İnsan neyle yaşar?
Hayvan neyle?
“Filistin halkına uygulanan soykırımla sokak hayvanlarına yapılacak olan aynı şeydir. 'Ama o insan, diğeri hayvan' gibi, insana özel ve üstün bir yer atfeden bakış açılarının modası çoktan geçti ve hiçbir ikna ediciliği yok.”
Joseph Kesselring’in Arsenic and Old Lace (1939) adlı oyunu bizde Ahududu adıyla sahneye uyarlanmıştı. Oyunun orijinalinde, New York’ta bir evde yaşayan iki yaşlı kadının hayırseverliği konu edilir. Bu öyle bir hayırseverliktir ki evlerinde oda kiralayan kimsesiz, yersiz yurtsuz, yaşlı erkekleri bir an önce Tanrıya ve huzura kavuşturmak gibi bir misyona dayanır. Gariban durumdaki o erkekleri, hazırladıkları zehirli içeceklerle öldürüp çileli hayatlarına son verirler. Kadınların birlikte yaşadığı akıl hastası genç yeğenleri de kendi gerçekliğinde sürekli bir savaşın içinde olduğundan cesetleri ölü askerler sanarak evin bodrumunda kazdığı mezarlara gömmektedir. Kesselring’in, Avrupa’da başlayan II. Dünya Savaşı’nı güvenli bir mesafeden izlerken biraz da eğlence arayan bir izleyici kitlesi için yazdığı oyun, hayırseverlik kavramını hicvetmesi kadar “aile içindeki akıl sağlığı” sorunsalıyla da ilgi çekmiştir. Nazi Almanyası’nın 1939’da başlattığı T4 ötanazi programıyla engelli çocuklardan, yaşlı ve sakatlardan falan kurtulmak istemesi böyle yansımıştır Kesselring’in oyununa. Sürekli bir savaşta olduğunu zanneden yeğen de haksız değildir. Çünkü üstünlükçü bir zihniyetin yönettiği düzen, gündelik hayata yayılmış son derece gerçek savaşlarla işler. Aylardır Türkiye gündemini meşgul eden, “Hayvanları Koruma Kanunu” adı altında hayvanları barınaklara tıkmak, öldürmek hatta “hayvanlara ötanazi hakkı tanımak” gibi absürtlükler tam da oyunda işlendiği türden bir “hayırseverliğe”, toplumsal ve siyasal bir akıl sağlığı sorununa denk düşüyor.
Sokak hayvanlarını yok etmek bir hizmet midir?
Hayvanları sevip korumanın bir erdem olması hayvan sömürüsü üzerine kurulmuş insan medeniyetlerinde her zaman çelişkilidir. Kültürden kültüre farklılaşan bu büyük çelişki içinde sayısız hayvanın çiftliklerde, mezbahalarda, endüstride, deneylerde çektiği acılar dert edilmezken, sokaktaki kediye, köpeğe uygulanan şiddet lanetlenir. “Kurban” ve “bayram” sözcüklerini yan yana getirebilen İslam kültürü, hayvan yuvası bozanların başına gelen felaketleri anlatan halk hikâyeleriyle doludur. Sevilmelik, bakılmalık hayvanlarla yenecek, sömürülecek hayvanlar ayrı kategorilere konur. İnek, koyun ya da domuz can dostumuz olmuş bir köpekten farklı değildir oysa. Hepsi bilinç ve zekâ sahibidir; duyguları ve sosyal bağları vardır; eğlenmekten, oyundan zevk alır ve güneşi, ağacı, denizi bizden daha çok sevebilirler. Hayvanların yaşam hakkına saygı bağlamında devletten talep edilmesi gereken, sokaktaki hayvanın yaşamını ve saygınlığını koruması, gıda, kozmetik, ilaç, moda gibi endüstrilerin vahşetine maruz kalanlar için de durumu denetleyen, iyileştiren, şiddeti cezalandıran yasalar üretmesidir. Etik bağlamda durum bu kadar açıkken, yıllardır beklenen hayvan yasası gariban hayvanları bir an önce Tanrı’ya ve huzura kavuşturmak şeklinde karşımıza çıktı ve gösterilen dirence, yapılan sayısız eyleme rağmen meclis yasayı ışık hızıyla geçirdi. Yasaya karşı olan kesimle dalga geçildi. Eylemlerle ortalığı ayağa kaldıranların sokaktan hayvan sahiplenerek samimiyetlerini göstermeleri istendi. Vakitlice yapılmamış kısırlaştırmanın, ayrılmamış bütçenin yükü yine hak hukuk gözeten vicdan sahibi muhaliflere yıkıldı. Gazze’de olanlara tepki vermeyenlerin hayvanlar için bu kadar direnç göstermesi yadırgandı.
