• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ENGLISH
  • GASTRONOMİ
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • KİTAPLAR
  • KRİTİK
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Roman yazmanın ve okumanın hayatlarımızdaki karşılığı

“Hayatta Kalma Becerisi Olarak Roman’da Tim Parks, ardını ötesini düşünmeden, sorgulamadan edebiyata ilişkin kabullendiğimiz kimi kanaatleri yerinden oynatmaya çalışıyor.”

Tim Parks. Fotoğraf: Alex Macnaughton, 2011.

BEHÇET ÇELİK

@e-posta

KRİTİK

16 Ekim 2025

PAYLAŞ

Tim Parks, Hayatta Kalma Becerisi Olarak Roman’da[1] edebiyat dünyasında genel olarak kabul gördüğünü ileri sürdüğü özellikle iki anlayışa karşı çıkıyor, daha yumuşak bir şekilde ifade etmek gerekirse, eleştirmenleri (ve romanlar hakkında görüşlerini yazıya dökenleri) bu anlayışların dışında tutumlar da alarak edebi metinlere bakmaya davet ediyor. Bu iki tutum kısaca şöyle özetlenebilir: İlki, yazarın kişiliğinin eserden arındırılması gerektiği görüşü; öbürü de, eleştirmenin bir edebi yapıt üzerine görüşlerini ifade ederken bu metnin kişisel olarak kendisini nasıl etkilediğine, bu yapıtla nasıl bir ilişki içerisinde olduğuna dair bir şeyler söylemekten kaçınması.

Parks’ın kitapta ele aldığı meselelerden biri de neden bazı kitaplara kolayca kendimizi kaptırıp bazılarına neden ısınamadığımız, ilerleyemediğimiz. Bu soruya yanıt ararken yukarıda andığım iki “tabu”yu ihlal eden bir muhakeme yürüterek şunu araştırdığı söylenebilir: Yazarın biyografisi bir romana devam etmemizde ya da ondan vazgeçmemizde ne kadar etkilidir; bu sorunun içinde saklı duran soruysa, bizim biyografimizle yazarınkinin yakın ya da uzak olmaları önemli bir etmen olabilir mi bir romanın içine girip giremememizde? Burada “biyografi” derken kastettiğim doğum yeri, yılı vs değil elbette; çok kabaca söylersem, değer yargılarımız – oluşması ve benimsememiz büyük ölçüde yetiştiğimiz ailedeki hâkim eğilimlere ve kişisel deneyimlerimize (biyografimize) bağlı olan değer yargılarımız. Tim Parks, bazı kitaplara ısınamayışımızın nedeninin yazarla âdeta ayrı dünyalardan olmamıza bağlıyor. Kişilik farklılaşmaları nedeniyle bir dünyada normal ve olağan kabul edilen bir şeylerin öbür dünyada büyüyüp yetişene “esrarengiz” gelebileceğini, bunun da öncelikle yanlış anlaşılmalara neden olduğunu ve bu konudaki tersliklerin, anlamama ya da yanlış anlamaların peş peşe gelmesinin de ilişkinin ömrünü kısalttığını ileri sürüyor, yani kitabı elimizden bıraktığımızı. Bu kitabı yazmaktaki amacının, “yazarla romanları aracılığıyla temas kurduğumuzda neler olduğunu biraz daha keşfetmemizi sağlayacak basit bir teorik çerçeve oluşturmak” olduğunu belirten Parks, bu çerçevenin büyük ölçüde sistematik psikolojiye dayandığını vurguladıktan sonra, bu konulardaki görüşlerinin temelinde İngiliz antropolog Gregory Bateson’ın ve İtalyan psikolog Valeria Ugazio’nun çalışmalarının bulunduğunu belirtiyor.

Tim Parks
Hayatta Kalma Becerisi Olarak Roman
çev. Kerem Eksen
Livera Yayınevi
Ağustos 2025
252 s.

Tim Parks, Bateson’ın insanların “birlikte yaşadığı kişilerden hem farklı hem de onlarla ilişkili bir kimlik oluşturma süreci” olan kişilik farklılaşmalarının “belirli bir kültürde baskın olan davranışsal kutuplar etrafında gerçekleştiğini ileri süren ilk kişi” [vurgu eklenmiştir] olduğunu aktarıyor. Bateson, Yeni Zelanda’da yaptığı araştırmalarda “kimliğin belki de bir kültür içindeki diğer standart davranışlara karşı bir tepkiyle oluştuğunu” ve “bu [standart] davranışların olası tepkileri zorunlu olarak yönlendirdiğini ve sınırlandırdığını düşünmeye” başlamış. Keza Bateson’a göre “şizmogenez” adını verdiği, kimliklerin bu şekilde farklılaşma süreci, bireyin “sosyal dinamik tarafından tetiklenen belirli davranış kalıbının dışındaki herhangi bir deneyimi[ne]” müsaade etmeyeceği için zarar verici olabilmektedir.

