Özgür Taburoğlu’yla Hayaletbilim üzerine
Felsefeci, yazar Özgür Taburoğlu’yla son kitabı Hayaletbilim: Gündelik Hayatın Yapısökümü (Akademim Yayınları, 2024) üzerine konuştuk...

Özgür Taburoğlu
Sosyal bilimler sayesinde hayaletlere ispritizma meraklılarının, hafif aklını kaçırmışların ya da küçük çocukların söz ettiği doxa’lar, yanılsamalar olarak bakmıyoruz uzun zamandır. Felsefe, psikanaliz ve edebiyat teorisinin hayalet kavramına kazandırdığı saygınlık biraz da hayaletin logos’un alanınca tanınmasıyla ilgili: Örneğin Derrida, “ontoloji”yle bir ses oyunu yaparak Komünist Manifesto’daki o ünlü “Avrupa’da bir hayalet kol geziyor, komünizm hayaleti” cümlesinden mülhem “hauntology”yi, yani hayaletbilimi ortaya atmıştı. Böylece hayaletler eğlence ve kültür endüstrisinin kullanışlı fantezi ürünleri olmanın ötesine geçtiler. Siz de kitabınızda bir hayaletbilimci gözüyle gündelik hayata bakıyorsunuz. Bu perspektifin sizin metinsel üretiminize yakıştığını düşündüm okurken; sizi hayaletlere çeken ne oldu? Bir de merak ediyorum, bu “ne var ne yok olan”ı görme/duyma ve kayda geçirme pratiği nasıl kazanılıyor?
Bir metin ortaya çıkarmaya çalışırken olağan koşullarda kapsayıcı bir başlık önce kendisini duyurur ve ardından onun altı dolmaya başlardı. Hem Hakikat Sonrası Olaylar ve Nesneler (Akademim, 2023) metninde hem de Hayaletbilim: Gündelik Hayatın Yapısökümü’nde (Akademim, 2024) yıllar içinde biriken yazılar bir araya geldi ve ortak bir başlıkta buluşmayı beklemeye başladılar. Olaylar ve Nesneler’de daha kolay oldu ama Hayaletbilim’e varmak biraz zaman aldı. Çok farklı görünen temalara sahip bazı yazıları ortak kesen görüngü nedir diye düşünmeye başladım. Sonra hemen hepsinin içinde “ne var ne yok” denebilecek, varlıkla yokluk arasında dalgalanan görüngülerin izlerine rastladım. Metin içerisinde her alt başlıkta oradaki hayaletleri ve ona kulak verenleri (veya kulak asmayanları) işaretlemeye çalıştım.
Derrida’nın kavramının tam çevirisi “musallatbilim” olabilir ama hayaletbilim daha dile oturan bir ifade gibi geldi. Zaten tam olarak aynı deneyime de işaret etmiyor. Metinde Derrida’ya gönderme olsa da, onun yapıtına fazla borçlu yazılar değil bunlar. Olaylar ve Nesneler’de de gündelik tuhaflıkları, gün içinde kendisini duyuran izlenimleri aralamaya çalıştım. Kent Efsaneleri de (Doğu Batı, 2011) benzer bir antoloji olabilir. Orada da hayaletbilimin ayrıcalık tanıdığı batıl görüngüleri anlamaya çalıştım. İnsani bilimler söylediğiniz gibi bu mitolojik, batıl katmanı son zamanlarda basitçe olumsuzla, yoklukla, yanılsamayla eşanlamlı sayamayacağımızı öğretiyor bizlere. Hakikat-sonrası düşünce iklimi de yalanın hakikatten daha eski olduğunu sürekli bize hatırlatıyor. Aslında hakikatli saydığımız zamanlarda da durum aynıydı muhtemelen. Antik Yunan’da logos’un mitos üzerine yerleşmesi gibi.

Hayaletbilim – Gündelik Hayatın Yapısökümü
Akademim Yayınları
Şubat 2024
160 s.
