Kâmil Erdem ile söyleşi:
“Okuma yazmanın mayasıdır.”
“Öykülerin yazılma sebebi var mıdır, bilmiyorum. Öyküleri, neresiyse ora, orada bir şey olur ve yazmaya başlarım. Bu başlangıç bazen bir satır ya da birkaç cümle olur. Ve epey de kalır öyle. Sonra bir gün bir gazete haberi; ‘adliye’ binasının bodrum katında, zabıt kâtibi bir torba kemik vermiştir bitkin bir babanın kucağına. Oğlunun kemiklerini. Döner, o birkaç tümceyi tamamlama gereksinimi duyarım.”

Kâmil Erdem
Edebiyatla bağınız hep çok güçlü olmasına rağmen ilk kitabınızı 2016’da yayımlandı. Bu gecikmenin sebebi nedir, 2000’li yılların iklimi daha mı elverişliydi?
Hep tam olarak ne olduğunu bilmeden göksel bir dünya arıyoruz. Hele gençsek. 60’lı yıllarda buna neredeyse iman etmiştik. Yani sadece iman etmek değil tabii. Her şeyi göze alıp köyde, fabrikada, gecekonduda çalışıp kitleler halinde o göksel dünyaya ulaşacağımızı, arkada kaşlarını çatmış bizi seyredeni fazla hesaba katmadan, şatodaki zevk düşkünü küçük memurlara haklılığımızı anlatacağımızı sanmıştık. Bu uğraş çok vakit aldı. Hâlâ uğraşıyorum.
Yazma eylemiyle unutma tanrısının da kaşlarının çatılacağını düşündüğüm için yazmaya başladım.
2000’li yıllarda küresel sermaye insanların dünyadan geçerken sırtlarına suçlarının ne olduğunu yazmaya ve her yer yavaş yavaş bir hole, tavan arasına, hatta bir bodrum katına dönüşmeye başladı. Bir bilinmezliğe, bir ara duruma evriliyor insanlık. İşte hepimizin bilmeden, kavrayamadan geçtiği bu ara durumlara değinmek, büyük çoğunluğun hep ve daima haksız çıkarıldığı yasa kitabının üç-beş sayfasına şerh düşmek gerekiyor diye düşündüm.
Hiç belli etmeden kendinizi gölgeli tarafa çekerek gömülü duyguları ve onların çeşitli sebeplerle dışavurumlarını itidalli ve ihtiyatlı şekilde o kadar güzel anlatıyorsunuz ki, imge dünyanızın nelerden oluştuğunu merak ediyorum.
İnsan bazen acılarına, yani geçmişine, yani tüm insanlığın geçmişine der ki; korkmadım, işte geldim sana. Bu duygu, bir şey yazmaya başlayınca terk etmiyor beni. Nereye baksam, neyi göz ardı etsem, bütün cesaretimi toplayıp şu sözcüğü mü kullansam, şurada kullanacağım sözcük ölçü bilmez bir Don Kişot mu, toparlayıcı bir Sanço Panza mı olsa?... Bu gibi ikilemlerle ilerlerken, imgeler, kuyruğumu yalasam mı diye kısa bir süre düşünen kedinin duruşundan ya da örneğin boş bir odadaki buzdolabı vınıltısından veya diyelim Ahmet Haşim’den çıkıp geliyorlar. Onlarla biraz oyalanmak, onları gerektiğinde ehlileştirmek ya da onlara teslim olmak. Korkularımızı imgelerle yendiğimiz bir dünya yani.
Bazen de hiç anımsamak istemediğiniz, bu yüzden tümden unuttuğunuzu düşündüğünüz bir pencere açılıyor önünüze birdenbire; demir parmaklıklı, dar ve uzun bir pencere. Uzaklarda belli belirsiz sırça bir dağ görüyorsunuz.
Breton şöyle söylemiş: “İmgeler sürekli doğurarak kendini kaybettiren bir yoğunluk olarak var. Artık şiiri yazan şair değil, şairi yazan şiirin ta kendisi.”
Tüm kitaplarınızda okurun ellerine bıraktığınız imge mıknatısları çok parlak değil fakat çok güçlü. Mesela, O Sonbahar, O Kış kitabınızdaki “Görüşme”öykünüzde “düzeyin sefaleti” tanımınız. Bu parlak olmayan güçlü imge mıknatısları için uzun süre okur safında kalmaktan kaynaklı tanımlar, sonrasında –yazar safına geçilen noktada– iklimi yerli yerinde oluşmuş özgün ve özlü mahsuller (kelimeler, tamlamalar, cümleler) diyebilir miyiz?