Bateson’ın Yeni Zelanda’daki Iatmul halkı üzerindeki gözlemlerinin sonucunda elde ettiği bilgilerle gözler önüne serdiği bu mekanizmayla ilgili olarak Tim Parks’ın üzerinde durduğu esas nokta ise birey için zarar verici olabilen bu süreci “düzelten” bir dizi ritüelin varlığı. Bu ritüellerdeki “teatral törenlerde erkeklerin kadın kılığına, kadınların da erkek kılığına” girerek karşı kutuptakilerin geleneksel davranışlarını benimsiyor olmaları.

Bateson’ın Yeni Zelanda’dan sonra Bali’de yaptığı çalışmalar sonucunda vardığı bir hipoteze daha dikkat çekiyor Parks. Bateson’ın bu hipotezine göre sanatın da, “insanların gündelik yaşamlarında işgal ettikleri konumlardan farklı konumları keşfetmelerine olanak tanıyan bir alan” olarak, yukarıda sözü edilen “düzeltici” ritüeller gibi, toplumda işleyen şizmogenetik süreçlere karşı benzer bir işlev görüyor olduğunu düşünmek mümkündür.

Gregory Bateson
(1904-1980)

Bateson’ın çalışmalarında ortaya koyduğu bu basit modelin aileler ve daha büyük gruplar içerisindeki kişilik farklılaşmalarını araştıran davranışsal psikologlar tarafından geliştirildiğini belirten Tim Parks, bu ekolden olan Valeria Ugazio’nun da, şizmogenetik kutupların anlamsal (semantik) içerikleri olduğu fikrini ileri sürdüğünü belirtiyor.

Ugazio’ya göre, “her ailede başkalarını ve kendimizi değerlendirmek için bir dizi kriter her zaman mevcut[tur]”; söz gelimi çocuk kimi zaman “cesaret veya korku hakkında”, kimi zaman da “bencillik veya fedakârlık hakkında konuşmalar” duyuyor ve bunlardan etkileniyor olabilir, ancak yine de, “belirli bir kutupluluk baskın olma eğiliminde olacak[tır] ve [bu kutupluluk] başkalarını yargılamak, grubun atmosferini ve ahlakını belirlemek için en önemli kriter olarak kabul edilecektir.”

Kısacası, herhangi bir ailede en erken yaşlardan itibaren her üye, grupta en önemli değerle ilgili olarak nasıl bir duruş sergilediğine göre bir farkındalığa itilecektir. (s. 42)

“Aile veya grup içinde baskın olan kriterlere göre değerlendirilebilecek davranış biçimleri sergileme eğilimin[e]” dikkat çeken Ugazio’ya göre, insanlar, “birlikte büyüdükleri kişiler için olumsuz ya da olumlu olarak ‘anlamlı gelen’ davranışlar” sergilemektedirler.

Eğer her şeyden önce aidiyete önem veren bir aileye bakıyorsak, ailedeki bireyler, gruba dahil edilmelerinin doğası, diğerlerinin dahil edilme hakları, şu veya bu üyeyi dışlama ihtiyacı vb. konularla ilgileneceklerdir. (s. 42)

Valeria Ugazio

Bateson ve Ugazio’nu bu özetlemeye çalıştığım fikirlerinden yola çıkan Tim Parks, Hayatta Kalma Becerisi Olarak Roman’da romanların yazılma sürecinde böylesi “anlamsal (semantik) kutupluluğun” ya da “değer yargılarının” nasıl bir etkisi olduğunu tartışıyor. Hiç kuşkusuz, semantik kutuplarla ya da değer yargılarıyla insanların ilişkileri büsbütün statik değildir ve çok zaman farklı değer yargıları kişinin iç dünyasında birlikte karşılık bulmakta ve bu da gerilimlere yol açmaktadır.

Belli bir dereceye kadar çoğu insan birbiriyle yarışan değerler arasında en azından bir miktar gerilim hissedecektir ve birçoğunun, olası çatışma ya da çöküşün olduğu yerde istikrar bulmalarını sağlayacak yaşama stratejilerini ve aslında kendi hikâyelerini arayıp bulmaları gerekecektir. (s. 46)

Tim Parks, Ugazio’nun bu çatışan her iki kutbun da kişiye cazip gelmesi halinde hayata geçirdiği birçok stratejiden örnekler verdiğini belirttikten sonra, bunlar arasında en ilgi çekici olanın “entelektüel faaliyetin ve özellikle yaratıcı faaliyetin [de] belirli durumlarda çatışan değerleri uzlaştırmak için yararlı bir yol olarak” düşünülmesi ve hayata geçirilmesi olduğuna dikkat çekiyor.