Bütün katliamlar birbirine denktir
Öncelikle şunu herkesin anlaması gerekiyor ki, Filistin halkına uygulanan soykırımla sokak hayvanlarına yapılacak olan aynı şeydir. “Ama o insan, diğeri hayvan” gibi, insana özel ve üstün bir yer atfeden bakış açılarının modası çoktan geçti ve hiçbir ikna ediciliği yok. İnsan gelişmiş bir dile, soyutlama becerisi gibi becerilere sahip, hak bildirgeleri oluşturmuş, kurumları, kanunları, kaynakları olan bir canlı türü olarak hayvanlara ve diğer bütün canlılara karşı da sorumludur. İnsanın tek üstünlüğü haklarını savunacak araçlara sahip olmayan canlı türlerinin haklarını da savunma bilgeliği ve cesaretinden gelir. Bunun dışında insan da doğanın sıradan bir üyesidir. Birilerinin canının diğerlerininkinden önemsiz oluşu gücün ve paranın kimin elinde olduğuna göre değişiyor. Filistin’de yaşananlara dünyanın sessiz kalışını izliyoruz aylardır. Filistinli çocuk açlık, korku, dehşet ve ölümle sınanırken, Birleşmiş Milletler’in Çocuk Hakları Evrensel Bildirgesi’nden açlığı, yoksulluğu eşitsizlikleri yok edeceğini vaat eden Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’ne varana kadar o çok gelişmiş Avrupa’nın insan hakları temelinde yükselttiği her türlü ideale ihanet ediliyor.
Tarih boyunca ortaya çıkan toplumsal düzenekler (köleci, feodal, modern) doğayı kendi ekonomik faaliyetlerine göre toplumsallaştırdı. Hayvanların tarihi de ilkel dönemden bugünlere insanın dünyayı biçimlendirmesine paralel belirlendi. İnsan toplumlarındaki sınıfsallığın yarattığı eşitsizlik hayvan topluluklarını da aynı şekilde etkiledi. Sosyal medyada sürekli önümüze düşen görüntüleri zihninizde montajlayın. Tabağına iki kocaman biftek, kol kadar bir balık, dört-beş tavuk parçası, sebzeler meyveler ve biraz da yaş mama konan saç boyalı, manikürlü bir köpeğin ardından her yanını uyuz kaplamış, kemikleri sayılan, sevginin, ilginin zerresini görmemiş bir köpek gelir. Tepeden tırnağa bakım, sevgi, bilgi, konfor ve özgüven dolu bir çocuk videosunun ardından toplu mezarlara tıkıştırılan çocukları izlersiniz. Kapitalist, üstünlükçü ataerkinin ırklar, milliyetler, dinler, cinsiyetler arasında kurduğu hiyerarşi ve tahakküm türler arasında da çalışır. Burjuvanın işçiye, erkeğin kadına aktardığı ataerkil şiddet en fazla hayvanlara zarar verir. Bu yüzden Filistin’de yaşanan soykırımdan hayvanların öldürülmesini ayıramazsınız. Irkçılık karşıtı mücadele, işçi hareketi, feminist hareket, cinsiyet eşitliği talebi, iklim direnişi nasıl büyük anlamlar ve umut taşıyorsa, hayvan hakları mücadelesi de bunların bir bileşenidir ve eşit değerdedir.
İnsan doğanın sade bir üyesidir, tıpkı hayvanlar gibi
Küresel iklim krizi ve ekolojik buhran çevresinde dünya ölçeğinde okunan, bilinen yüzlerce kitap yayımlandı. Bunlardan biri 14 dile çevrilmiş, 2 milyondan fazla satmış Bir Kum Yöresi Almanağı’dır (1949). 1940’ların başından itibaren, yani ekolojik iklim krizinin henüz keşfedilmediği bir dönemde bir çevre etiği geliştirme peşinde çalışmaları olan Aldo Leopold tarafından yazılmıştır. Bir zamanlar kendisi de vahşi hayvanları avlayan bir görevliyken vurduğu bir kurdun gözlerinin içine bakar ve ne yaptığının farkına varır. O günden sonra hayvanların yaşam hakkını bambaşka bir felsefe içinde ele alır. Ülkesindeki kurtlar ve dağ aslanları da dahil sağlıklı bir vahşi hayvan topluluğu için gerekli alanları genişletmek üzere çalışır.
