Decameron 2024
“Dizideki karakterlerin isimleri kitapla aynı olsa da, çok farklı yapıda kişilikler olarak yaratılmışlar. Boccaccio’nun on varlıklı genci yerine beş şımarık soylu ve beş hizmetkârdan oluşan topluluk veba salgınından, farelerden, ölümden kaçarak şehir dışına gidiyor.”
Decameron dizisinin afişlerinden biri. Netflix.
Son zamanlarda “tarihî” film ve dizilerde tarihsellikle alay eden yeni bir form gelişti. Bridgeton, My Lady Jane, Decameron gibi diziler tarihten bir olgu ya da bir kişi üzerine bugünün kurgusunu yerleştirmeye başladılar. Aslında ilk başta amaç her ırkın, her yaşam biçiminin ve azınlıkların eşit şekilde ekranda temsil edilmesini sağlamaktı ama bunu yaparak tarih çarpıtılmış oldu. Hint asıllı ve zenci oyunculara iş çıkıyordu ama tarihte ten renginden, inançlardan, cinsiyetçilikten ve her türlü ırkçılıktan insanlığın ne denli acılar çekmiş olduğu göz ardı ediliyordu.
Sözünü ettiğim bu dizilerde beyaz-soylu-Avrupalı anne-babaların zenci damatları kucakladıkları, Hintli gelinleri el üstünde tuttukları, gey ve lezbiyen çocuklarına şefkat ve anlayış gösterdiği bir dünya yaratılıyor. Üstelik bu aileler evlenmeden hamile kalan kızlarını destekliyor, evlilik dışı doğan torunlarına sahip çıkıyorlar. Ekranda eşit temsil hakkı diye başlayan bir oluşum, sonunda beyaz sömürgeci Batının kendi kirli geçmişini temizlemesi mi diye de düşünmeden edemiyor insan. Bir de, gözünü bu dizilerle açan gençler acaba iyi kalpli anne babaların, dahası toplumun her konuda hoşgörülü olduğunu mu sanıyor? Oysa yüz yıl öncesine kadar Avrupa’nın birçok ülkesinde eşcinsellik hapis cezası ya da idamla cezalandırılıyordu.
Bırakın Boccaccio’nun 1300’lü yıllarını ya da İngiltere’nin Victoria çağını, bugün bile sevdiği kişiyle evlenmek için ailesiyle kavga eden, evi terk eden ya da evlatlıktan reddedilenlerin hikâyeleri dünyanın her bir yanında yaşanıyor ve büyük trajedilere neden oluyor. Tanıdığım bir İngiliz, İrlandalı bir adamla evlendi diye yıllarca ailesi onunla konuşmamıştı; oysa kocasıyla aynı mahallede büyümüşler, benzer okullarda eğitim görmüşler, aynı dili konuşuyorlardı. Sonuçta, yanı başlarındaki komşularını bile ötekileştiren bir kültürün Hintli, Afrikalı, Uzakdoğulu evlatları, gelinleri/damatları kabul etmeleri hiç inandırıcı değil. Ama masallarda her şey olur deyip geçiyoruz; yeter ki masallara kanmayalım!
Kathleen Jordan tarafından yaratılan sekiz bölümlük Netflix dizisi Decameron da, Giovanni Boccaccio’nun (1313-1375) yaklaşık on iki yılda yazdığı başyapıtının adını ve birkaç temasını alıp bugünün seyircisinin zevkine göre kurgulamış.
Boccaccio
Boccaccio’nun dev eseri yüz öyküden oluşur. Rönesans döneminin en önemli yapıtlarından biri sayılır. Bunu önemli kılan nedenlerden biri de yüzlerce yıllık edebiyat tarihinde nesir formunda yazılmış ilk edebiyat eseri olmasıdır. Modern öykünün ve romanın babası sayılır bu yüzden.
Bazı kaynaklarda Floransa doğumlu olduğu bilgisi yer alsa da, çağdaşı bir yazar onun evlilik dışı bir ilişkiden, Fransız bir anneden Paris’te doğduğunu söyler. Floransalı bir tüccar olan babası, oğlunun doğumunun ardından varlıklı bir kadınla evlenerek sınıf atlamıştı. Genç Boccaccio da bu sayede hem soyluların yaşamına tanıklık etti hem de iyi bir eğitim aldı.
