Şair, öykücü ve romancılara açık çağrı:
Yürüyelim arkadaşlar!
“Yürüyüş zaman içerisinde neredeyse ideolojik bir zemin ve anlam kazandı. Vaktiyle sadece yoksullara ve köylülere yakıştırılan böylesine sıradan bir rutine burun kıvıranlar bile, bahse konu 'çağdaş tutku'ya kenarından köşesinden sahip çıkabilmek amacıyla çırpınıyor bileklerinde ışıldayan akıllı saatlerin kadranlarına baka baka.”
Yahya Kemal Beyatlı
Yıllar kadar yolları da aşındırmadan yürüdüğümüz
Şavkar Altınel ve Roni Margulies için
1.
“Yürümek üzerine,” diyor David Le Breton, “üçüncü bir kitap yazacağım hiç aklıma gelmezdi.”[1] Doğrusu bu ya, buraya, “şimdilik” ifadesini de ekleyerek ihtiyat payı bırakmakta fayda var. Muhtelif manivelaların da yardım ve desteğiyle tırmanan popülerleşme süreci bu hızla devam ederse eğer, yürüyüş eksenli birkaç kitap daha yazmak zorunda kalabilir David Le Breton. Fransız antropoloğun da isabetle vurguladığı gibi, yürüyüş zaman içerisinde neredeyse ideolojik bir zemin ve anlam kazandı çünkü. Vaktiyle sadece yoksullara ve köylülere yakıştırılan böylesine sıradan bir rutine burun kıvıranlar bile, bahse konu “çağdaş tutku”ya kenarından köşesinden sahip çıkabilmek amacıyla çırpınıyor bileklerinde ışıldayan “akıllı” saatlerin kadranlarına baka baka. Öyle ki, o şık şıkırdım burjuvalıklarına nispet yaparcasına, adımların sayısıyla övünüyorlar gün boyu ve hatta yarışıyorlar kendi aralarında. Gazetelerin muhtelif köşelerine serpiştirilen dedikodular gerçeği yansıtıyorsa şayet, on yedi bin adımı geçene pahalı Fransız şarabı eşliğinde yemek ısmarlıyorlar Boğaz’ın mutena lokantalarında!
David Le Breton’un çizdiği çerçeve, yaşanan bu gelişmelere ve önümüzdeki yıllarda yaşanma ihtimali bulunanlara son derece uygun zaten: “... dünyayı beden aracılığıyla yeniden keşfetme, fazlasıyla rutin hale gelmiş bir yaşamdan kopma, saatleri keşiflerle doldurma isteği; gündelik endişeleri askıya alma; yenilenme, macera, yeni karşılaşmalar…” Atılan her adımla birlikte, 1001 Gece Masalları’nın kapısı aralanıyor sanacak uzaktan bakanlar! Belki de Stanley Kubrick’in Otomatik Portakal filminin postmodern versiyonlarından savrulan tipler geziniyor uzunca bir süredir yanımızda yöremizde de farkına bile varabilmiş değiliz!