İyi olmak zorunda olduğunu hisseden kişi, zevkten feragat etmenin bir ıssızlık hissi yaratmasına rağmen, belirli bir tür hikâye yazarak bir dizi transgresif [temel ahlâk ve duyarlılıkları çiğnemeyi amaçlayan] deneyimi dolaylı olarak yaşayabilir ve yine de genel girişimin (yazma) ‘iyi’ olduğunu hissedebilir. Bağımsızlık arzusundaki korkak kişi, belki hayatta olmasa da sayfa üzerinde kendini cesur ve bağımsız hissedebilir. (s. 46)

Bununla birlikte, Bateson, Ugazio ve kimlik meselesini gruplar ve davranış kalıpları içinde kendini konumlandırma meselesi olarak ele alan psikologların öne sürdükleri bir başka tezi de şöyle ifade ediyor Parks:

Ne kadar yaratıcı olurlarsa olsunlar, çoğu hikâye anlatıcısının eserlerinde belirli bir sabitlik, süreklilik ve bu şekilde ifade edersek verimli bir sınırlama bekleyebiliriz; hikâyeleri belirli bir türde olma ve ortam veya tür ne olursa olsun aynı değerler etrafında dönme eğilimine sahiptir. (s. 47) [Vurgu metinde var.]

Aynı yazarın birkaç romanını okuduğumuzda, karakterlerin eserlerin tamamında bir tür geniş aile oluşturdukları hissine kapılmaz mıyız? Elbette bu “bir yazarın zaman zaman yeni karakterler geliştirmeyeceği” anlamına gelmez, ancak bu yeni karakterlerin meşguliyet, tavır ve düşünceleri öbür karakterlerle “belirgin bir ilişki içinde” olacaktır Tim Parks’a göre. Bir yazarın farklı romanlarındaki “duygusal tonun” –kiminde daha yoğun ya da kiminde daha karmaşık olsa bile– birbirine yakın hatta aynı olmasından ötürü, bir romanda karşılaştığımız karakterin başka bir romanın sayfalarında ortaya çıkması da bizi şaşırtmaz.

(Soldan sağa) James Joyce, Charles Dickens, Thomas Hardy, D.H. Lawrence

Yazarların yapıtlarında aynı türden, birbirini andıran hikâyelerin karşımıza çıkması gibi, benzer olayların hayatlarında da tekrarlandığını ve kişisel hayatlarında da aynı türden yargıları olduğunu; yapıtlarındaki duygusal tonun aynısının ya da benzerinin başkalarıyla girdikleri ilişkilerde de  görülebildiğini ileri süren Parks, bu konudaki görüşlerini özellikle James Joyce, Thomas Hardy, D. H. Lawrence ve Charles Dickens’ın yapıtlarıyla biyografileri arasında saptadığı koşutluklar, bağlantılar üzerinden tartışıyor, duygusal ton benzerliklerine ya da semantik içerikler bahsinde hangi kutupta yer aldıklarına dikkat çekiyor. Tahmin edileceği üzere, kimi eleştiri ekollerinde yazarın hayatına eleştiri metinlerinde değinmenin “biyografik safsata” ya da “biyografik yanılgı” olarak kabul etmesine şiddetle karşı çıkıyor Tim Parks. Edebiyat eleştirisi alanında “biyografik safsata”ya dair yapılan tanımlarda yazarın hayatına değinmenin çok düz, basit koşutluklar kurmaya indirgendiğini savunarak başka türden bağlantılar aramayı öneriyor.

Romanı, yazarın hayatındaki olayları yeniden üreten veya kamufle eden unsurlara ‘indirgemek’ yerine, anlatının kendisi, sunduğu hikâyeler ve bunların ortaya konduğu üslup, yazarın davranışının genel dinamiği, dünyayla ilgilenme biçimi içinde anlaşılır. İstersek, yazarın romanda karşılaştığı ikilem türlerinin izdüşümleri üzerine düşünebiliriz, ancak aynı zamanda eserin kendisini, ortaya koyduğu kışkırtıcı unsurları, çıkardığı sonuçları, yazarın etrafındakilerle hatta kendi imgesiyle değiştirme ya da sabitleme girişimleri olarak da görebiliriz. (s. 48)

Ugazio’nun tezinin merkezinde yer alan, “belirli değerler etrafındaki kutuplaşma sürecinde istikrarlı bir konum” belirlemekte zorluk çekilebildiği önermesinden yola çıkarak kendisinin de yazar ile kitabı, kitap ile dünya arasındaki ilişkiler hakkında ileri sürdüğü argümanları saptadığını belirten Tim Parks, benzer biçimde Ugazio’nun “esrarengiz epizotlar” tabirini de edebiyat alanına taşıyor:

Ugazio’nun modelinden çıkardığı fikirlerden biri, insanlar arasındaki yanlış anlaşılmaların, basit anlamsal yanlış anlaşılmaların değil, yeni bir arkadaşın veya partnerin açıklanamaz bir şekilde davrandığını hissetmekten kaynaklanan daha derin bir kafa karışıklığının, kişiliklerin oldukça farklı aile bağlamlarında oluştuğu durumlarda ortaya çıkabileceğidir. (s. 48)

Tim Parks, Ugazio’nun Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nden verdiği örneği anarak meseleye açıklık getiriyor. Romanda Sabine ile Frank arasında bir hayli yanlış anlamalar yaşanmıştır. İkisinin kimi mesele ya da sözlere verdikleri tepkiler çok farklı olabilmektedir, bu durum karşısındakinin davranışlarını değerlendirmek için farklı kriterleri olmasından ve yetiştikleri aile ortamlarının ya da deneyimlerinin benzeşmemesinden kaynaklanmaktadır.

Kundera’nın da “yanlış anlaşılan kelimeler” diye andığı bu gibi farklılıklar için Ugazio’nun yeğlediği (Tim Parks’ın da ondan ödünç alarak kullandığı) tabirse “esrarengiz epizotlar.” İşte, Parks’a göre, bir kitaba dalmamızı ya da okurken zorlanmamızı etkileyen etmenlerden biri de “esrarengiz epizotlar”.

Bir romana devam etme konusundaki isteksizliğin, muhtemelen davranışlarını sinir bozucu ve açıklanamaz bulduğumuz birini tanımayı sürdürmemeyi seçmemizden farklı olmadığını ileri sürüyorum. Onlarla nasıl uyum sağlayacağımızı bilmiyoruz. Bizim için hiçbir anlam ifade etmezler. (s. 51)

D.H. Lawrence’ın Âşık Kadınlar romanı hakkında 1921’de yayımlanmış bir eleştiri yazısını örnek veren Parks’a göre, eleştirmen yazarınkinden çok farklı bir değerler dünyasından hareket ettiği için Lawrence’ın kahramanlarının neleri farklılaştırdıklarını göremiyor,.

Verdiği bir başka örnek de Thomas Hardy’nin Yabana Dönüş romanı hakkında kaleme alınmış bir eleştiri yazısı. Buradaki eleştirmenin de “hayatı iyi ve kötü terimleriyle düşünmeye alışkın” olmasından ötürü “aklında bambaşka değerleri olan bir yazar ve karakterle başa çıkmakta” zorlandığına dikkat çekiyor. Hardy’nin, “iyi ve kötü ya da soylu karakterlerle ilgilenme[diğini], tamamen cesaret ve korku, özgürlük ve kısıtlama meseleleri etrafında şekillenen duygusal dünyaya odaklan[dığını]” belirttikten sonra şöyle devam ediyor:

O halde, bir romanla karşılaşmamızın başka bir insanla tanışmakla benzerlikler taşıdığını öne sürerek, beğenme ve beğenmeme meselesinin, tamamen estetik ve ahlaki meselelere odaklanan edebiyat eleştirisi geleneğinin genellikle düşündüğünden daha karmaşık olduğunu iddia ediyorum. Ayrıca, akademik laboratuvarlarda uygulanan metinler hakkındaki herhangi bir teoriden ziyade, doğrudan okuma deneyimimize başvuruyorum. Bir kitap okunduğunda aktif olarak var olur, dolayısıyla okuyucuların tepkileri bize kitap hakkında çok şey söyleyecektir. (s 54)

Kendi deneyimlerinden yola çıkarak, “içinde yaşadığımız dünyayla kesişen” bir romanın yazım, üslup, yapı vs. açısından niteliği çok düşük de olsa, anlattığı hikâyenin bizi büyüleyebileceğini savunan Parks, tersinin de mümkün olduğunu, bir kitabın yazım niteliğinden son derece etkilenip, hikâyenin gelişimi konusunda kayıtsız kalabileceğimizi ve hatta kitabı yarıda bırakmamızın da mümkün olduğunu belirtiyor. Yani anlatılan hikâyeler bazen bize pekâlâ “esrarengiz epizotlar” olarak görülebilmektedir. Beri yandan, esrarengiz epizotlar fikrinin her zaman olumsuz bir deneyim olarak ortaya konmaması gerektiğine de vurgu yapan Tim Parks, bazı anlaşılmazlıkların heyecan verici olabildiğini de hatırlatıyor. “Esrarengiz bir epizot, bir büyüme ânı, kendi duygusal dünyamızın sınırlarının ve muhtemel kısıtlamalarının farkına varmamızı sağlayan bir an olabilir.”