Leopold’ün kavramlarını bu gezegeni deneyimleyen her insan bilmeli ve içselleştirmeli. “Yeryüzü etiği”, “toprak etiği”, “ekolojik vicdan” ve diğerleri. Leopold’e göre “İnsanın toprakla ve üzerinde yaşayan hayvanlar ve bitkilerle ilişkilerini ele alan bir etik hâlâ yoktur. Toprakla olan ilişki hâlâ tümüyle ekonomiktir ve bu insana yükümlülükler getiren değil, ayrıcalıklar sağlayan bir ilişkidir”. Çevre etiği kapsamındaki ekosofiler (ekolojik uyum ve denge felsefesi) sayesinde çoktandır böyle bir etik var. İnsanı “fatih”, “efendi”, “yaratılmışların en şereflisi” konumundan alıp ekosistemin bir üyesi haline getiren, “doğal kaynaklar ve hayvanlar, insan için yaratılmış nimetler değildir, hepsi bir bütünün parçalarıdır” diyen çevre merkezli bir çevre etiği var. Peki uluslararası anlaşmalara imza atan, sürdürülebilirlik ya da sıfır atık projeleri yapan, AB’nin ekolojik dönüşüm fonlarından yararlanan hükümet, Cumhurbaşkanı bunları bilmiyor mu? Okul öncesi eğitimden üniversiteye yayması gereken bir ekolojik felsefe konusunda gerçekten fikirleri yok mu? Hayvan katliamını önermenin ve bir ülkenin gündemine getirmenin ne kadar çağdışı olduğunu, çağın hakikatine karşı savaş açmak anlamına geldiğini kavramak zor mu? Dağ keçilerimizi, kızıl geyiklerimizi av turizmi adı altında Amerikalı, Avrupalı “cahil” avcılara avlatmak yerine vahşi hayatı koruyup bununla gurur duyarak statü (ve hatta para) kazanmak kimsenin aklına gelmez mi?
Hayvan neyle yaşar?
Tolstoy’un “İnsan Neyle Yaşar” adlı muazzam öyküsü insanın ötekine sevgi ve merhamet göstermesinin Tanrısallığını, insana yaraşırlığını anlatıyordu. İnsan gibi hayvan da sevgi ve merhametle yaşar. Bunlar günümüzde o denli aşınmış kavramlar haline geldi ki, çoğu insana bir şey ifade etmiyor. Siyasetçilerden de beklentimiz sevgi, merhamet gibi şeyler değil. İnsanın da, hayvanın da hak temelli, eşitlikçi politikalarla yaşayacağını biliyoruz çünkü. “Köpekler kuduz”, “köpekler saldırgan” algısı yaratacak videolar paylaşmak, “köpekler çocuklara saldırıyor” diyerek çocukları da bu katliamın bir parçası haline getirmek büyük vebali olan bir sahteciliktir. İnsanların hayvanlara yaptıkları yanında hayvanların insanlara yaptığı devede kulak tüyü kalır. Köpekler neden aç, neden bakımsızlar; neden barınaklara çöp gibi tıkılmış durumdalar; neden bedenlerinin ve duygularının haysiyeti yokmuş gibi yapılıyor; neden hak ettikleri bir saygınlıkla sayıları kontrol altına alınmadı; neden kısırlaştırılmadılar; neden dönem dönem sahiplendirme seferberlikleri yapılmadı; neden cins hayvan imalatı yönetilmedi; bu ülkede insan, hayvan, bitki için can taşıyor olmanın itibarı neden oluşturulmadı? Sorular sonsuza kadar çoğaltılabilir. Sormaya da hakkımız var. Şiddeti ve sevgisizliği yaymak etik yozlaşmanın had safhaya vardığı ülkemizde sonumuzu getirecek bir adım olmaktan başka işe yaramayacak. Bu ülkenin tarihine, nesillerin zihnine bu yasayı bu kötülüğü kazımayın. Bunu bir çözüm yolu olarak sunmuş olmayı kendi siyasi tarihinize geçirdiniz, uygulamış olmayı geçirmeyin.
Bakın Nâzım Hikmet’in ölen köpeğinin ardından yazdığı bir şiir var. Şöyle demiş şiirin son dizelerinde usta:
hayvanların çoğu insan gibidir / hem de iyi insan gibi.
İyi insan olmak sizler için bir nebze olsun anlam taşıyorsa #YasayıGeriÇek #YasayıVetoEt
Önceki Yazı
Özünü dökmek
“...Arzuda Bir Sapma bu vahşi, ilkel, ilksel dili yer yer başlı başına 'sapma' denebilecek bir rasyonelleştirme çabasıyla 'insanların konuştuğu' dile çevirmeyi deniyor.”
Sonraki Yazı
Erinç Seymen’in pankartı
“Sergiyle aynı adı taşıyan iş, Kipuka bir sığınma, bir şefkat manzarası. Bir yanardağın yakınında, bir hamakta uyuyan bir çocuğun o masumane görüntüsü, dramatik bir kontrast üzerinden iki şeyi aynı düşündürüyor: Şiddet ve şefkat, tehdit ve gözetme, kaos ve huzur.”