Breton, edebiyat, edebiyatçı, yaratıcılık, düşünce derinliğiyle yürüyüş arasındaki bağlantıya doğrudan değinmiyor gerçi ama söz konusu “eylemi,” “çağdaş dünyanın eğilimlerine karşı başvurulacak bir merci, hatta direniş...” olarak tanımlamayı da ihmal etmiyor. “Direniş” kavramını uzaktan gören “tükeniş” vadisinin dibace neferleri hemen yekinecektir yerinden büyük ihtimalle. Zira bahse konu “direniş”in tarihsel derinliğini ve kavrama kapasitesini en azından nitelikli edebiyatçıların hizasına denk düşürdüğümüz zaman, geniş bir yürüyenler yelpazesiyle karşılaşmak mümkün. Aynı kategoriye girmese de, Breton’un Jean-Jacques Rousseau’dan aktardığı şu satırlar hayli ufuk açıcı bu yüzden:
“Keyfimce yürümeyi ve canım istediği zaman durmayı severim. Bana gerekli olan hayat, gezginci hayattır. İyi bir havada, güzel bir ülkede, acele etmeksizin yaya yürümek ve yürüyüşümün sonunda hoş bir şeye kavuşmak; işte bütün yaşama biçimlerinden bana en uygun olanı budur.”[2]
Metinde, “yaya yürümek” gibi kafa karıştırıcı bir ifade nefes alıp veriyor, ancak bunu tercüman arkadaşımızın yorgunluk ya da yoğunluk dolayısıyla yaşadığı zafiyete verelim şimdilik. Arkasından da, New York sokaklarında sere serpe gezindiği İstanbul’dan bile seçilen nitelikli bir edebiyatçıya çevirelim yönümüzü ve yüzümüzü. Paul Auster muhtemelen Brooklyn’den seslenerek, “Senin yaptığın işi yapmak için yürümek şarttır” çığlığını masanın tam orta yerine bırakıyor çünkü hiçbir tereddüt belirtisi göstermeden.[3] Neredeyse bütün hayatı yürüme parantezine alınabilecek bir insan sıfatıyla tanımlanabileceğime İstanbul kadar yeryüzünün muhtelif kaldırımları da tanıklıktan zerre imtina etmese bile, ilk okuduğumda hemen üzerime alınmıştım bu cümleyi ve çocukluğuyla birlikte yaşlılığı da kötü geçen nadide ekvator çiçekleri gibi derin bir suçluluk duygusuyla sarsılmıştım birdenbire. Yoksa yeterince yürümediğim için mi okunmuyordu gündüzler kadar gecelerimi de kezzaba çeviren kitaplarım? Yoksa yeterince yürümediğim için mi bir türlü yolum düşmüyordu büyük kentlerin ve orta boy sahil kasabalarının yoksatan raflarına?
2.
Siz bakmayın benim ironi şemsiyesinin gerisine gizlenip birtakım zerzevatın gözüne sokmadan burnunun ucuna yakın tutmaya çalıştığım espri teşebbüslerine. Zira Auster’ın yaşının da getirdiği bilgeliğin bütün samimiyetiyle seslendiği insanı tanıyoruz bir miktar. Hatta bir miktar yerine birkaç miktar da denebilir, lakin o kadar ileri gitmek yerine yazarımızın “sen” diye seslendiği belirsizliğe yönelik tahlillerine başvurmak daha şairane bir çaba biçiminde yorumlanabilir vaktin bu diliminde: “Hiç kuşkusuz sakat ve yaralı bir insansın, ta baştan beri içinde yara taşıyan birisin (yoksa ne diye bütün ömrünü sayfaların üzerine o yaranın kanını akıtırcasına sözcükler dökerek geçiresin?); alkol ve tütünden aldığın haz sakat bedenini ayakta tutup dünyayı dolaşmanı sağlayan koltuk değnekleri işlevi görüyor.”[4]