O yıllarda Floransa kültürü üzerinde hâlâ Dante’nin etkisi hissediliyordu. Gerçi Dante 1321 yılında, Boccaccio sekiz yaşındayken ölmüştü ama genç Boccaccio’nun hocası Dante’nin öğrencisi olduğu için Boccaccio kendini önemli bir edebiyat geleneğinin devamı saydı.
Babasının görevi dolayısıyla gittikleri Napoli’den ailece 1341 yılında Floransa’ya döndüler ama kalbi Napoli’de sevdiği kadında kalmıştı. Napoli kralının evlilik dışı bir ilişkiden doğan kızıyla, sonu hüsranla biten bir aşk yaşadı; âşık olduğu bu kadını eserlerinde Fiammetta karakteriyle canlandırdı.
Kara veba
O yıllarda Floransa, Avrupa’nın finansal merkeziydi fakat 1348 yılında Avrupa’da yayılan veba salgını Floransa’yı da etkiledi ve kent eski maddi ve siyasi gücünü yitirdi. Kara veba olarak adlandırılan korkunç salgın yüzünden Avrupa nüfusunun yüzde altmışının yok olduğu tahmin edilir. Bu da tüm toplumsal değerlerin değişime uğramasına neden oldu. Sadece ekonomide, sosyal yaşamda değil, dinî inançlar konusunda da değişimler yaşandı: Ölüm gerçeği bu denli yakın olunca, dua etmenin, kiliseye gitmenin, cennetten arsa satın almanın anlamsızlığı bir nebze ortaya çıktı.
Boccaccio’nun Decameron’unda Floransa’nın varlıklı ailelerinden yedi genç kadın ve üç genç erkek, ölümün kasvetinden kaçmak için şehir dışında bir villaya sığınırlar. Burada zamanı güzel bir şekilde geçirmek için her gün seçilen bir tema üzerinde her biri bir öykü anlatır. Şehirli zekâsına sahip, iyi eğitim almış gençler yanı başlarındaki ölümü düşünmek istemezler; vakitlerini alay ederek, dalga geçerek tam bir tatil havasında geçirirler. Zaten zekâ Boccaccio’nun eser boyunca üstün tuttuğu bir özelliktir. Aptallık, cehalet, sıradanlık ise sadece kötülenmez, öykülerin içinde cezalandırılır da.
Aslında bu öyküler daha kısa fıkralar şeklinde anlatılabilirdi ama Boccaccio çoğu zaten bilinen anekdotları, dedikoduları ve hikâyeleri edebi bir forma sokuyor. Renkli imgelerle çağının insanını anlatıyor.
Decameron’un en karakteristik öyküleri baştan çıkarma ve kur yapma temasını işler. Zeki ve kurnaz bir insanın saf ve cahil birini eğlenerek kandırmasını anlatır. Yine de kurnazlık cezasız kalmaz. Aldatan bazen vamp bir kadın, bazen rahip kılığına giren bir adam olabilir; bazen hayatı pahasına âşık biri olabildiği gibi, bazen sadece seks peşinde biridir karakterleri. Boccaccio’nun cinsiyetçi bir tavrı yoktur bu konuda.
Kendisi inançlı bir Hıristiyan olmasına rağmen, kilise içinde iyi gitmeyen şeyleri hayatı pahasına dile getirmekten çekinmez. Sahtekâr papazları, paragöz rahibeleri ve kilisenin çürümüşlüğünü çoğu öyküsünde anlatır. Bu eleştirel bakışı sayesinde bugün onu Rönesans hümanizmasının önemli kişilerinden biri olarak görüyoruz: Bir ayağı Ortaçağ’da, diğeri modern düşüncelere açık bir yazar.

Netflix dizisi Decameron
Toplumlar en görkemli tapınaklarını hayat şartlarının zor olduğu yoksulluk dönemlerinde yaparlar. Veba da insana çaresizliğini hissettirdiği için onu daha dindar, bağnaz, batıl inançlara gömülmüş kılmıştır; fakat o döneme yakından baktığımızda bir kesimin de hayata, ahlaka, kurallara, dine, günaha karşı kayıtsızlık taşıdığını görüyoruz. Belki de ölümün bu denli yakın olması hayatın saçmalığını gösterdiği için eğlence düşkünlüğü bir çeşit yozlaşmaya götürüyordu insanları.