Tim Parks, özetle, kurmaca yapıtlar yazmanın ve okumanın “yaşama ve var olma, bir kimlik oluşturma ve sürdürme, başkalarıyla ve dünyayla ilişki içinde bir konum edinme işinin bir parçası” olduğu kanısında.

Romancı için metin, yaşamı ve koşullarıyla bütünleşmiştir; yazdıkları, zihinsel yaşamından, özel yaşamından, profesyonel yaşamından çıkar ve onlara geri döner. Bu, çok şeyin tehlikede olduğu yoğun ve karmaşık bir şeydir. Okur bu güç alanına girdiğinde, kendi dünya görüşünü tatmin edici veya belki de boğucu bir şekilde pekiştiren, onu mutlu eden ya da kızdıran şeyler bulabilir ya da alternatif olarak heyecan verici ya da rahatsız edici ya da yaşam tarzına ciddi şekilde meydan okuyan şekillerde yönünü şaşırabilir. Bu bağlamda, okuma deneyimi edinmek ve zihnimizin kurmaca anlatılarla nasıl bir ilişki kurduğu üzerine düşünmek için biraz zaman harcamak, okuyucuya bazı durumlarda gelişmesi için araçlar sağlarken, bazı durumlarda da kendini koruması için bir araç sağlayabilir. Hazırlıksız olunduğunda, kişi kendini huzursuz ve tehdit altında bulabilir. (s. 58-59)

Philip Roth

Reddettiği şeyin “yazının hayattan koparılarak akademi dünyasında yazar ve okurdan ayrı bir şey olarak, bilim insanının laboratuvar tezgâhının tarafsız bölgesine çivilenmiş bir tür numune gibi incelenebileceği fikri” olduğunu belirten Tim Parks, edebiyat dünyasının antropolojik bir incelemesini yapmanın ve hangi romanların ne tür insanları cezbettiği yahut hangi davranış kalıplarını sürekli kıldığına dair çalışmanın zamanının çoktan gelip geçtiğini savunuyor. Ona göre, “eleştirmen olmayan sıradan okur farklı bir yol” izliyordur. Bu noktada farazi bir Philip Roth okurunu düşünmemizi istiyor.  Bu okur yirmi-otuz yıl boyunca beş-altı Philip Roth romanını okumuşsa, “bu eserler arasındaki ton ve içerik sürekliliğinin farkındadır.” Onunla aynı fikirleri benimsemese, hatta onu kimi zaman saldırgan da bulsa, Roth gibi adamların nasıl düşündükleri ilgisini çekiyordur. Keza, önceki romanlarında sorduğu sorularla yeni kitabında nereye vardığını, bir çözüm noktasına ulaşıp ulaşmadığını merak ediyordur. Roth’un yeni bir romanını gördüğünde de onun erotizm, ihanet ve toplum üzerine düşüncelerini yaşlılıkta nasıl sürdürdüğü gibi sorular da ilgisini çekecektir. “Yazarın kahramanlarının, yaratıcılarına uygun olarak yaşlanma eğiliminde olduklarını gözlemler. Ve elbette [okur] da yaşlanmaktadır.”

Okurumuz Roth’u okuduğunda onun nasıl bir dünyanın beklediğini bilir ancak Roth Eros’un talepleri ile cinsel deneyimi çevreleyen sosyal gerçeklikler arasında istikrarlı bir konum bulamıyor gibi göründüğü için romanların asla tam olarak aynı olmadığını da bilir. (s. 61)

Metin ve biyografinin artık ayrılmaz biçimde iç içe geçtiği böyle bir deneyim ile hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bir yazarın nitelikli bir romanıyla tek seferlik karşılaşmamızı kıyaslamadığına, birinin daha iyi ya da üstün olduğunu söylemediğine dikkat çeken Parks, bizim özellikle “ciddi roman piyasasını yönlendiren okuma deneyiminin” süreçleri üzerine düşünmemizi istediğini belirtiyor.

Yazarlarla sürekli ilişkiler kurar ve kendimizi onlara ve anlattıkları hikâyelere göre konumlandırırız, tıpkı tanıştığımız ve tanıdığımız insanlara göre kendimizi konumlandırdığımız gibi. Yazmak ve okumak, kendimiz olmak gibi son derece karmaşık bir işin parçasıdır. (s. 62)

* * *

Tim Parks, bu teorik çerçevenin ardından, James Joyce’un, Thomas Hardy’nin, D. H. Lawrence’ın, Charles Dickens’ın ve kendisinin hayat hikâyesiyle yazdıkları romanlar arasındaki bağları; bu yazarların hayatlarında hangi anlamsal kutuplara önem verdiklerini ve iç dünyalarındaki çatışmaların yapıtlarına nasıl yansıdığını, romanlarını ayrıntılı biçimde tartışarak araştırıyor, tartışıyor. Joyce’u mesela hayatlarında kazanan/kaybeden ikiliğine (kutupluluğuna) özel bir önem verenler arasında anıyor ve bu bahsin “yazdığı ve yaptığı her şeyin merkezinde olduğunu” –farklı romanlarından örnekler vererek– ileri sürüyor.