Ama hakikatin hükmü asırlar sürdüğünde, bir imparatorluğun veya semavi dinin güvencesi altında korunduğunda, orada yanlış anlamanın, yanılsamanın, yalanın belirlenimi de gözden kaybolmuş olabilir. Özellikle psikanaliz ruhsal aygıtın yanılsamaların, yanlış anlamaların ve bedensel varoluşun inkârı üzerine nasıl şekillendiğini açıklıkla anlatıyor bizlere. Analitik yaklaşım karanlığın, kusurun, kötülüğün ve küçük şeylerin ruhsal gelişimdeki etkinliğini aralıyor. Olumlu olan olumsuzdan neşet ediyor sanki. Hayaletbilim de böyle yarım, noksan, kötürümleşmiş bir şeyin nasıl varlığa biçim verdiğini anlatıyor olabilir. Yapılaşmış, tutarlı, sahici, bütünlüklü görünenin altında olumsuzun izleri, devinimleri, huzursuzlukları kımıldıyor. Olumsuz bir diyalektik şekilleniyor orada. Fakat hakikat kendi soy kütüğünde böyle yarım yamalak, vasıfsız bir varoluşun yattığını ısrarla, takıntılı biçimde saklıyor. Hayaletbilim bu endişeyi de yüzeye çıkarıyor olabilir.
Nietzsche uyarır ya, “Uçuruma uzun süre bakarsanız uçurum da size bakar” diye. Hayaletbilimci de uğraşı gereği zamanla kaçınılmaz olarak biraz hayaletleşiyor galiba. Denemelerinizde otantik deneyimin bilgisine dair söz söylemekten ziyade var olan çeşitli bilme, bilgi ve enformasyon alanlarının söylemleri arasında bir hayalet gibi gezinerek ilk bakışta görünmeyen, belki aralarında sadece yoğunluk ve derece farkları olan benzer örüntüleri topluyorsunuz. Mitoslardan sinirbilime, psikanalizden biyosiyasete, Netflix dizilerinden futbola, farklı alanları birbirine tanıtan bir tercüme faaliyetini de üstlenmeden yapılan bir gezinti bu; kurulan incelikli bağlarla geçişler belli belirsiz. Hayaletlere gösterdiğiniz ihtimam üslubunuza da içkin gibi, ne dersiniz?
Hayaletler bedensel ve ruhsal bütünlüğü bozulmuş varlıklardır (veya yokluklardır). Bu kusurları aynı zamanda şeylerin arasından geçmelerine, farklı zamanları ve mekânları katetmelerine izin veriyor. Metinde hayaletlerin böyle latif hareketlerini takip etmiş olabilirim. Hayalet belirdiğinde anlamlı, bütünlüklü bir cümleyi telaffuz etmez; belirsiz izler, belirtiler bırakır ardında. Tam olarak ne söylediği anlaşılamaz; onu huzursuz edenin ne olduğunu, kimin ona bedenen veya zihnen hasar verdiğini doğrudan işaret edemez. Hayaleti var eden biraz da onu dinleme, bir belirti gibi belirttiğini anlama çabasını gösterendir. Belli ki bir sızıyı, adaletsizliği bildirir. Ama bunun ne olduğunu yerine yerleştirmek dinleyiciye, musallat olunana düşer. Hayaleti var eden onu işitme kararlılığıdır bir bakıma. Heidegger “vicdanın sessiz sesi” derken böyle bir şeyden söz eder muhtemelen. Hayaletin duyurduğu bir başkasının sesidir, görüntüsüdür her zaman. Üstelik çoğu zaman konuyla ilgisiz kişilere musallat olur. Hayalet yüksek ihtimalle bir başka etnik kökendendir, mültecidir, geçmişten bir surettir, hayvandır, vs. Kapalı dünyamızda daha rahat edelim, hayatlarımız daha huzurlu olsun diye bir zamanlar dışarı çıkarılmıştır, atılmıştır, sürgün edilmiştir, hor görülmüştür. Başarı, kariyer, esenlik olanakları biraz da onların hayalete dönüşmelerine bağlıdır. Hayaletin sesini işiten, şeklini gören de bu yüzden başarısız olur, kendi bildiğini unutur. Örneğin Tutunamayanlar’da Turgut’a Selim’in hayaleti musallat olunca böyle bir başarısızlık ve irtifa kaybı ortaya çıkar.
Kendisine musallat olunan fail (veya münfail) başka bir dilin içinden konuşana, farklı bir zamandan gelene maruz kalır (ya da mazhar olur). Freud “Tekinsiz” makalesinde, böyle bize en yakın, en aşina olanların, aynı zamanda en korku verici olmalarının altında yatanları araştırır. Varoluşu kuran en ilksel, temel malzeme, şaşırtıcı şekilde en çok dehşet veren muhtevaya sahiptir. Gündelik hayatın dokuları içine yerleşmiş böyle sayısız hayalet var ve hepsi de ayrı bir şekle, sese, görüntüye, dile sahip. Tek bir yöntemle hepsini yakalayamazsınız. Zaten onları kendi iradenizle belirleyemezsiniz. Siz değil onlar sizi yakalar. Bir parça edilginlik lazımdır onlara yakalanmak için. Şuurlu ve hesaplı bir eylemden ziyade bir olay gibi başınıza gelirler. Hayaletbilimci bu durumda gayriiradi bir nesneye tanık olur. Ben bu yetiye sahip olduğumu, hayaletlerin bana göründüklerini söylemiyorum. Fakat özellikle gündelik hayatın içinde beliren bazı tuhaf izlerin böyle bir kaynağı olabileceğini düşünüyorum. Bunun mistik, parapsikolojik, gizemli bir tarafı da yok aslında. Görüngübilim, kültürel çalışmalar ve genel olarak beşerî bilimler çoğu zaman bunu yapıyor. Örneğin Derrida, Levinas, Baudrillard gibiler felsefede, Tarde, Simmel, Bauman gibiler sosyoloji alanında bunu etkili biçimde yapmışlar. Freud’un izlerini takip eden psikanaliz de genel olarak ne var ne yok türünden muhteva ve biçimleri araştırıyor bence. Fakat herhangi bir bilimin varlık koşulu böyle karartıların, gölgelerin, istisnai, müphem şeylerin yok edilmesine bağlıdır.
Bir New Yorker karikatürü görmüştüm (Emily Flake’e ait). Sevimli bir canavar odanın kapısını aralar ve yatağında doğrulup kendisine bakan çocuğa söylediği şey, “Ben bir metafor değilim” olur. Hayaletler de kendilerini bir şeylerin temsili ya da metaforu olarak görmezler; biz akıllı yetişkinler onları öyle yorumlarız. Bu yüzden Ursula Le Guin “Ejderhaların varlığını reddedenler çoğunlukla ejderhalar tarafından yenirler” der, hem de “içten içe”. Peki, hayaletler metaforize edildiğinde ya da inkâr edildiğinde ne olur?
Gerçekten de metaforik bir şeyle karşı karşıya değiliz bence de. Hatta hiper-gerçek bir boyutu var gibi. Biraz da yakın zamanlı yeni materyalizmlerin, nesne yönelimli felsefelerin bize öğrettiği bir gerçekliğe sahipler. Yeni materyalizm tüm nesneleri asırlardır yanlış anladığımızı ileri sürüyor. Sandalye kadar hayalet de böyle bir nesne sayılmalıdır. Diğer yandan Graham Harman nesneye yaklaşmanın en etkili yolunun metaforlar oluşturmak olduğunu da söyler. Hayaletler de bu nesneler gibi, hazır bilgi birikimimiz, donanımımızla kavrayamayacağımız şeyler. Hayalet hakkında konuşurken çaresiz “şey” diyorum, çünkü var ve yok olmak fiillerini aynı anda kısmen bu sözcük karşılıyor sanki.

Hayaletin şeyliğine, öğretisine onu dinlemek, görmek isteyen kendisini bırakmalıdır. Levinas bu konuda çok şey yazar. Bence felsefe dünyasındaki en samimi hayaletbilimcidir o. Nesne gibi hayalet de kendisini ifade edemez. Fakat burada önemli olan adaletli bir dolayımın arayışıdır. Her durumda hayaletle, nesneyle veya şeyle aramızda böyle bir dolayım bulunur. Onlara doğrudan temas etmek, cümlelerini kusursuz tercüme etmek gibi bir nihai sonuç beklenemez. Dili, bilinci, zihnimizi bu anlamda hem dert hem de deva gibi görebiliriz. Yani dile getirdiğini bir yandan da silen, keşfettiğini aynı anda yaratan, kurduğunu bozan yapılar bunlar. Hayalet de onların yarattığı imkânsız bir aralığa düşüyor ve metaforların içerisine kaçınılmaz olarak yerleşiyor. Dil gerçekten de varlığın evi. Ama yokluğun, hiçliğin böyle bir dili yok. İkisi arasında kalmış bir şeyi nasıl özenle dinleyebilir, seyredebiliriz bu durumda? Dil, zihin, düşünce, bilinç gibi büyük kavramlar adaleti hem kuruyor hem de bozuyorlar sanki.

Derrida da hayalet ve adaleti hep bir arada telaffuz eder zaten. Hayaletin anlaşılmazlığı, ufkumuzun bu kadar dışında olması adaletsizliğin de bir ölçüsünü verir. “Seni bu kadar dışarıda, uzakta ve zamanın dışında tutan nasıl bir eziyete maruz kaldın ki böyle sesin zorlukla ulaşıyor bana; görüntün parazitli” demek zorunda kalırız. Hayaleti çaresiz bir metafor içine sıkıştırdığımızdan, onu işitirken ve görürken aynı zamanda karartırız. Bir hayaleti ifadesiz yokluğun muhitine hapsederken bu yeni anlayışsızlığımızla bir başkasını yaratırız. Fakat hayaletle karşılaşma, Heidegger’in “sahici” diyebileceği bir deneyim de olabilir. Ona göre varlıkla en hakikatli münasebet endişe yoluyla kurulur. “Vicdanın sessiz sesine” kulak vermeyi bu endişe mümkün kılar. Trajik kahramanlara, romantiklere hep böyle ne dediği belirsiz, tefsire muhtaç hayaletler musallat olurlar. Hayalet onları bedbaht kılarken bir yandan da geleceği, bir varoluş imkânını, yaratıcı bir hamle olanağını da işaret eder. Tanpınar sözgelimi buradan bir medeniyet tezi çıkarır ve trajik duyudan yoksunluğu ve romantizmi yanlış anlamayı Şark toplumlarının geri kalmışlığının nedenlerinden birisi gibi belirler. Ama hayaletlere kulak asmamak konusunda Garp Şark’tan geri kalmaz bence. Sözünü ettiğiniz biyo-siyasal, akılcı yönetsel yapıların, bilimsel, teknik tertibatın uğultusu onları işitmemize mâni olur. Trajedilerde de istisnası olmayan yasa adalete engel olur her zaman.
Hayaletin olduğu yerde daima edebiyat da vardır. Örneğin Hamlet ve Antigone sosyal bilimlerin hayaletleri inceleme mecrası olan tipik edebiyat metinleri. Akademide çoğunlukla Cumhuriyet modernleşmesini eleştiren bir ulusal alegori olarak değerlendirilen Saatleri Ayarlama Enstitüsü de bizim edebiyatımızda bu bakımdan öne çıkarılabilir gibi geliyor bana. Mübarek’ten Nuri Efendi’nin muvakkithanesine devam eden bütün o ödipal karakterlere, Hayri İrdal’ın içinde yaşattığı hayaletlerle dolu bir metindir sanki. İrdal’ın önce yuvarlak biçimde tasavvur ettiği, daha sonra uzun bir dörtgen şeklinde tasarladığı binasıyla Enstitü, sanki Cumhuriyet’in ‘kendinden öncesi’ için diktiği bir anıt mezar gibidir; bu da metni ölenin usulünce, adaletle gömülemediği bir groteske döndürür; görevini zorla icra eden müstehzi Hayri İrdal ise sonunda baştan yenik bir Antigone gibi kalır ortada. Derrida’cı anlamda borç bir türlü ödenmediği gibi, Enstitü girişimi sanki borcun yekûnunu daha da artırır. Sizce edebiyatımızda hangi metinler hayaletleriyle öne çıkarılabilir; hangi yazarlar sizin tabirinizle başka-oluş tecrübelerine açık?
Hayaletle karşılaşmayı bir çeşit başka-oluş tecrübesiyle ilişkili kavramanız çok isabetli gerçekten. Hayaletlere bence çok fazla mesai harcayan Emmanuel Levinas’ın vefat merasiminde bir konuşma hazırlayan Derrida onunla bir telefon görüşmesini hatırlatır. Sürekli “Alo alo”larla devam eden kaygılı bir görüşmedir bu. Alo demekten konuşmaya pek fırsat bulamayan Levinas her an bir başkasıyla kurulan bu istisnai hattın kopacağından, onun ufkundan çıkacağından endişe duyar sanki. Bu yüzden başkası orada mı hâlâ diye sürekli yoklar, ona ses verir.
Hayaletbilim’de her alt başlıkta farklı hayalet olma ihtimallerinin altını çizmeye çalıştım. Her bağlamda saklı hayaletler (veya başkaları) ayrı biçimlerde kendilerini duyuruyorlar. Her yerde ve zamanda müstakbel hayalet aynı adaletsiz yollarla dışarı çıkarılmaz; ona farklı şekillerde eziyet edilir. Psikanaliz de bize bunu hatırlatır. Ruhsal aygıtları oluşturan temel etken, kiminle veya nelerle, ne zaman ve nerede kapalı kaldığımızın yanında, kimlerin ve nelerin dışarı çıkarıldığıdır da.
Edebiyat da bunun peşinde sanırım. Tanpınar düzenli olarak bu coğrafyada Tanzimat ve erken Cumhuriyet’le beraber neyin içeri alınıp neyin dışlandığıyla ilgilenir. Bir zamanların muteber varlıkları dönemin zelil hayaletleri olurlar. Huzur’da Nuran, Mümtaz’ı hep böyle hayaletlerin yasını tutmakla suçlar. Bitpazarında bile eski eşyalara nüfuz etmiş hayaletlerin izlerini bulur. Çok çeşitli hayaletler ikisi arasına girer ve Nuran’da bu durum asabiyet yaratır. Sonunda hayaletlerle uğraşmayan eski kocasına döner. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde benzer bir durumun mizahı yapılır sanki. Yazarın hayaletlere dönük alakası orada da devam eder. Tanzimat’tan itibaren medeniyet dairesi, mahreki değişen bir cemiyetin hayaletleri de biçim değiştirir doğal olarak. Kimileri habis biçimler alır. Cumhuriyet’le beraber yerinden oynayan taşların altında asırlar boyu serpilen organizmalar, börtü böcekler serbest kalırlar. Ağır bir taşın altındaki karanlıkta geliştirdikleri metabolizmayı yeniden oluşturmak isterler ve özledikleri bu hayatı ararken hayalet gibi ortada dolaşırlar. Tanpınar onları bazı metaforlar kılığında yapıtlarında gezdirir.
“Fransız Düşünürlerin Tüketimi” başlıklı, kültürel alandaki aktörleri, akademiyi, yayıncılığı gözeterek kurulmuş sezgisel/kartografik denemenize de değinmek isterim. Her biri kendi tikelliğinde Bergson’un, Bachelard’ın, Camus’nün, Sartre’ın, Eliade’nin, Cioran’ın, Derrida’nın, Foucault’nun, Deleuze’ün, Bataille’ın (buralarda bir Nietzsche hayaleti geziniyor), obskürantist diye eleştirilen Lacan’ın, feminist çerçevede Kristeva, Irigaray ve Cixous’nun neden memleket sathında bu kadar sahiplenilerek sevildiği sorusu sadece fikriyat modalarıyla ya da modernleşme tarihimizin başlangıcındaki Frankofon kültür aşısının çok iyi tutmasıyla açıklanamayan süreğen bir merak konusu benim için de. “Borçtan kurtulmuşluk” burada kilit bir kavram sanki, tüm bu geri dönüşsüz L’enfant prodigue’ler, savurgan çocuklar için. Onların borçsuzluğu niye bize çekici gelir de önemli bir soru. Ne dersiniz?

Zaten tüm bu korteje katılanlar da metinler arasında geçen bir dramın başka hiçbir şeye borcunun olmadığını söylemezler mi? Yani sınıfsal, siyasal, kültürel olarak çok ayrı görünmemiz bu kadronun yazılarına kapılmamıza ve beklenmedik göndermelere konu etmemize engel olmaz. Henri Bergson’dan başlayarak Fransız düşüncesinin alımlanması çok sıradışı olmuş gibi görünüyor. Onların metinleri kendi durumumuzdan bağımsız şekilde birbirlerine ulanıyorlar ve herhangi bir üstbelirlenimi kabul etmiyorlar. Yapısal veya post-yapısal edebiyat, sanat eleştirisi de böyle değil midir? Yani böyle tesirler altında farklı sahaların birinin diğerine egemen olması bir yana, birbirine borçlu olduklarını da pek söyleyemiyoruz. Louis Althusser sözgelimi Marksizm’in bütünlüklü ve biraz da romantik kavrayışını buradan yaklaşarak bozar. Her metin kendine özgü dil oyunlarıyla, başka bir sahanın metaforu, mecazı, alegorisi olmaktan çıkar. Edebiyat ve sanat eserleri de bu borçsuzluğu telaffuz ederler. Edebiyatçıya, sanatçıya, “Burada ne anlatmak istediniz?” gibi bir soru yöneltmek şaşırtıcı olmaya başlar. Bu borçsuz duruş sanırım çekici geliyor bizlere. Kendimiz öyle bir tedrisattan gelmesek de, onlar bizim için düşünsel modeller oluşturuyorlar. Eğlence dünyasında da öyle değil midir zaten? Yakın çevremizde birçoğumuzun tahammül edemeyeceği şahsiyetleri orada görmek istiyoruz. Borçsuz duruşlarıyla bizleri aşağılasınlar, kibirle orada dursunlar istiyoruz; cinsel, tinsel kalıplarımızı alaya almaları gülünç geliyor bize.
Modernlikle bitişik romantik kültürün de bir terbiyesi bu sanırım. Romantizm tüm hayaletlerin serbest kalmasına yönelik bir girişim gibi anlaşılabilir. Romantikler, yine Tanpınar gibi konuşursak, kendi realitemizle tasavvurlarımız arasında bir kayma yaratıyorlar. Öyle ki, heveslerimiz mali durumumuzla oransız oluyor. Bu durum entelektüel cazibe için de geçerli olabilir. Tanpınar romantizmi her alanda önemli bir hamle olanağı olarak görür. Ama yine ona göre yanlış anlaşılmış bir romantizmin rezalet ve sefaletten başka bir sonucu olamaz. Çünkü arzular ve nesneleri arasında sürekli bir uyuşmazlık ortasında kalırız. Savunamayacağımız fikirlere kapılır, yaslandığı bireyliği yeniden üretemeyeceğimiz bir fikriyatın içerisinde buluruz kendimizi. Hazırlıksız bünyelerde romantik cereyanların yarattığı gibi, hayaletle karşılaşma oransız ve asimetrik bir şekilde gerçekleşirse böyle bir karmaşa kaçınılmazdır.

Tarde
Fransızca konuşan dünyayla Henri Bergson’la başlayan bu yer yer şaşırtıcı mesaimiz düşünsel modalarla açıklanamaz kuşkusuz ama tuhaf ve dayanaksız bir tarafı da var. Diğer yandan Ulus Baker iki Fransız arasında bile doğru seçim yapsak sosyolojik manada talihimizin daha açık olacağını dile getirir. Örneğin Émile Durkheim yerine Gabriel Tarde’dan ilham alsaydık, toplumun inşasında bireyin konumu daha kuvvetli olurdu ona göre. Tarde da bu başımıza gelene kendince cevaplar bulurdu muhtemelen. Buna göre bir zamanlar memleketimizde Fransız düşüncesine meyyal bir iklim oluşmuştur ve sonrasında taklit ve tekrarlar yoluyla bu meyli sürekli yeniden üretmiş olabiliriz. Bir başka deyişle, nedeni ve sonucu birbirine düğümlü bir durumun içine düşmüş olabiliriz. Frankofon kültür bize neden çekici geliyor sorusuna cevaben, çünkü bir zamanlar onları çekici bulmuşuz gibi Samuel Beckett’ın romanlarında sayısız örneğine rastladığımız bir kısa devre, kısır döngü içinden cevap vermek de mümkündür.
Zihin açıcı yanıtlarınız için teşekkür ederim; hayaletleri söylem alanına çekmek de ayrıca iyi hissettiriyor. Halihazırdaki çalışmalarınızı sorarak bitirelim öyleyse. Okuru yakın gelecekte hangi kitaplar bekliyor?

Bu kadar hayaletlerden söz ettiğimize göre, bu muhtemel kitapların da yazarını yakalayan, ona musallat olan başlıklara sahip olması beklenir. Diğer türlüsü iyi bir hayaletbilimci duruşu olmaz zaten. En gündelik, kişisel görünen seçimlerimizin bile hayaletlerle ilişkisini kurabiliriz. Sanırım hayaletler böylelerine onlarda olmayan bir çeşit yaratıcılık kazandırıyor.
Öznenin iradi eylemleri karşısına olayları ve nesneleri yerleştiren yeni materyalizmler üzerine bir çalışma hazırlamaya çalışıyorum. Diğer bir kenarda nesneleri ve onların tasvirini edebiyatın odağına yerleştiren Yeni Roman ve Alain Robbe-Grillet’nin yapıtı üzerine Anlatı Desenleri’nin (Doğu Batı Yayınları) devamı bir başka metin hazırlıyorum. Demonik varlıklara, ifritlere, gulyabanilere, heyulalara yakalanan insanlarla dolu eserler kaleme alan İhsan Oktay Anar’la ilgili bir metin üzerinde de çalışıyorum. Bu iki çalışmanın birkaç tefrikasına K24 ortamından ulaşmak mümkün. Muhtemelen bu iki metnin altıncı ve yedincisi olması beklenen Anlatı Desenleri’nin nasıl bir yaklaşıma sahip olduğu da bu kısa yazılarda açıklık kazanabilir.
Önceki Yazı

Siyasal Bilgiler-101
“İktidarda olduğu süreç içinde AKP'nin kadroları, kurduğu siyasi ittifaklar, izlediği politikalar değişti. Bu değişimleri ‘esnaf kaypaklığı’, tutarsızlık veya hatta sadece siyasi pragmatizmle açıklamak, Türkiye’de siyaset alanını, hatta siyaset tarihini kavramak açısından isabetli bir yaklaşım olmaz.”
Sonraki Yazı

Kâmil Erdem ile söyleşi:
“Okuma yazmanın mayasıdır.”
“Öykülerin yazılma sebebi var mıdır, bilmiyorum. Öyküleri, neresiyse ora, orada bir şey olur ve yazmaya başlarım. Bu başlangıç bazen bir satır ya da birkaç cümle olur. Ve epey de kalır öyle. Sonra bir gün bir gazete haberi; ‘adliye’ binasının bodrum katında, zabıt kâtibi bir torba kemik vermiştir bitkin bir babanın kucağına. Oğlunun kemiklerini. Döner, o birkaç tümceyi tamamlama gereksinimi duyarım.”