutabileceğimizi düşünüyor olabiliriz, hepsini meşrulaştırabileceğimizi, eskiden olduğu gibi devam etmemize izin verecek o dengeyi kurabileceğimizi. Hem de kendimizden hiç ödün vermeden. Fakat ben bunu yapamam; bana tam tersini öğreten bazı güzel hikâyeler okumuştum bir zamanlar çünkü.[14]
NOTLAR:
[1] Alice Munro, 2019’da verdiği bir röportajda bu masalın çocukluğundaki önemine değinmişti.
[2] Yazıdaki bütün çeviriler, aksi belirtilmedikçe bana aittir.
[3] Wikipedia’ya göre Alice Munro’nun en küçük kızının adı Andrea Sarah. Fakat başka hiçbir kaynakta ismin bu şekilde geçtiğini görmedim. Tek bir yer hariç: Alice Munro’nun 2001’de yayınladığı Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik adlı öykü derlemesi, “Sarah Skinner’a minnetle” diye başlıyor. Bunu bir çeşit pişmanlık ya da bir tür özür olarak mı okumalı?
[4] Andrea Robin Skinner, Alice Munro ve Gerald Fremlin’le ailevi ilişkilerini 2002 yılına kadar sürdürmüş, yani olaylar bir sessizlik perdesinin arkasına gizlenmiş ve hayat hiçbir şey olmamış gibi akmaya devam etmiş. Skinner 2002’de anne olana kadar ama. Dediğine göre, Fremlin’in çocuklarına yaklaşmasını istemediğinden, Skinner ilişkilerine o noktada son vermiş. Derken yıl 2005 oluyor, Skinner annesinin Fremlin’le evliliğinden övgüyle bahsettiği bir söyleşiyi okuyor. Bunun üzerine meseleyi polise taşımaya karar veriyor. O zamanlar 80 yaşında olan Fremlin suçlu bulunuyor fakat cezası erteleniyor. Alice Munro ikinci eşi olan Fremlin’i yine terk etmiyor. Birlikteliği sonlandıran şey Fremlin’in 2013 yılındaki ölümü oluyor. Munro ise 2024 yılında hayatını kaybetmişti. Bkz. Sian Cain, "Alice Munro knew my stepfather sexually abused me as a child, says Nobel laureate’s daughter", Guardian.
[5] Aida Edemariam, "Alice Munro: Riches of a double life", Guardian
[6] Alice Munro, "Dear Life", The New Yorker
[7] Alice Munro, "Dear Life", The New Yorker
[8] Alice Munro, "Dear Life", The New Yorker
[9] Alice Munro, “Kolon-Kiriş”, Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik, çev. Roza Hakmen, Can Yayınları, İstanbul, 2018, s. 236.
[10] Alice Munro, “Isırganotları”, Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik, çev. Roza Hakmen, Can Yayınları, İstanbul, 2018, s. 196.
[11] Alice Munro, Açık Sırlar, çev. Püren Özgören, Can Yayınları, İstanbul, 2017.
[12] "A National Treasure: An Interview With Alice Munro", Meanjin
[13] Rebecca Maccai, "Commentary: Alice Munro was no better than the miserable women she wrote about", Los Angeles Times
[14] Rebecca Maccai, "Commentary: Alice Munro was no better than the miserable women she wrote about", Los Angeles Times
Önceki Yazı
Sally Rooney ve İntermezzo:
Sanki tüm dünya bir olmuş…
“Eh, haliyle kitapçılar memnun, çevirmenler memnun, okurlar zaten memnun. Filistin’e destek de veriyor; ihtiyacımız olan yazar Sally değil mi? Çok kötü de yazmıyor; diğerlerinden, çağdaşı birçoğundan iyi. Buna itiraz neden?”
Sonraki Yazı
Beni adınla ve adımla çağır
“Obiçim Yayınlar’ın yeni kitabı Hepimiz Kuiriz Hepimiz Işık, LGBTİ+ (ve dostu) 16 yazarın metinlerini barındıran bir öykü seçkisi ve serinin ilk cildi. Çoğu ilk defa bu kitapta yayımlanan metinler bazen şenlikli, bazen sert ama daha önemlisi, numara yapmadan, kostüm giymeden, oldukları gibiler.”