En ilgi çekicisi Parks’ın kendisini de kitabının bölümlerinden biri olarak ortaya koyması, buna cesaret etmesi. Bunu yapmayı çok istemediğini, yayıncısının talebiyle bu işe kalkıştığını da itiraf ediyor. Kendisini de iyilik-kötülük ikiliğini dert edinenler arasında sayıyor ve romanlarından bazılarını yazmaya kalkışmasının ardındaki saikler ile hayatının merkezinde olduğunu belirttiği bu semantik kutup arasında kurduğu bağlantıları aktarıyor.

Tim Parks

Birer bölüm ayırarak hayat hikâyelerinin kritik noktalarıyla romanlarından bazılarını etraflıca tartıştığı sırada Tim Parks’ın, kitabın giriş bölümlerinde ortaya koyduğu teorik zeminin de daha açık seçik anlaşılmasını sağladığını eklemeliyim. Beri yandan, yazarın hayatında hâkim bir semantik kutup söz konusuysa bile bu öbür semantik kutuplardan büsbütün yalıtık, uzak oldukları anlamına gelmiyordur. Kaldı ki, Parks’ın anlattıklarından anlıyoruz ki, yazarların hayatlarının merkezinde olduğu ileri sürülen ikiliklerle baş etme yolları da her seferinde aynı değildir; çareyi nerede, hangi uçta aradıkları, nerede buldukları, nasıl bir yapı içerisinde ifade ettikleri romandan romana (hatta aynı romandaki karakterden karaktere) farklılık gösterebilmektedir. Zaten Parks’ın derdi de ögeleri birbiriyle birebir örtüşen formüller, denklemler ortaya koymak değil; romancıların hayatlardaki bir laytmotifin izini sürerek bunun romanlarında nasıl bir duygusal tona karşılık geldiği üzerine düşünmek.

Parks’ın romanların hangi dertlere nasıl bir çare olarak yazıldığına (yahut yazılmasının bilinçli ya da yarı-bilinçli olarak murat edildiğine) ilişkin ileri sürdüğü tezler, edebiyata farklı açılardan bakma önerisi aynı zamanda. En azından yazarın biyografisiyle yapıt arasındaki bağı aramanın büsbütün yanıltıcı bir uğraş, bir safsata olmadığına, bu ikisi arasındaki dolayımlarda dolaşmanın zihin açıcı olabildiğine dair bir hatırlatma. (Aktardığı birçok anekdot da cabası!)

Hayatta Kalma Becerisi Olarak Roman’da Parks’ın romancıların hayatlarıyla romanları arasındaki ilişkiyi, bağı araştırmasını takip etmek, ister istemez, böylesi bir yaklaşımla eleştirmenlerin önlerine çalışmak üzere aldıkları yapıtları belirlemelerinde, yahut bu yapıtlarla ilgili olarak yürüttükleri muhakemeler üzerinde biyografilerinin, hangi semantik kutupların hâkim olduğu ortamlarda, aile ya da gruplarda yetiştiklerinin etkisi olup olmadığı ya da ne derece ve nasıl etkisi olabileceği sorusunu hatıra getiriyor. Eleştirmenlerin hayat hikâyelerini, biyografilerini romancılar kadar bilmediğimiz için (onların hayat hikâyelerinin kimsenin pek ilgisini çekmediği malum) yeterli veri bulmak mümkün değil. Yine de Parks’ın bakış açısından, yazdıklarıyla verdiği örneklerden esinlenerek eleştirmene ve kaleme aldığı eleştiri metnine de böyle bir bakışla yaklaşmanın mümkün olup olmadığı üzerine düşünebiliriz.

(Soldan sağa) Jenny Erpenbeck, Per Petterson, Peter Stamm, J. M. Coetzee.