Anlaşılan o ki pek de yanılmamışım, zira Auster’ın, “Senin yaptığın işi yapmak için yürümek şarttır” diye seslendiği mahiyeti meçhul kişinin edebiyatçı olduğuna, olabileceğine dair ihtimaller bir hayli güçlendi birdenbire! İkna olmakta güçlük çeken Samanpazarı sakinlerini düşünerek biraz daha devam edebiliriz yolumuza üstelik:
“Sözcükleri aklına getiren, kafanda yazarken sözcüklerin ritmini işitmene yardımcı olan şey, yürüyüştür (...) Sözcükleri yazmak için çalışma masana oturuyorsun, ama kafanın içinde hâlâ yürüyorsun, sürekli yürüyorsun ve işittiğin şey kalbinin ritmi, kalbinin vuruşu.”[5]
Dediğim gibi, Breton doğrudan edebiyatçılardan yola çıkarak şekillendirmiş değil “Yürümeye Övgü” ekseninde gezinen üç kitabını. Durup dururken hakkını ihlal edip vebalini yüklenmeyelim Fransız antropoloğun. Neden derseniz, yazmak için Paris yakınlarındaki Bondy Ormanı’nda yürüyen ve birdenbire ayılarla karşılaştığı için yazısına ara vermek zorunda kalan Victor Hugo’dan da söz ediyor bir ara. Hatta fırsatını bulmuşken Marsilya’da bir lisede öğretmenlik yapan Simone de Beauvoir’nın yürüyüş tutkusunu da getiriyor gündeme:
“Yürürken o kadar büyük coşku duydum ki, akşam dönüş için o küçük yeşil arabaların birine bindiğimde aklımda sadece tek bir düşünce vardı: bunu yinelemek. İçime işleyen bu tutku bana yirmi yıldan fazla bir süre egemen oldu, ancak ilerleyen yaşım onunla başa çıkabildi; o yıl bu tutku beni sıkıntıdan, pişmanlıklardan, melankolilerden korudu ve sürgünümü bir mutluluğa dönüştürdü.”[6]
Breton’un kitabının belki de en ilginç bölümü, “İyileşmek için yürümek” başlığını taşıyor. Burada yer alan “iyileşmek” ifadesini isteyen istediği gibi yorumlayabilir elbette; tedaviden rehabilitasyona, şifalanmaktan taburcu olmaya uzanan bir genişlikte bir özgürlük ve ucu açıklık vaat ediyor zira. Buna rağmen, Paul Auster’ın tespit ve tahlillerine hayli uzak bir mesafede durduğu da kaçmıyor dikkatlerden. Gene de, kestirmeden bir tür “yoğun bakım” önerisiyle yetindiğini söyleyebiliriz şimdilik:
“...Yürüyüş ânı zamanda telaş etmeden, talepkâr bir zamanlamayla veya zamansız bir zil sesiyle kesintiye uğrama korkusu olmadan düşüncenin, hafızanın içine yapılan bir yolculuktur. Dünyayla aramıza uygun bir mesafe koyar, âna bir şeffaflık getirir, faaliyet halindeki bir meditasyonun, bir tefekkürün içine dalar. İç dünyamıza sonunda tüm potansiyelini açığa çıkarma imkânı verir (...) Yürümek içimizdeki kaosa yeniden düzen vermektir, gerilimin kaynağını ortadan kaldırmaz ama kişinin ona olan bakışını değiştirir.”[7]
Kendisiyle baş başa bıraksalar muhtemelen Breton biraz daha kanat çırpacak serin sularda ama 79. sayfaya kadar küçük yorgunluklar dışında kazasız belasız gelebilen çeviri, bilinmez neden birdenbire seviye kaybediyor ve zincirleme trafik kazaları, zincirleme isim tamlamaları gibi kovalıyor birbirini:
“... aniden gözlerini kaldırdığında önünde, çukurun diğer tarafında, gözlerini dikmiş ona bakan bir ayı görür” diyebiliyor mesela çevirmen. Bunlar da aynı sayfada göze çarpan diğer çarpıcı çeviri örnekleri: “Başka bir ayı koşar adım gelir ve yavaş yavaş birlikte oynamaya başlarlar”, “... bir üçüncüsü gelip ardından diğerleri de gelmeye başladığında…”
3.
