Bir o vardır onda ondan içeri
“Film yapımcısı, çok yönlü sanatçı ve yazar Miranda July son kitabı All Fours ile yine gündem yarattı. Yaşlanmanın getirdiği değişimle katıksız bir dürüstlük içinde yüzleşip onu kucaklayan, kimi eleştirmenler için fazlasıyla acayip bu kitabın özellikle orta yaş kadınlara adeta bir başvuru kaynağı, her durumda bir klasik olacağı kesin.”
Miranda July
Adalet Ağaoğlu, Ölmeye Yatmak romanı hakkında yazılmış bir yazının sorunlu bulduğu noktalarını on yıl önce karaladığı bir kâğıttan aktarır Göç Temizliği’nde. Yazı Fethi Naci’ye aittir, Ağustos 1973 tarihli Yeni Dergi’de basılmıştır. Ağaoğlu, Naci’nin kitabı yanlış bilgilere dayandırarak incelediğini, bu sebeple bu yazıya bir inceleme yazısı olarak bakamadığını, Naci için en önemli noktanın sanki romanın başkişisi Aysel’in menopoz döneminde olup olmadığını bulgulamak olduğunu belirtir.
Roman öncelikle Naci’nin öne sürdüğü gibi iki değil, üç çizgide gelişmektedir; devamında toplam altı ana “yanlış okunmuş” noktaya daha parmak basar Ağaoğlu. Ve romanın basıldığı yıl 44 yaşında olan yazar der ki; “Bir kadının menopoz dönemine girmesinden de roman çıkar çıkmasına, ama bu, ‘o’ değil”. (Adalet Ağaoğlu, Göç Temizliği, Everest Yayınları, İstanbul, 2014, s. 175).
51 yıl sonra başka bir kıtada, 50 yaşındaki bir yazar “o” romanı yazacaktır; The New York Times editörü Marie Solis’in 5 Mayıs 2024 tarihli değerlendirmesine göre “ilk büyük premenopoz romanını”. Ve fakat, tıpkı ölmeye yatmanın kulağa ilk çınlayan manasının ötesinde, “bir deri değiştirme süreci” anlamında kullanılmış olması gibi, tıpkı hayatın et-kemik bu bedenden, edinilen isimlerden, taşınan sıfatlardan, giyilen rollerden büyük olması gibi, All Fours da menopozdan büyük; belki de en çok değişim ve olasılıklar hakkında.
Kadının özellikle orta yaşa ait deneyimleri, arayışı, yaşamını sorgulayışı söz konusu olunca yabancı eleştirmenler günümüzden Rachel Cusk’ın Çerçeve üçlemesiyle klasiklerden Doris Lessing’in Son Aydınlık Yaz’ını anıyor sıklıkla. July da The Daily Show televizyon programında, romanı kimin için yazdığını soran kırklarındaki Desi Lydic’e “senin için”, diyor gülerek; “yaşlanmakta olan, gizli arzuları ve bu arzulara ait kaygıları olan, bedenine, evliliğine, aslında her şeyiyle kendine ne olduğunu sorgulayan her kadın için yazdım”.
1974 doğumlu Miranda July Berkeley, Kaliforniya’da büyümüş. Son romanı All Fours’un yanı sıra ikisi de Türkçeye Everest Yayınları tarafından kazandırılmış iki kurmacası daha var: Frank O’Connor Uluslararası Kısa Öykü Ödülü sahibi hikâye kitabı Hiç Kimse Buraya Senin Kadar Ait Değil ve ilk romanı Birinci Kötü Adam.
July, kırklarında ona yol gösterecek bir kitap (veya “el ilanı, broşür, herhangi bir şey”) ararken bu alandaki kaynakların kısıtlılığını fark etmiş. Asıl değişimin çok daha derinlerde gerçekleşebileceğini görmezden gelen, sadece semptom sıralayan kuru tıp literatüründen bahsetmiyor elbette; neyi, nasıl yaşadığını, yaşadığını farz ettiğini nasıl anlamlandırabileceğini, olağan dışı haller deneyimleyene yalnız olmadığını hissettirecek kitaplardan bahsediyor. Çoğu kadın için öncesiyle, sonrasıyla 10 yıla yakın sürebilen menopoz dönemine ait özellikle Batı ve Kuzey Avrupa’da son yıllarda artan farkındalıktan, hatta “menopoz izinleri” türünden yasal düzenlemelerden bahsedebiliriz, fakat çoğu yayın July’ın cesurca giriştiği meydanlara girmiyor: Yaş alan bedene uyumlanmaya çalışmak, arzulamak, arzulanmak minvalinde kendine ve başkalarına yeni bir gözle görünmek, hayatın neresinde durduğumuzu sorgulamak, gelişmemize hizmet etmeyen rollerden kurtulmak veya onlara başka şekiller vermek; kısacası varlığımızı gerekiyorsa yeniden tanımlamak, hikâyemizi yeniden yazmak… All Fours’un en büyük maharetlerinden biri, fiziksel değişimden “en ayıplanacak” arzulara yüzleşmeye yanaşmadığımız pek çok kabuğu kat kat, çarpıcı bir dürüstlükle soymasıyla, içinden ne çıkarsa şaşkınca da olsa sarmalamasında.