Parks, Hayatta Kalma Becerisi Olarak Roman’da sadece her birine birer bölüm ayırdığı dört yazar üzerine düşüncelerini aktarmıyor. Onlar kadar derinlemesine olmasa da günümüz edebiyatından (Tim Parks’ın kendi çağdaşlarından) bazı romancıları ve romanlarını da anıyor. Bunların Türkçeye de çevrilen, günümüzün sevilen, önemsenen yazarlar olması Parks’ın kitabını daha da ilgi çekici kılıyor. Kimler mi? Kısacık değinse de Jenny Erpenbeck mesela (onun romanlarını kendisine yakın bulmadığını itiraf ediyor), ya da kimi romanlarına birkaç cümle ya da sayfayla değindikleri: J. M. Coetzee, Per Petterson, Peter Stamm. Andığım son iki ismi karşılaştırdığı sayfalarda Petterson için, “Kitaplarında ahlaki bir gerilim yok, beni gerçekten içinde hareket ettiğim dünyanın özüne götüren hiçbir şey yok,” diyor. Parksvari bir bakışla, bu eleştiri cümlesinden yola çıkarak Parks’ın “içinde hareket ettiği dünyası” hakkında bir şeyler söylenip söylenemeyeceği üzerine düşünmek mümkün müdür? Kendi adıma konuşursam, Petterson’ın romanlarını okuduğumda “benim içinde hareket ettiğim dünyanın özüne” dair bir şeyleri gördüğümü zannediyorum.

Petterson’ın birkaç romanında karşılaştığımız Arvid Jansen’in gençlik yıllarında okumayı bırakıp militan sendikacılık yapmak üzere bir fabrikada çalışmaya başlayacak kertede adanmış bir sosyalist olduğunu biliyoruz, ne ki onu tanıdığımızda (romanın anlatı zamanında) dünya hayli değişmiş, o da bir zamanlar kendisini adadığı partiden ve devrim düşüncesinden uzak düşmüştür, ancak bunun yerine bir başka adanmışlık da koyamamıştır. Arvid için, içinde hareket ettiği dünyanın özü yitmiş gibidir, en azından bana her okuduğumda öyle geliyor.[2] (K24’te yayımlanan şu yazımda ve bir başka yazımda bundan söz etmiştim.) Peki, o zaman Tim Parks belki de bu yüzden, böyle bir öz kalmadığı için dünyanın özüne dair bir şeyler bulamıyor olamaz mı? Yahut şunu soramaz mıyız? Yoksa Arvid Jansen’in gerilimi Parks için “esrarengiz epizot” kategorisinde bir şey midir?

Tim Parks,
Verona, 1987.
Fotoğraf:
Jerry Bauer

Petterson’dan söz etmişken, Hayatta Kalma Becerisi Olarak Roman’da Tim Parks’ın haklarında bir şeyler söylediği romanların büyük bölümünün Türkçe baskılarının hemen hiç anılmadığına dikkat çekmek isterim. Parks’ın atıfta bulunduğu Petterson’un romanı mesela, Ardından adıyla Türkçeye çevrildi – oysa kitapta İngilizcesinden (In the Wake) tercüme edilerek bir yerde Uyanış, bir yerde de Uyanma diye anılıyor. Parks’ın kelime oyunu yapıp In The Wake’le Finnegans Wake’i aynı cümle içinde beraber kullanmasından ötürü, çeviride “Uyanma” başlığı yeğlenmiş olabilir – yine de bir dipnotla verilebilirdi. Üstelik bu tek örnek değil. Parks’ın kitapta uzun uzadıya sözünü ettiği, özgün adı Cara Massimina olan kendi romanı Türkçeye Sevgili Mimi olarak çevrilmişti, kitapta sürekli Cara Massimina olarak anılıyor. Bu roman bir üçlemenin ilk kitabıdır, Parks üçlemedeki öbür iki kitaptan Mimi’nin Hayaleti’nden ve Ölümü Resmetmek’ten de söz ediyor. Bu kitapların adları kitapta Türkçe anılmakla beraber, çevirilerinin künyesi hakkında bilgi verilmemiş. Keza Per Petterson’un Atları Çalmaya Gidiyoruz romanı, Peter Stamm’ın Yedi Yıl ve Böylesi Bir Günde romanları da Türkçe çevirileri anılmadan İngilizce çevirilerinin künyeleriyle geçiyor kitapta. Benzer bir durum Thomas Hardy’nin Çılgın Kalabalıktan Uzakta romanı için de geçerli; oysa Hardy’nin Tess romanının Türkçe baskısının künyesi kitapta mevcut. Dickens’ın da Müşterek Dostumuz romanının Türkçe çevirisi anılıyor, ancak Büyük Umutlar ile David Copperfield’in Türkçe çevirileri anılmıyor. Beckett’in Üçleme’sinin Türkçe baskısının künyesi var kitapta, ama Üçleme’deki romanlardan Molloy’un bu adla yapılan baskısının künyesi yahut Molloy’un son baskılarda Üçleme’nin içinde yer aldığının bilgisi verilmiyor. Coetzee’nin otobiyografik üçlemesi, Boyhood, Youth ve Summertime olarak anılıyor, oysa bu üçleme Türkçede tek cilt halinde Taşra Hayatından Manzaralar başlığıyla yayımlandı.