Ne yalan söylemeli, içinde asla huzur bulamadığım bir neslin ve cemiyetin en iyi, belki de tek yürüyen şairiyim ben![8] Hayır, mübalağa, böbürlenme, kibir, ego, adım yarıştırma, fikir karıştırma... artık aklınıza ne geliyorsa, öyle bir tarafı yok bu belirlemenin. (Ne Boğaz kıyılarında yürürken rastladım isimleri adımlarından büyük arkadaşlara, ne de duydum herhangi bir semti köşe bucak, sokak sokak kolaçan ettiklerini! Her türlü itiraz ve tekzibe de açığım ayrıca.) Çoklarına tuhaf gelecektir mutlaka, hiçbir zaman otomobilim olmadı benim, hiçbir zaman, “Bir otomobil almanın zamanı geldi artık” türünden bir hevesim de olmadı. Boğaz’ın iki kıyısındaki bütün kaldırımları, bütün tepeleri, bütün mezarlıkları, bütün parkları adımlarken mesela, Heybeli’de yahut Burgaz’da koruların içinde ömür tüketirken, Sinan’ın ihtişamıyla farklı bir perspektiften yüz yüze gelebilmek gayesiyle Süleymaniye’nin arka sokaklarında sürüklenirken, Fenerbahçe’den Bostancı’ya uzanan sahil yolunun bütün kıvrımlarını ezberlerken terapilerden ve tedavilerden geçtiğim duygusuna kapıldım hemen her seferinde. Yazdığım kitapların kimi pasajları, kimi şiirler, kimi öyküler de bu bitmez tükenmez yürüyüşlerin armağanıdır zaten bana.
Dağlara, rüzgârlara, dalgalara, ağaçlara ve kuşlara olan tutkumdan mıdır nedir, hayatım kitap taşıyarak ve yürüyerek geçti bir başka ifadeyle. Sadece İstanbul’da da değil, yolumun düştüğü bütün yeryüzü parçalarında, zaruri haller dışında, yürüdüm sadece. Bilhassa beş yıl boyunca adımlarıma tahammül eden Londra, Manhattan ve Brooklyn özelinde New York ve Paris tanıklıklarını esirgemezler muhtemelen. Onlar esirgerse eğer, Roma’da, Viyana’da, Prag’da, Floransa’da, Venedik’te adımlarıma eşlik etmekten yüksünmeyen o ta içerden yaralı müstesna bir çift göz girecektir devreye mutlaka…
Edebiyat ve yürüyüş arasında sarsılmaz bir bağlantı bulunduğunu da kaldırımlarda sandalet eskitirken fark ettim esasen. Bütün kitaplarını neredeyse koşarak yazan Murakami neyse ne de, Virginia Woolf’un yürümeyi bir edebi çalışma yöntemi haline getirdiğini okuyunca sözgelişi, pek de yanlış bir kavşakta bulunmadığımı düşünmeden edemedim:
“... Londra sürekli beni kendine çekiyor, uyarıyor, sokaklarda ayaklarımı sürümek dışında hiç sıkıntı vermeden bana oyun, öykü, şiir sunuyor.”[9]
Gerçi Woolf, fırtınalar, yağmurlar ve seller söz konusuysa birkaç adım geri çekiliyor fakat bende o da yok. Tersine, hava fırtınalı ise, lodos adalar üzerinden iri bulutlar taşıyorsa kentin muhtelif semtlerine, daha bir heyecanla koşarım Suadiye’nin yağmurda ıslanmış ama asla uslanmamış sokaklarının peşi sıra.
Durup dururken sandalet bahsi açıldığına göre, Stalin döneminde Sibirya’da sürgün cezasını çarptırılan ve yollarda ölen Rus şair Osip Emilyeviç Mandelstam’dan Paul Auster’ın aktardığı cümleyi de araya sıkıştırmanın zamanı gelmiş demektir.
“Komedya’yı yazarken Dante’nin kaç çift sandalet eskittiğini merak ediyorum.”[10]
Sahi, Dante İlahi Komedya’yı yazarken kaç çift sandalet eskitmiştir acaba? Kim bilir, belki de Dante’den hareketle edebiyatçıları, “bir hayli sandalet / pabuç eskitenler” ve “pahalı pabuçlarını eskitmeye asla kıyamayarak eksiltenler” ekseninde yeniden kategorilere ayırmak gerekiyor. “Postmodernizmin yazar ve şairlere yaptığı fenalıklar” başlıklı birkaç denemeyi çoktan hak eden bu konu bir hayli narin ve bir o kadar da çetrefilli çünkü.
4.