Okuma yazmanın mayasıdır. Okumanın da zorlukları var elbette. Kimi okur ekonomik bir okuma yapar. Kitap kendini yormasın ister. Ama biz biraz eskide kalmışız. Lisede divan şairlerinin gazellerinin, kasidelerinin açık ve örtülü anlamlarını öğrenmiştik. O yüzden her sözcüğün bir de öteki yüzü olduğunu bilmek gerekir. Örneğin bir yerde çöl dediniz. Çöl sözcüğü tek başına asla o muazzam boşluğu, o bilinmezliği karşılamaz. Çöl sözcüğünden iyi bir mahsul alabilmek, biraz da o çöle varıp gelmiş olmanıza, orada yatıp kalmış olmanıza, bir deveyle hemhal olmanıza bağlıdır. Çöle yeni anlamlar yüklemenize, yeni çöller icat etmenize…
Ekonomik okuma yapan okurlar çölden teğet geçer.
“OKUMA YAZMANIN MAYASIDIR. OKUMANIN DA ZORLUKLARI VAR ELBETTE. KİMİ OKUR EKONOMİK BİR OKUMA YAPAR. KİTAP KENDİNİ YORMASIN İSTER. AMA HER SÖZCÜĞÜN BİR DE ÖTEKİ YÜZÜ OLDUĞUNU BİLMEK GEREKİR.”
O Sonbahar, O Kış içerisindeki öyküler için sizi masanın başına oturtan sebepler, odak noktanız nelerdi? Belli başlı leitmotive’leriniz buradaki öykülerinizde de var. Yarım kalmışlık, itidalli olma ve sessiz (bağırmaksızın) başkaldırı gibi.
Öykülerin yazılma sebebi var mıdır, bilmiyorum. Öyküleri, neresiyse ora, orada bir şey olur ve yazmaya başlarım. Bu başlangıç bazen bir satır ya da birkaç cümle olur. Ve epey de kalır öyle. Sonra bir gün bir gazetede okunur ki, ‘adliye’ binasının bodrum katında, zabıt kâtibi bir torba kemik vermiştir bitkin bir babanın kucağına. Oğlunun kemiklerini.
Döner, o birkaç tümceyi tamamlama gereksinimi duyarım.
Olaylarla, durumlarla, nesnelerle iç içeyiz. ‘70’li yıllarda başımıza gelen her kötü şey, şimdi artarak her dakika herkesin başına geliyor. Ağır katmanlar oluşuyor ister istemez ve bunlara odaklanma zarureti hasıl oluyor. Ne denli çok uğranılsa ve ne denli aralıklara el sokulsa yeridir.
Leitmotive’ler demişken, sanki buradaki öykülerinizde sadece yaşamın tarihsel unsurları, oluşan ihtimaller denizi, belirsizlikler, vb. dışında direnç gösterip, kayıt tutarak anlama isteği de var.
Tam da öyle. Kayıt tutarak anlama isteği. Bir kasabanın içinden özgürce akıp giden derenin ruhunun kirletilmesi, aşkın da sınıfsal olduğu, devlet aygıtının gizli elleri, yok yolcuları evsizlerin viran ve ziyan dünyasından geçirip bilinmeyen peronlara göndermeler… İnsanın ve diğer şeylerin yüzeyleri onları anlamamıza yetmez. Eh, bana da ‘90’lı yıllardan farklı olarak sadece gözlemlemek değil, kayıt tutmak, daha da diplere inmek kalıyor.
Öyküleri okurken Bir Kırık Segâh, Yok Yolcu kitaplarınıza göndermeler olduğunu görüyoruz. Öykü türünün sizi nasıl değiştirip dönüştürdüğünü anlatmanızı rica etsem ne söylemek istersiniz?