Gençlik dediğimiz o uzun heyecanda hormonlara itibarlarını layığıyla bahşederken, hayatı bir kez daha kökünden değiştirebilecek kadar kuvvetli bir başka dönemdeki etkinlerini görmezden gelmekteki sebep, bu gezegende sonsuza dek diri ve genç kalacağımızı düşünmeye devam etme çabası olabilir mi?
“Büyükannem biliyordu, kızı da. Bizden yaşlı herkes biliyordu. Gençlerden sakladığımız kahredici sırdı bu. Keyiflerini bozmak istemedik, kaldı ki utanç vericiydi; bu denli korkunç bir gerçeği hayal bile edemeyeceklerinden, hayatlarımızın tıpkı kendi hayatları gibi olduğunu düşünmelerine izin verdik; onlardan sadece daha büyüktük.” (s. 189)
Roman, Miranda July’ı bilenlere topyekûn bir şok olmayacaktır ama tanımayanları uyarmak gerekebilir: Lise sonda yazıp yönettiği tiyatro oyunu The Lifers’ı Berkeley’de bir punk kulübünde sergilemiş; ayrılık kararından aile meselelerine en özel mesajların, mesajı iletmek istediğiniz kişinin o an yakınlarında bulunan başka bir kullanıcı (büyük ihtimal alakasız bir yabancı) aracılığıyla canlı posta misali, yüz yüze iletilebildiği Somebody isimli, iTunes’dan indirilebilen bir aplikasyonu kullanıma sokmuş; Londra’nın lüks büyük mağazası Selfridges’in üçüncü katının bir bölümüne altı haftalığına, Müslüman, Yahudi, Hıristiyan ve Budist dört yardım kuruluşu ve sanat kurumu Artangel ile birlikte Interfaith Charity Shop açarak binlerce sterlinlik gözlüklerin, ceketlerin yanı başına ikinci el kıyafet, oyuncak, ıvır zıvır yerleştirmiş; kısa filmlerinin tuhaflığını aratmayacak üç uzun film –2005 Cannes Film Festivali Caméra d’Or ödüllü Ben ve Sen ve Diğerleri, 2011 Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı adayı olmuş Gelecek, dolandırıcılıkla geçinen işlevsiz bir çekirdek aileyi konu edinen Zibilyon (Kajillionaire)– çekmiş, bir kısmında oynamış birinden bahsediyoruz.
Victoria ve Albert Müzesi, Whitney Amerikan Sanat Müzesi, Brooklyn Müzik Akademisi, Tokyo Hara Çağdaş Sanatlar Müzesi ve Venedik Bienali işlerini, performanslarını yaptığı, sergilediği, kimi eserlerinin kalıcı koleksiyonlara dahil edildiği yerlerden bazıları. Unutmadan, yolu Milano’ya düşeceklere sanatçının Mia Locks küratörlüğündeki ilk kişisel sergisine uğramalarını tavsiye edelim; 14 Ekim 2024’e kadar, Fondazione Prada Osservatorio’da… Eski işlerinden birinin de adı olan New Society isimli sergide otuz yıla yayılan çalışmalarının yanı sıra July’ın Instagram üzerinden, yedi yabancının katılımıyla oluşturduğu çok kanallı video yerleştirmesi F.A.M.I.L.Y (Falling Apart Meanwhile I Love You) adlı yeni eseri de görülebilir.
Kitabın konusuna gelirsek: İsmini öğrenemeyeceğimiz 45 yaşındaki kahraman-anlatıcımız yarı ünlü bir sanatçıdır. Eline eski bir işinden beklenmedik şekilde 20 bin dolar geçince kendine New York, The Carlyle Hotel’de dostlarla ve sanatla dolu iki haftalık bir 45. yaş hediyesi vermeye karar verir fakat Los Angeles’tan oraya uçakla değil, araba yolculuğu yaparak gidecektir. Doğumunda gerçek bir mucizeyle hayata tutunan yedi yaşındaki oğluyla müzik yapımcısı kocasını evde bırakarak yola koyulur. Amma velakin işler bambaşka bir hal alır; kahramanımız The Carlyle yerine evine sadece yarım saatlik mesafede, sıradan bir motelde takılır kalır tam iki buçuk hafta boyunca. Genç bir adama tutulur ve belki de aşkın uhrevi doğasının katalizörlüğünde tuhaf mı tuhaf, derin bir dönüşüm geçirir; sorup sorgulamadığı konu, konsept kalmaz. Eve döndüğünde aynı kişiyi “oynayamayacak”, aynı kişi olamayacaktır:
“Kendime, tek yapman gereken kalkıp Sam’in okul yemeğini hazırlamak, dedim. Ondan sonra ölebilir veya delirebilirdim. Kalktım. Yüzüme su çarptım ve büyük, aile boyu buzdolabının bulunduğu geniş mutfağa girerek Sam’in beslenme çantasının ona ayrılmış bölümüne girecek karalahana salatası için lahanayı parçalamaya başladım. Yüzüm ben bu işi yaparken gözyaşlarıyla çarpıldı. Ufak hıçkırıklarla değil, böğürerek ağlamadım. Bir dakika sonra gözyaşlarımı sildim ve salataya zeytinyağı, tuz ve maya koyup yoğurdum, kutunun kapağını kapattım. Beş parçalı yemeğin ilk kısmı hazırdı. Mesele öğle yemeği değildi, sonrasında gelecek olandı, hayatımın geri kalanının tümü.” (s. 142)
Kitabın adı, anlatıcının en iyi arkadaşı Jordi’nin yaptığı, iki eliyle iki ayağının üzerinde duran, kafası olmayan bir kadın heykelinden geliyor. Jordi insanı savunmasız bıraktığı düşünülen bu köpek stili çiftleşme pozisyonunun aslında en sağlam pozisyon olduğunu söylüyor; “masa gibi. Dört ayağının üstündeyken devrilmek zordur”.
Marie Solis’e, “All Fours’un kahramanı orta yaş krizi yaşayan bir kadın değil, destansı ve Dantevari anlamda hayatının ‘orta yerinde’ olan bir kadın” diyen sanatçının kitabı pek çok işi gibi otobiyografik öğeler barındırsa da, kurgu nihayetinde…
“Tıpkı kendim gibi bir kadın hayal etmeye çalıştım, ama sırları olmadan. Özür dilemeyen, mazeret üretmeyen. Böyle bir kadın kabul görür müydü yoksa cadılara yapıldığı gibi toplumdan sürülür müydü? Ve bu bugün artık bir gerçeklik bile değilken, bu dışlanma korkusu neden? Çünkü çok yakın zamana dek hepimiz cadıydık. Yalnızca üç yüz yıl öncesine kadar dışlanıp kazıklarda yakılıyorduk.” (s. 224)
Anlatıcının yirmi üç yıl arayla, ikisi de ellilerindeyken aynı evin aynı penceresinden atlayarak intihar eden bir anneyle teyzeye sahip, hayatını panik, kaygı ve depresyonun sürekli bir karışımı olarak tanımlanabilecek bir “ölüm bölgesi”nde sürdüren eksantrik babası; genç sevgiliyle yapılan, sanki farklı boyutlara kapılar açan danslar; vajinal tamponun bile erotik bir objeye dönüşebildiği son derece yaratıcı seks sahneleri; özellikle bayıldığım, tuhaflıklar manifestosu ilk bölüm ve dahası romanın biricikliğine hizmet ediyor. Bununla birlikte epey tarama yapmama rağmen eleştirilerde, yazılarda bahsine pek rastlamadığım içrek, holistik bir hali de var kitabın; en azından bana göre… Belki romanı böyle okuyan başka okurlar da mevcuttur; en azından birini tanıyorum: New York’ta yaşayan, çok genel hatlarıyla kitaptakine benzer deneyimlerden geçen, kitabı acilen bana da okutan yakın arkadaşım Hande. Geçtiğimiz bir yıl içinde beraber pek çok şey düşündük; gereğinden fazla meditasyon yaptığı, delirdiği, içine arafta sıkışıp kalmış nobran bir ruhun veya düpedüz Lilith’in girdiği, derin bir depresyonda olduğu veya ansızın ermişlik mertebesine ulaştığı dahil. Hande bir etkinlikte kitabını imzalatırken, satırlarda yer yer kendini bulduğunu söylediği July ona da aynen Lydic’e söylediği gibi, “O halde senin için yazdım bu kitabı” demiş. İsteyenin üstüne alınmasında demek sakınca yok; çembere bu yazı vasıtasıyla kendimi dahil ediyorum.
Romanda kundaliniden, Reiki’den söz ediliyor; organize dinlerin kutsal kitaplarının, Sufilerin, Budistlerin kastettiği kapsamlı anlamlarıyla kalpsel bilişten, birlikten, her şeyle bir olma halinden bahsediliyor. Anlatıcının “seyahat halindeki ruhunu” önce zihinsel, ardından varoluşsal bir sorgulamaya götürüyor bedensel tutku. Ruhsal bir bütünlük tattırıyor. Sürekli değişen bir dünyada, evrende tek bir kişi olmak yerine içinde bulunduğumuz şartlardan tamamıyla kopmadan, en azından (çocuklarımıza bakmak gibi) en önemli sorumluluklarımızı yerine getirmeyi ihmal etmeden, sonsuz bir değişim ve olasılıklar denizinde çok insan olmak mümkün mü? 326 sayfa boyunca suratımıza fırlatılan soruların en çetrefillilerinden biri… Soru ekine sahip olsa da hikâyenin sonu gibi, ucu açık bir sual.