Meseleye yürümenin edebiyata yansımaları perspektifinden baktığımızda, aklımıza ilkin Yahya Kemal ve talebesi, dostu, hayranı ve nihayet düşmanı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın gelmesi doğal. Zira ikili, fakülte yıllarından başlayarak İstanbul’un kenar mahallelerinde, yangın yerlerinde, camilerinde, tekkelerinde, mezarlıklarında uzun yürüyüşlere çıkıyorlar mütemadiyen. Kimi zaman tenha Boğaz köylerine de düşürüyorlar yollarını tabii ki. Bir başka iyi yürüyüşçü olan Orhan Pamuk, İstanbul, Hatıralar ve Şehir’de Yahya Kemal ile Tanpınar’ın gezilerini bir tür oryantalist pencerenin gerisinden değerlendirmenin mümkün olduğunu hatırlatıyor sık sık. Pek de haksız değil aslında. Çünkü her iki şair de mevcut İstanbul’un arkasında bir başka İstanbul, –imparatorluk mirası bütün hayatiyetiyle semtten semte sekerken üstelik– Yahya Kemal’in ifadesiyle, ‘Türk İstanbul’ arama çabasıyla geçirmektedir günlerini. “İstanbul’u milletin en büyük eseri olarak göstermenin iki amacı vardı: Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, mütareke yıllarında eğer İstanbul bir Batı sömürgesi olacaksa, bu şehrin yalnız Ayasofya ve kiliselerle hatırlanan bir yer olmadığını, İstanbul’un ‘Türk’ kimliğinin de göz önünde tutulması gerektiğini sömürgecilere anlatmak. Kurtuluş Savaşı’ndan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra ise Yahya Kemal İstanbul’un Türklüğünün altını ‘yeni bir millet olmaya’ çalışıldığı için çiziyordu. Her iki yazarın da İstanbul’un kozmopolit, çok dilli, çok dinli yanını görmezlikten gelen, İstanbul’un ‘Türkleştirilmesine’ ideolojik destek veren ‘Türk İstanbul’ adlı uzun makaleleri vardır.”[11]
“Al eline bir değnek, tırman dağlara şöyle, şehir farksız olsun tek, mukavvadan bir köyle” diyen, bununla yetinmeyip “Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında / Yürüyorum arkama bakmadan yürüyorum” mısralarını Kaldırımlar’ın göğsüne nakşeden Necip Fazıl’ın yürüdüğüne pek tanık olmasam da, Adalet Ağaoğlu’nun gayet iyi yürüdüğünü bilirim. O tuhaf kaza da Büyükdere kıyılarında yürürken gelip bulmuştu kendisini zaten. Attilâ İlhan’ı da yaz kış hiç sektirmeden Maçka ile Taksim arasındaki geniş kaldırımları adımlarken görmek mümkündü. Öylesine dakikti ki, sözgelişi her gün 10.15’te, boynunda Paris esintileri taşıyan fuları, başında Montmartre’dan alındığı izlenimi uyandıran sola yatık şapkası ve koltuğunun altında okunacak kitapların, yazılacak yazıların ön hazırlıklarının bulunduğu deri çantası ile Harbiye Radyo Evi’nin önünden geçerken görebilirdiniz Sisler Bulvarı şairini. İşin asıl vurucu tarafı, bütün şiirlerini, kimi zaman Emirgân’a ya da Kanlıca’ya da taşıdığı bu yürüyüşler esnasında “dillendirdiğini” söylerdi Attilâ İlhan.
Benim bildiğim bir başka yürüyüş tutkunu şair, isminde bile mısralar kanatlanan Şavkar Altınel’in ta kendisidir. Kıymetini bilenleri elinden tutup Kvangvamun Kavşağı’na ya da Güneydeki Ülke’ye götürdüğü için söylemiyorum sadece bunu, bütün o seyahat kitapları, yer yer biyografik unsurlar da barındıran bütün o güzelim denemeler ve nihayet şiirler hep bitip tükenmeyen bir yolculuğun izlerini taşır esasen.[12] Gece Geçilen Şehirler, Tepedeki Yabancı, Mavi Defter yahut Hotel Glasgow kadar Tetikçiyi Beklerken ve kısa bir süre önce yayımlanan Wisconsin, 1963, yazarın sadece dış dünyaya değil, kendi içine yaptığı yolculuklardan da mürekkep bir büyük haritadır kanaatimce.
Tabiat ve iklim şartları dolayısıyla Londra sokakları hariç Şavkar Altınel’le pek fazla yürüyemesem de, ‘çiçek ve böceklere’ hiçbir zaman düşkün olmadığını bilhassa vurgulamaktan asla geri kalmayan müşterek dostumuz Roni Margulies ile bir hayli sandalet eskittiğimiz geçmiştir polis kayıtlarına mutlaka! Bu yürüyüşlerin neredeyse tamamının Londra yıllarına değil de ikimizin de İstanbul’da yaşadığı o parçalı bulutlu “ayva sarı nar kırmızı sonbahar” senelerine denk düşmesi Borgesvari bir ironi belki de. İki emekli ihtiyar şair sıfatından yüksünmeden Kadıköy veya Beşiktaş sokaklarını adımlarken de, Burgaz’da Kalpazankaya’ya tırmanırken de, Yıldız Parkı’nı veyahut Boğaz kıyılarını şenlendirirken de dudaklarımızda ve gözbebeklerimizde trajik bir tebessümün gezinmesi, ironi dışında başka neyle açıklanabilir ki?
Bilebildiğim kadarıyla Enis Batur da iyi yürüyen edebiyatçılar arasında anılmayı hak eden bir isim. Sadece Pasaport Damgaları’nın tanıklığı da yeterli tabii ki lakin ben bilhassa Amerika Büyük Bir Şaka Sevgili Frank, Ama Ona Ne Kadar Gülebiliriz kitabında yer alan birbirinden çarpıcı New York izlenimlerini tercih ederim. Sevgili Fatma Tülin Öztürk’le birlikte Central Park’ı adımlarlarken sözgelişi, Beşinci Cadde’den aşağı doğru yürürlerken ya da Metropolitan’a tırmanırlarken az eşlik etmedim kendilerine satır aralarında.
Adalar arasında meftunu olduğum Heybeli’ye ilişkin Ada Defterleri bir kenarda dursun şimdilik, Yolcu da onun sol yanında beklesin sırasını. İki Deniz Arası Siyah Topraklar ve elbette Paris, Ecekent bambaşka bir mucizedir benim nazarımda. Fransızca bilmeyişime ve bütün çabalarıma rağmen kapısından dönmek zorunda kalışıma hayıflanmamın iki nedeni varsa şayet, ikincisi Paris, Ecekent’i Enis Batur gibi gezemeyişin yarattığı hayal kırıklığıdır hiç şüphesiz.[13] İlki ise, Suut Kemal Yetkin’in belki aslından bile daha derin bir anlam yüklediği, Baudelaire’in o muhteşem, “Sanki bin yaşındayım, o kadar hatıram var” mısraını Fransızcasından okuyamamak…[14]
Kimi zaman yürüyüşlerin de bir büyük boşluğun yansımasına dönüşmesinin gerisinde, “Sanki bin yaşındayım, o kadar hatıram var” travmasının yol açtığı beyhudelikler mi yatıyor acaba?
NOTLAR:
[1] David Le Breton, Hayatı Yürümek, Sakin Bir Mutluluk Sanatı, çev. Gizem Şakar, Sel Yayıncılık, İstanbul 2023, s. 10.
[2] Hayatı Yürümek, s. 26
[3] Paul Auster, Kış Günlüğü, çev. Seçkin Selvi, Can Yayınları, İstanbul, 2012.
[4] Kış Günlüğü, s. 20
[5] Kış Günlüğü, s. 190-191
[6] Hayatı Yürümek, s. 82
[7] Hayatı Yürümek, s. 134-135.
[8] Söz konusu yürüyüşleri merak edenler şu kitaplara bakabilir: Küçük Karşılaşmaları Katlanılır Kılma Sözlüğü (Dedalus, 2016), Geç Kalan Adam: Ahmet Hamdi Tanpınar (Holden, 2021), Yaygın Yanlışlar Ansiklopedisi (Holden, 2023).
[9] Virginia Woolf, Bir Yazarın Günlüğü, çev. Oya Dalgıç, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2014, s. 89.
[10] Kış Günlüğü, s. 191.
[11] Orhan Pamuk, İstanbul, Hatıralar ve Şehir, YKY, İstanbul, s. 236. (Tabii ki haklı Orhan Pamuk ancak aynı kitapta şunları diyen de Pamuk'tan başkası değil: “Oysa onlar şehirde yaşarken iki büyük kültürden, gazetecilerin kabaca ‘Doğu’ ve ‘Batı’ diyecekleri iki temel kaynaktan etkilenmeye devam edebilmek istiyorlardı yalnızca. Şehre hâkim cemaat duygusunu, içtenlikle hissettikleri hüzün yüzünden paylaşıyorlar, ama duygunun, manzaraya ve yazıya vereceği güzelliği, şehre yabancı bir Batılı gibi bakarak araştırıyorlardı. Devletin, toplumsal kurumların, çeşit çeşit cemaat dayatmalarının tersine hareket etmek, ‘Doğulu’ olmak istendiğinde ‘Batılı’, ‘Batılı’ olmak dayatıldığında ‘Doğulu’ gibi davranmak bu İstanbullu yazarların gerekli yalnızlık için başvurduğu içgüdüsel bir korunma yoludur.” (s. 114)
[12] Şavkar Altınel’in sözü edilen kitapları: Kvangvamun Kavşağı (YKY, 2004), Güneydeki Ülke: Avustralya’ya Bir Yolculuk (Oğlak Yayınları, 1996), Gece Geçilen Şehirler (Korsan Yayıncılık, 1992), Tepedeki Yabancı (YKY, 2009), Mavi Defter (YKY, 2012), Hotel Glasgow (YKY, 2014), Tetikçiyi Beklerken (YKY, 2017), Wisconsin, 1963 (YKY, 2023).
[13] Enis Batur’un metinde adı geçen kitapları: Pasaport Damgaları (Kırmızı, 2007), Amerika Büyük Bir Şaka Sevgili Frank, Ama Ona Ne Kadar Gülebiliriz (YKY, 1999), Ada Defterleri (Kırmızı, 2008), Yolcu (Kırmızı, 2011), İki Deniz Arası Siyah Topraklar (YKY, 1997), Paris, Ecekent (YKY, 2003)
[14] Kötülük Çiçekleri, Charles Baudelaire, Çeviren: Suut Kemal Yetkin, Varlık, İstanbul 1967.
Önceki Yazı
Jenny Erpenbeck’in yeni romanı Kairos. üzerine:
Sınırlar aşılırken
“Elli üç yaşındaki Hans ile on dokuz yaşındaki Katharina’nın 1986’da Doğu Berlin’de başlayan ilişkileri, yasak aşkları anlatılıyor romanda... Erpenbeck bütün romanlarının odağında ele alıp tartıştığı bellek bahsini toplumsal, kültürel görünümlerinin yanında Kairos.’ta alttan alta bedenin bir özelliği olarak da ele alıyor.”
Sonraki Yazı
İTALİK ÖNERİLER – 7:
Matbaa mürekkebi, kitap kokusu...
Kitaplar Dünyaya Nasıl Gelir? / Görsel Baskı Öncesi Hazırlık ve Üretim Sözlüğü / Görsel Grafik Tasarım Sözlüğü / Elin Üstünde Gezsin: İlhan Berk'ten Memet Fuat'a Mektuplar / Okumadığınız İçin Teşekkürler / Biyografi ve Anı Yazarlığı / Bir Eser Nasıl Reddedilir? / Matbaacılık Oyuncağı / Tarihin Akışını Değiştiren Ortaçağ İcadı