Sondan başlayayım isterseniz… Sanırım hayat beni yeteri kadar değiştirip dönüştürdüğü için, öykü yazmanın bu değişime ve dönüşüme ancak sınırlı bir katkısı olmuştur. Ama işin içine yazmak girince, bu yazdıklarımı da öyle hep sırtımda taşıyacağımı bildiğim için ve beni Molla Kasım’lar dışında daha aklı başında kişilerin de sigaya çekeceklerini düşündüğüm için, ne bileyim, her gün birkaç kez önünden geçtiğim kitaplığın üst raflarından bana bakan bir şairin çatılmış kaşlarına rastlayacağımdan korktuğum için, öykülerin günün birinde şen çarşılarda ve 10 dakika molalarda okunma ihtimalini de hesaba kattığım için, hafif kambur yürümeye başlamış, çay bardağını gereğinden fazla elimde tutmak gibi bir alışkanlık kazanmış, uzun uzadıya ana teması unutmak olan romanlar okumuş, filmler izlemiş olabilirim.
Öykülerde evet, önceki yazdıklarıma göndermeler var. Örneğin son kitaptaki “Varışsız” öyküsü, Yok Yolcu’nun devamı oldu. Bir Kırık Segâh’taki “Çıkmaz Sokak” öyküsüne bakan “Geceye Çıkış” var. Tarih öğretmeni pekâlâ “Akşam Yemeği” için toplananlara konuk olabilirdi. Bunlar çok değil. Ama sanırım şimdi nasıl olduğunu söyleyemeyeceğim bir bütünlükten de söz edilebilir.
Kitaba ismini veren “O Sonbahar O Kış” ve “Görüşme” öyküleriniz, hem kitabın bütününü nitelemeleri için hem de özel olarak bir yerde ve zamanda oluşmuşlar ve gelip bu seçkide yerlerini bulmuşlar gibi. Bireysel, toplumsal, politik arka fonları çok güçlü böyle öykülerde bağımsız, özerk bir yapı hissediliyor.
Toplum olarak duyargalarımız köreltilmeye çalışılıyor. Yeryüzünde faşizm 1930’lardan bu yana çok yol katetti. Küreselleşmeyle akıllardan çıkmayan kaba katliamın yanında ince yöntemler öğrendi; daha ehilmiş gibi görünen bir çehre edindi. Kılcal damarlarımıza hitap eder hale geldi. Örneğin hayvanlara öteden beri uyguladıkları ve doğal bir şey saydıkları şiddeti güle oynaya “yasal” hale getirdiler. Mevzu bundan ibaret. Yani “O Sonbahar, O Kış”ın mevzuu.
“Görüşme” de dediğiniz gibi muhasebe içeriyor. 40-50 yılın muhasebesi. Bugünden dünlere bakmak biçiminde.
Arada sırada böyle oluyor işte, çıkıp geliyorlar.
“DİL, SÖZCÜKLER BİZİM BELLEKLE, GEÇMİŞLE, GELECEKLE, ÖNCESİ KENDİMİZLE KURMAK İSTEDİĞİMİZ İLİŞKİNİN KAPILARINI ARALAR. ÖYLEYSE, GERÇEKLERLE BAŞIMIZ HOŞSA, KENDİMİZDEN KAÇMIYORSAK, O KAPIDAN İHTİMAMLA, İHTİYATLA GİRMEK, SEÇİCİ OLMAK GEREKMEZ Mİ?”
Edebiyatta bir yapı taşı olarak dil unsurunu “O Sonbahar, O Kış” öykünüzdeki, “Ekşi bir kokum vardı galiba, biraz sakalım, biraz fersiz gözüm, kıraç bir dilim” alıntısı üzerinden konuşacak olursak eğer, şimdiye kadar yazdığınız öykülerinizdeki süreç boyunca (40 yıl dersek bu sürece), zamanla oluşan dil çeperleriniz anlatımınızı ve anlamı nasıl kuşatıyor?
Kasabada eskiden cumartesi günleri pazar kurulan sokakta dükkânımız vardı ve sabah çok erken dükkânı açmaya giderdik. Pazarcılar özenle tezgâhlarını hazırlar ve bir süre sonra pazar o tezgâhlarla ilgilenen insanlarla dolardı. Neticede ticari bir faaliyet için hazırlanıyorlar ama tek tük insanın geçtiği o anlarda pazarın özenle hazırlanmış, iştah kabartan görüntüsü çok cezbediciydi.
“Kıraç bir dil” diyorsunuz mesela yaptığım alıntıda ama tam da bu “kıraç” durum dilin filiz vermesini, oluşmasını, ifadesini, anlamını bulmasını sağlıyor olabilir mi; ne dersiniz?
Sözcüklerle epey uğraşıyorum. Daha kızarmış bir elmayı üste çıkarıyorum. Mor bir üzüm salkımını öne alıyorum. Kuzgun sözcüğünü anlamına bakmadan seviyorum. Kıraç kırlara sıkça uğruyorum. Bir öksüzlüğü, bir haksızlığı adlandırmak için bazen gökten filan medet umuyorum (bizim kendi göğümüzden).

Şöyle de düşünebiliriz: Dil, sözcükler bizim bellekle, geçmişle, gelecekle, öncesi kendimizle kurmak istediğimiz ilişkinin kapılarını aralar. Öyleyse, gerçeklerle başımız hoşsa, kendimizden kaçmıyorsak, o kapıdan ihtimamla, ihtiyatla girmek, seçici olmak gerekmez mi?
Öykülerinizdeki bir diğer önemli unsur da şiirsel altyapı. Kitabın son öyküsü “Geceye Çıkış” mesela. Kısa, kesik tamlamalar, cümleler, cümlelerin virgülle bitmesi, öyküye yayılan tüm anlatı biçimi gibi unsurlar şiirin tüm çağrışımlarını barındırıyor. Sanırım en çok öykü türü şiirden el alabiliyor ve siz bu durumdan, şiirin atardamarlarından hiç vazgeçmeyerek şiiri ne kadar çok sevdiğinizi göstermiş oluyorsunuz.

“karanlık zamanlarda şarkı da söylenecek mi?
elbette şarkı da söylenecek karanlık zamanları anlatan”
Evet, Brecht’in bu şiirinde söylediği gibi, en çok da karanlık zamanlarda şarkı ve şiir söylenecek. Çünkü her ne kadar her gün göz kamaştırıcı buluşlar yapılıyor ve Didi-Huberman’ın dediği gibi aşırı ışığa, vahşi projektör ışığına maruz kalıyorsak da, insanlığın büyük bölümü geleceği belirsiz, karanlık çağda yaşadığını hissediyor. Bu yüzden şarkıya, şiire, bu küçük direniş adacıklarına sığınıyor. Agamben de “hem cesaret hem dili parçalama, aşikâr bir şekilde görüneni kırma ve zamanın bütünlüğünü ayrıştırma sanatı olan” şiiri öneriyor. Öykünün bir başkaldırı sesi olan şiire ve şarkıya yaslanması gerektiğini, sizin deyiminizle şiirden el alması gerektiğini düşünüyorum. Şiir ve müzik öykünün bir yerine ilişmeli.
“Ön Büro”daki Kaan Çakı gibi hâlâ yatağımın altında şiir biriktiriyorum.
İklim nasıl değiştiyse zaman da değişti, öyle değil mi? Fakat O Sonbahar, O Kış’taki hikâyeler motif olarak geçmiş zamandan el alsalar da, döne dolaşa daha şimdiki zamana yaslanıyorlar sanki. Ne dersiniz; yaşanmışlıklar, hafıza, geçmişin gölgeleri hep var fakat artık şimdiki zaman daha baskın diyebilir miyiz?
Aslında benim anlattığım geçmiş çok da öyle geçmişte kalmış değil. Mesela “Kaçamak” öyküsünü okuyan bir genç okur arayıp aynı durumların şimdi de yaşandığından söz etti. Ayrıca son elli yılda her şey tekrar ve tekrar yaşandı, yaşanıyor. Bir de hani katmanların arasına elimi sokmak demiştim ya; örneğin örgütünden dışlanan birini pek kimse yazmadı diye biliyorum.
“HER NE KADAR HER GÜN GÖZ KAMAŞTIRICI BULUŞLAR YAPILIYOR VE DİDİ-HUBERMAN’IN DEDİĞİ GİBİ AŞIRI IŞIĞA, VAHŞİ PROJEKTÖR IŞIĞINA MARUZ KALIYORSAK DA, İNSANLIĞIN BÜYÜK BÖLÜMÜ GELECEĞİ BELİRSİZ, KARANLIK BİR ÇAĞDA YAŞADIĞINI HİSSEDİYOR. BU YÜZDEN ŞARKIYA, ŞİİRE, BU KÜÇÜK DİRENİŞ ADACIKLARINA SIĞINIYORUZ.”
Ülkenin çalkantılı olmayan dönemi yok gibi. Evet, bugüne daha çok geleyim diyorum ve öte yandan geçmişe de borcum kalmasın istiyorum.
Külliyatınızda yazıldığı dönem itibariyle olabilir, sizin duygularınız, düşünceleriniz itibariyle olabilir; şu kitabımın yeri farklı ya da şu öykülerimi yaşanmışlıklarım düşünüldüğünde farklı hatırlayacağım diyebileceğiniz öyküleriniz var mı?
Şu Yağmur Bir Yağsa’daki “Yağmur” öyküsü, Bir Kırık Segâh’daki “Kapalı Hava” ilk aklıma gelenler. İlki yıllar sonra yeniden yazmaya başladığım ilk öykü. İkincisi, o eski vakitlerde öldürülen bir arkadaşımı aklımda tutmak için yazdığım bir öykü. Ama doğrusu öykülerimin arasında bir ayrım yapmak çok zor. Hiçbiri durup dururken, hadi bir öykü yazayım heveskârlığı için/ile yazılmadı. Bir gereksinim olarak kendini ortaya çıkardı.
Datça’da yaşıyorsunuz diye biliyorum. Okuma ve yazma ritüellerinizde bir değişikliğe sebep oldu mu bu sakin ve izole yerdeki yaşamınız? Datça özelinde sordum ama aslında okuma ve yazma ritüellerinizi merak ediyorum.
Köyde yaşamaktan memnunum. Ciddi anlamda okuyoruz. Okumaların başında şairlerimizin şiir külliyatı var. Ben her zaman birkaç kitabı aynı zamanda okumayı seviyorum. Bir roman. Ağır aksak ilerler. Öyküler. Kimi yazarlar dönem dönem öne çıkar; onların kitapları masada, sehpada. Mesela Ev Ona Yakıştı. Dolaşıp duruyor oradan oraya. Bu arada bir öykü yazılıyordur. Ondaki bir cümlede aksaklık sezilmiştir. Ferit Devellioğlu’nun lugatından bir sözcük araştırılırken dalınıp gidilmiş, beş-altı yere daha bakılmıştır. Austerlitz’deki o sonu gelmez cümleleri yüzünden Sebald yeniden sevilmiştir. Austerlitz ve Sebald gündemde olunca Cem İleri’nin Okurun Belleği elbette masadaki yerini almıştır. Bu arada iki savaş arasında Avrupa’da yazanlar düşünülmüş, eksikler sıraya konmuş ve Frankfurt Okulu gözden geçirilmektedir. Asuman Susam’ın Gülten biyografisi yatak odasından salona, oradan bahçeye yolculuğunu sürdürmektedir.
Klasik, modern, çağdaş; en çok hangi dönem kitaplarıyla ilgili okumalar yapmayı seviyorsunuz ve tabii ki başucu kitaplarınız hangileri, severek okuduğunuz yazarlarınız kim, bunu da sormak isterim.
Sanırım hepsinin bir mevsimi var. Uzunca bir süredir ve şu sıralarda, yukarda da söyledim, iki büyük savaş arasında Avrupa’da baş gösteren, ortaya çıkan, olgunlaşan düşünce ve edebiyat alanına yelken açtım. Gombrowicz’den Beckett’a, Faulkner’den Bernard’a çalışıp duruyorum.
Bakalım n’olacak…
Öykü yazmaya devam edecek misiniz? Belki kafanızda henüz hayata geçirmediğiniz uzun bir hikâye veya kısa bir roman vardır.
Evet, hikâyeyle devam ediyorum, hatta uzun bir hikâyeyi bitirmek üzereyim. Üzereyim derken, belki yarın biter, belki üç ay sonra.
Yani yazmayı elimden geldiğince sürdüreceğim.
Önceki Yazı

Özgür Taburoğlu’yla Hayaletbilim üzerine
Felsefeci, yazar Özgür Taburoğlu’yla son kitabı Hayaletbilim: Gündelik Hayatın Yapısökümü (Akademim Yayınları, 2024) üzerine konuştuk...
Sonraki Yazı

Decameron 2024
“Dizideki karakterlerin isimleri kitapla aynı olsa da, çok farklı yapıda kişilikler olarak yaratılmışlar. Boccaccio’nun on varlıklı genci yerine beş şımarık soylu ve beş hizmetkârdan oluşan topluluk veba salgınından, farelerden, ölümden kaçarak şehir dışına gidiyor.”