Hayatta Kalma Becerisi Olarak Roman’da elliden fazla kitap anılıyor ve bunların büyük bölümünü Türkçede okumak mümkün. Edebiyata ve edebiyat eleştirisine sıra dışı bir yerden bakan bu kitabı okuyanların bahsi geçen ya da çözümlemesi yapılan kitaplardan bazılarını okumak isteyecekleri düşünülerek Türkçeye çevrilmiş olanların künyelerinin verilmesi metni çok daha işlevsel kılardı. Umarım kitap ikinci baskı yapar ve bu eksikliğin giderilmesi mümkün olur.

* * *

Tim Parks kitabın “Sonuç” bölümünde, “Yazarın yeteneği ile kitabın farklı değer sistemlerine, farklı dünya görüşlerine sahip insanlar üzerindeki etkisini ayrıştırarak ele alan tek bir eleştirmen[in] aklına gelm[ediğini]” belirtiyor. Kişisel zevklerin bu yüzden karanlıkta kaldığını vurgularken, bu konunun pekâlâ bilimsel olarak da araştırılabileceğini ama yeğlenmediğini bir kez daha vurguluyor. Parks’ın dikkat çekmeye çalıştığı temel mesele de, edebiyata, roman yazma eylemine âdeta bir kutsiyet atfedilmişçesine, öteden beri üzerinde büyülü, koruyucu bir hale varmışçasına birtakım konuların tartışılmaması zaten.

Belki de kimse kendi tepkilerini çözümlemek, kalıplara oturtmak, kendi konumunu göreceleştirmek istemiyor. Belki de tartışmanın gerçekleşebilmesi için bireysel geçmişin önemsiz olduğunu varsaymak zorundayız, aksi takdirde neden böyle düşündüğümüz sorusuna sürekli geri döneriz. Daha büyük olasılıkla, her birimiz, sonunda kendi konumumuzun galip gelmesini, ‘doğru’ olduğunu kanıtlamasını hayal ederiz: En iyi yazar, en iyi eser olmasını isteriz ve bunun bizim için en önemli yazar ve kitap olmasını isteriz. Benzer şekilde, yazar da kitabının herkesi etkileyebileceğine inanmak ister; romanının, [okurların] kendi deneyimleriyle kesiştiği için beğenildiğini düşünmek istemez. (s. 248)

Hayatta Kalma Becerisi Olarak Roman’da Tim Parks, ardını ötesini düşünmeden, sorgulamadan edebiyata ilişkin kabullendiğimiz kimi kanaatleri yerinden oynatmaya çalışıyor. Roman okumanın bize ne yaptığı, bizim için neden önemli olduğu gibi konuların, önyargılardan, tabulardan arındırılarak tartışılmasını istiyor; buna da neden bazı romanları okumayı yeğlediğimizi, öbürlerine neden uzak durduğumuzu, ısınamadığımızı anlamaya çalışarak başlıyor. Tek bir nedene bağlamadan, endüstrinin etkisini, manipülasyonları göz ardı etmeden, ama bunların üzerinde nispeten az durarak, romanların bizde, iç dünyamızda, psikolojimizde neye, nelere karşılık geldiğine yanıt arıyor: Hayattaki çirkin gerçeklerle yaşamayı sürdürebilmemiz için sanal ve entelektüel bir hayata mı sığınıyoruz, romanlar bu işe mi yarıyor? Teselli mi ediliyoruz okurken? Kulağımıza kar suyu kaçırıyor, okurken ve yazarken bu sorularla benzerlerini akıldan çıkarmamakta fayda var.

 

NOTLAR

[1] Tim Parks, Hayatta Kalma Becerisi Olarak Roman, çev. Kerem Işık, Livera Yayınları, 2025, 252 s.

[2] Arvid’in anne ve babasıyla ilişkisinde ahlaki olduğu düşünülebilecek gerilimler yok değildir bence, ama bu başka bir yazının konusu.

Yazarın Tüm Yazıları
  • Eleştiri
  • Hayatta Kalma Becerisi Olarak Roman
  • tim parks

Sonraki Yazı

KRİTİK

Dünyalararasında’ya dair:

“Her zaman çoktan…”

“Geçgin’in kendisinin de, Soğuk Ateş’in radikal yazarlarının da haklı olarak burun kıvıracağı bir deyimle, bu son romanı da, önceki Uzun Yürüyüş’ü de çok 'başarılı' bulduğumu söylemem gerekir mi? Şu var ki, bu bir tasfiyenin başarısıdır; bir ev boşaltma işleminin ortalığı kırıp dökmeden, usturupluca yürütülmesinin.”

ORHAN KOÇAK
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist