Özünü dökmek
“...Arzuda Bir Sapma bu vahşi, ilkel, ilksel dili yer yer başlı başına 'sapma' denebilecek bir rasyonelleştirme çabasıyla 'insanların konuştuğu' dile çevirmeyi deniyor.”
Mehmet Erte
“O yaz olabildiğince gerçek görünmenin bir yolunu bulmalıydım. Kendi kendimle yabancı bir dilde konuşuyor ve bunun anlaşılmasından korkuyordum. Avize kımıldamıyor, sandalye, masa, dolap… etrafımdaki hiçbir şey kımıldamıyordu (…) Her şeyin hareketsizliğe mahkûm olduğu odamda pikeyi başıma kadar geçerek saklanıyordum. Pike burnumu kaşındırınca bir süre direniyor ama nihayetinde yeniliyor, kımıldamaktan utanarak burnuma dokunuyordum.”
Dokunuş o dokunuş. Proust’un, annesinin gece öpücüğünü illetli bir hasretle bekleyen küçük anlatıcısı nasıl duygularının aciliyetinden meydana gelen çıplak bir hassasiyete bürünmüş olarak o öpücüğü bekler ve okuru kılı kırk yararak anlattığı arzunun sahiciliğine inandırarak ilk vuruşu yaparsa, Mehmet Erte’nin küçük anlatıcısı da Arzuda Bir Sapma’nın ilk bölümü/hikâyesi Tasma’da aynı şeyi “dokunma” ile yapıyor. Dokunma onun için bir hasretten çok bir dil. Vahşi, ilkel, ilksel bir dil.
Ayaklarının altında ezilmek istediği komşu “abla” da bilmekte bu dili: “… genç kadın kendi dilimden vazgeçmeden büyüyebileceğim konusunda beni ikna etmişti. (…) Hareket eden bir varlık olmanın ürküntüsünü o güne dek tanıdığım insanlardan farklı bir yolla yendiğini, gerçeğe yüz vermeden kendi olmanın yolunu bulduğunu, bütün hareketlerinin anlaşılmazlığının onun içindeki özgün dilden kaynaklandığını ve bu dilin başkaları tarafından anlaşılmamasından korkmadan ruhuyla bedeni arasında bir uyum tutturduğunu, bu nedenden ötürü de bana kılavuzluk edebileceğini düşündüğümde beni bekleyen karanlık ufuk karşısındaki tedirginliğim azalıyor, kurtuluşumun mahvoluşumdan, o genç kadına teslimiyetten geçtiğine kanaat getiriyordum.”
Arzuda Bir Sapma bu vahşi, ilkel, ilksel dili “kanaatlerle”, giderek daha da çok kılı kırk yara yara ilerliyor; yer yer başlı başına “sapma” denebilecek bir rasyonelleştirme çabasıyla “insanların konuştuğu” dile çevirmeyi deniyor. Ara ara şeytanla falan karşı karşıya gelse, ruh ve beden dese de, karanlık ufuklardan bahsetse de asıl meselesi bu ilksel dil ve onun “varlığın” hangi katlarına ait olduğu, bunu kimin konuştuğu, hatta “uluduğu”. Başka bir yaratık olmaya ilişkin dayanılmaz arzuların ardından kitabın son hikâyesi/bölümü “Hayvan” da bir anlamda noktayı koyacak: “Düz söylemek gerek: O bir hayvandı.”
Türkçe edebiyatta “hareket eden varlığa” (burada kadına) böyle bakmaya niyetlenen bazı yazarlar vardır, seyrek de olsa. Ömer Seyfettin’in ani, yırtıcı dikkatleri, Refik Halit’in cins-i latif’i (derdi herhalde beyefendilik mantosu içinde) scanning kıvamında tarassutları, Halit Ziya’nın Bihter’i ayna karşısında soyunurken seyredişi hemen akla gelen bir iki örnek. Ama Arzuda Bir Sapma’nın yaptığı bir röntgen çekmek. Mamafih, “Uyanış” hikâyesi/bölümünde çüküyle karşı karşıya gelen küçük kahramanı anlatan yetişkin anlatıcının çük kelimesinin “küçültücü havası”na değinişini tebrike şayan bulan okur bir yandan da yavaş yavaş uzuvların sonuçta bahane olduğu, dikkatlerin, iplik iplik çözmelerin ağır basacağı bir âleme ayak basacağını fark ediyor. Girişimin artacak yoğunluğunu, “Sapma” hikâyesi/bölümündeki “zihinde sapma”nın ne derecelere ulaşacağını henüz kestiremese de…
Oraya gelmeden önce masum küçük bir uvertür gibi başlayan bir hikâye/bölümde duralım: “Yeniyetme.” Karşısındaki sevgilinin daha şiddetli bir cinsel senaryo beklediğini keşfeden erkek anlatıcı dertlenir: “Kabahatim neydi, sırf beni incitmek için mi böyle konuşmuştu…” Yavuklusuyla, onun yardımıyla birlikte hümanist, realist, romantik, idealist aşk ve kafiye duraklarından geçerek orgazmın imkanları üzerine bir “âşık atışması” gerçekleştiren ikili sonunda “gurultular, geğirmeler, osuruklar arasında şaşkınlığımızın gölgeleyemediği bir arzuyla” kucaklaşırlar. Arzudan bahsetmek için dere tepe epeyce yol alınması gereken bu dünyada “osuruk, bok ve çiş” biraz da birer hikâye ilerletme, ayakkabıya işeme, inatlaşma, okura “pipisini” gösterme mekanizmasıdır.
Kendini 27 numaralı genelevin kadınları karşısında bulan “Sapma”nın kahramanı ise “ansızın bir fotoğrafın içinde yarı çıplak kadınların güldüğü bir çocuk” gibidir. “Hızla büyüyüp karenin dışına taşarak fotoğrafı yırtar.” Diyelim ki arabeskle beat kuşağını bağdaştıran şu benzetmeyle, “Artık karmakarışık yollarda çaresiz bir otostopçu”dur. Üst kattaki koridor kan kırmızıdır. Ölümün dölyatağıdır. Ve doğumun. Ergenlik bitecek ya da yetişkinlik başlamaktadır, vb. vb.
Ama burada Fellini’vari milli olma sahneleri yerine daha çok seyredene dikkatle bakan Picasso’nun Avignon’lu Kadınlar’ı gelmelidir gözünüzün önüne. Ve de şu can alıcı tespit: “Yumurtaya doğru giden spermdim. Kendi kendimi dölleyecektim.” Tamamen böyle; erkeklik için cinselliğe adım atmanın tamamen böyle bir şey oluşunun ifade edilişindeki isabet hayranlık verici. Çünkü de Beauvoir’ın ünlü formülasyonu erkeklik denen maceraya da gayet iyi uyar: Erkek doğulmaz, erkek olunur.
“Soyunurken bana güç veren her şeyi birer birer yitirdim, varlığım azar azar odanın kırmızı havasında dağılıp yoğunluğunu kaybetti. Nihayet çırılçıplak kaldığımda bir hiçtim artık. Kadının ayaklarına kapanmak ve ona beni cezalandırması için yalvarmak arzusuyla yanıp tutuşuyordum. Cezalandırılmak? Evet, böylelikle belki bedenim cisimleşir ve ruhum kök salabileceği bir toprak bulurdu kendine.” Ardından bir parça arabesk artı tren romantizmi: “Biz aynı kompartımanda –kavuşabileceğimiz tek yerde– iki ayrı hayatı yaşıyorduk. Gözlerimizin buluştuğu anda hayatlarımız mola vermişti…” vb. Kompartıman metaforu işlemiyor değil, işliyor. Kırmızı, cehennemi koridor, sigara tablası, çöp kutusu, vb. her şey de güçlendiriyor onu.
“Sapma”da asıl problem –belki de değildir, zevk meselesi– trenin zınk diye durması. Yazma bir düş ise demeye getiriyor anlatıcı, “… defterime bu sözcükleri yazarken yaptığım düşlemekten başka bir şey değil. Ama hayatta ya da düşte bir göz kırpma süresi içinde doğup ölen hissi kavramak için bazen sayfalar dolusu sözcükle saatlerce düşünmek gerekir. Zaten hayatımız boyunca kesintisiz yaptığımız tek şey düşünmektir.” Ama yazarken seçim yapmak gerekebilir. Son zamanlardan örnek vermek gerekirse, Thomas Bernhard, Dag Solstad ve Wilhelm Genazino gibi yazarlar da yazdıklarında neredeyse düşünmekten başka bir şey yapmıyorlar, ama sırasıyla olay örgüsünü hiç umursamıyor/yavaşlatıyor/gezdiriyorlar. “Ama tabii ‘maalesef düşüncelerimiz asla olayların hızına yetişemez’” diyecek “Sapma”nın anlatıcısı ve hikâye/bölümün geri kalanında sadece “düşünecek”. Havada, altındaki kadının üzerinde tabir caizse hayali bir 45 derecelik açıyla kalakalacak; anlatmanın treni uzun süre ilerlemeyecek. Ta ki hikâye bir cehennem levhasından çok Müjde Ar’lı bir Ah Güzel İstanbul filmi tadında sona erinceye kadar.
Bundan sonraki metinler kitabın bir yükseliş-alçalış ve yeniden yükseliş hattı izlediğini düşündürürcesine bir kere daha dokunma denen dili konu edinerek yükseliyor. Mesela “Isırmaca”: “Kendini savunmaya çalışarak şakayla karışık ısırdı. Mahsus edilen sevgili kavgalarından biriydi. (…) Boynumdaki acıyla birlikte hareketlerim sertleşti, kendi sertliğimle coştum. (…) Afallamıştı. Kafasındaki kurgunun bozulduğunu görünce bu kez gerçek bir öfke ve savunma dürtüsüyle beni yine boynumda ısırdı. (…) Acıya teslim oldum.” “Yeniyetme” hikâyesinin bir varyasyonu gibi olan bu hikâye artık o öğrenilen dilin daha “hayvan” yerlerini keşfeden bir sese ait. Artık burada daha pür bir şey var dilin kavranışında, “Yeniyetme”de anılan “hümanizm”in o dili berbat edeceği kanaatinde: “Kavgamız gözyaşlarıyla son bulacak diye korktum. Gözyaşları her şeyi mahvederdi.” Bu dilin grameri içinde tamamen yerinde bir saptama, üstelik bu kısa metnin hızında düşünceler de basbayağı “olayların hızına yetişiyor”, çünkü o vahşi dilin şimşek gibi işlediği bir noktasındayız.
“Hain”de bir mitingdeyiz. Anlatıcı “neye inanıldığı değişse de törenlerin değişmediğini” fark ettiği noktada bölümün isminin tersine bir şeye ihanet etmiyor, ya da bu bir bahane – daha çok kendine dair bir gerçeği yeniden keşfediyor: “Sisteme karşı bizi bir araya getiren inançtan önce, bu inancın bizi içine soktuğu tertibe karşı içimde ayaklanan bir şey vardı. (…) disiplin altına giremiyordum. Ben bir çocuktum. Aslına bakarsanız oradaki herkes bir çocuktu.” Herkesin özellikle çocuklukta kendi başına ve kendisi için öğrenmesi gereken “o dil”in bir topluluğa giydirilmeye çalışılması karşısında bir itiraz.
Üç tane “sokaktaki öteki” ya da daha doğrusu “sokaktaki vahşi” parçası kitabı temalarını pekiştiren dalgalar halinde art arda geliyor ve “Dilenci”de anlatılan karşılaşmada en pür halini alıyor. Parayı alıp almayacağına bile karar veremeyecek kadar ürkmüş dilencinin “Tüm duyuları kilitlenmiş”tir. “(…) arzusunun giderilmemesine başka türlüsünü düşünemeyecek kadar çok mu alışmıştı?” Hikâyeyi anlatan artık bu sızım sızım eşiğe gelmiş dilenciye parayı vermemeye, onun “arzusunu” gidermemeye “hakkı olmadığını” düşünerek parayı vermek üzere onun arkasından gitmeye başlar, o olur: “Adımlarımı başta onunkilere uydurmakta zorlansam da kısa sürede onun gibi yürümeye çalıştım. Alışmak ne kelime! Her adımımı beni yere yıkacak bir tokadın gölgesinde atıyor, korkudan tir tir titriyordum. Bazen bana bozuk para vermeye niyetlenen birine rastlıyor ve geçmişimi düşünüyordum. (…) Bana uzatılan parayı aldığım takdirde geçmişte başka bir hayat sürdüğümü inkâr etmiş olacağımı, bir dilenciye dönüşeceğimi…” Arzuda gerçek bir sapma. Dönüşümü kurcalamak.
“Her şeyi itiraf etmek, kendimi savunmamda bana yardımı dokunacak bir sırrım kalmayana dek. Özümü dökmek. Dile dökmek. Dile düşürmek. Ve böylelikle kendimden vazgeçmek. Kendimi yok etmek değil fakat. Ona sunmak.” (“Adanmış”)
Sorulabilir: Bir adak yaratığı olmayı tümüyle göze alarak mı?
Önceki Yazı
Bir o vardır onda ondan içeri
“Film yapımcısı, çok yönlü sanatçı ve yazar Miranda July son kitabı All Fours ile yine gündem yarattı. Yaşlanmanın getirdiği değişimle katıksız bir dürüstlük içinde yüzleşip onu kucaklayan, kimi eleştirmenler için fazlasıyla acayip bu kitabın özellikle orta yaş kadınlara adeta bir başvuru kaynağı, her durumda bir klasik olacağı kesin.”