Netflix dizisinde de yaşama karşı böylesi bir tavır var. Örneğin Panfilo’nun gerçek cinsel yönelimini ortaya çıkaran bir yan karakter, “Veba bize bir şey öğrettiyse, o da arzu ettiğimiz hayatları gönlümüzce, hiçbir kuralı umursamadan yaşamak” diye anlatır yaşadığı günleri. Ölümle iç içe yaşanan bu dönemlerde sosyal sınıflar karışır, ahlak yozlaşır; yeni kurallar, yeni inançlar ortaya çıkar.
Kathleen Jordan’ın Decameron dizisini Boccaccio’nun öykülerini arayarak seyretmeye başladım. Dizideki karakterlerin isimleri kitapla aynı olsa da, çok farklı yapıda kişilikler olarak yaratılmışlardı. Boccaccio’nun on varlıklı genci yerine beş şımarık soylu ve beş hizmetkârdan oluşan topluluk veba salgınından, farelerden, ölümden kaçarak şehir dışına gidiyor. Buraya gelme nedenleri salt vebadan kaçma değil; maddi sorunlarını da bu yolla giderme arzuları var.

Klasik edebiyatta ender olarak emekçi sınıfın hikâyesinin anlatıldığını görürüz. Jordan bu konuda duyarlı davranarak evin aşçısı Stratilia’yı, Filomena’nın oda hizmetçisi Licisca’yı ve malikânenin kâhyası Sirisco’yu öne çıkartıyor. Yaşlanıp evde kalma korkusuyla koca arayan Pampinea’nın hizmetçisi Misia dışında hepsi sınıf bilinci taşıyan karakterler. Uğradıkları haksızlıklara karşı tepkili, soylu ve zenginlerden intikam almaya hazırlar. Sekiz bölümlük dizinin ana temasını da bu oluşturuyor ve özellikle dizinin ikinci yarısında asıl konunun bu olduğunu anlıyoruz.
Aynı William Shakespeare’in Onikinci Gece oyunu gibi, karnaval havası yaratmışlar dizide. Karışan kimlikler sayesinde hizmetçiler soylu, soylular da yoksul oluyorlar ve tüm kurgu bunun üzerinden ilerliyor. Soylu taklidi yapan Licisca bunu en iyi şekilde ifade ediyor. “Hayatta en büyük lüks bağımsızlıkmış” diyerek ilk defa birisinin emrinde olmadan yaşamanın zevkine varıyor.

Kaos dönemlerinde olduğu gibi, onlar da Tanrı tarafından terk edildiklerini düşünüyorlar. Panfilo, “Belki yeterince katedral inşa etmemişizdir, Tanrı bizi ondan terk etmiştir” diyor ama sonra ekliyor. “Belki de çok fazla katedral inşa ettiğimiz için terk etti. Tanrı gizemli yollarla ders verir, değil mi?” Düşünürsek, zaten Rönesans’ı başlatan düşünceler bunlar değil mi?
Sonuçta diziyi seyrederken Boccaccio’nun öykülerini aramaktan vazgeçince zevk almaya başlıyorsunuz. Son zamanlarda televizyonda bununla kıyaslayabileceğimiz fazla bir şey yok. Neredeyse her sahnede yeni bir türe atlıyor: Biraz komedi, biraz trajedi, bolca şehvet ve neşeli bir kadercilik. Bütün bu türler arasında savrularak kendisini izlettiriyor. Bu denli kendine özgü bir diziyi izlemek bence heyecan verici. Bir de bazı seyircileri Decameron’u okumaya heveslendirirse, daha ne istenir bir Netflix dizisinden?
Önceki Yazı
Kâmil Erdem ile söyleşi:
“Okuma yazmanın mayasıdır.”
“Öykülerin yazılma sebebi var mıdır, bilmiyorum. Öyküleri, neresiyse ora, orada bir şey olur ve yazmaya başlarım. Bu başlangıç bazen bir satır ya da birkaç cümle olur. Ve epey de kalır öyle. Sonra bir gün bir gazete haberi; ‘adliye’ binasının bodrum katında, zabıt kâtibi bir torba kemik vermiştir bitkin bir babanın kucağına. Oğlunun kemiklerini. Döner, o birkaç tümceyi tamamlama gereksinimi duyarım.”