Siyasal Bilgiler-101
“İktidarda olduğu süreç içinde AKP'nin kadroları, kurduğu siyasi ittifaklar, izlediği politikalar değişti. Bu değişimleri ‘esnaf kaypaklığı’, tutarsızlık veya hatta sadece siyasi pragmatizmle açıklamak, Türkiye’de siyaset alanını, hatta siyaset tarihini kavramak açısından isabetli bir yaklaşım olmaz.”

Bizim zamanımızda (ki bu çok uzun zaman önce demek) ilkokulda ‘Sosyal Bilgiler’ diye bir ders vardı; sonra orta eğitimde (ortaokul ve lise) Tarih, Coğrafya, Felsefe ayrı dersler olarak okutulurdu. Üniversitede siyaset okumak isteyenler için ‘Siyasal Bilgiler Fakülteleri’ vardı. Sonraları, Siyasal Bilgiler’in yerine, Amerikan tarzı ‘Siyaset Bilimi’ denmeye başladı. Ben hala ‘Siyasal Bilgiler’ tabirini daha anlamlı buluyorum. ‘Siyasal Bilgiler-101’ melez bir tabir oldu, zira 101 kodu da Amerikan tarzı birinci sınıf dersleri için kullanılır. ‘Siyasal Bilgiler’e Giriş’ demek daha uygun olurdu. Yazının konusu olan kitap AKP-101 olduğu için bu başlığı seçtim.
Asıl çalışma alanım olduğu halde, uzun zamandır, münhasıran bir kitap çalışmasını gerektirdiği düşüncesiyle Türkiye’de İslamcılık, muhafazakârlık, AKP üzerine kısa yorumlar yazmıyorum. Köşe yazarlığı dönemimde, güncel gelişmeler çerçevesinde bu konuları çok yazdım; şimdi kitap yazmak lazım diye düşündüm. Ancak yeni yayınlanmış H. Bahadır Türk imzalı AKP-101 başlıklı kitabı okuyunca, bu çalışma üzerinden bir giriş yapmak ihtiyacı duydum. Güvendiğim, sevdiğim bir genç dostumun tavsiyesiyle okumaya giriştiğim için, yeni bir yaklaşımla tanışmak ümidi taşıyordum. Maalesef öyle olmadı; dahası, AKP ile ilgili klişelerle dolu olduğunu gördüğümde kitaba dair bir şeyler yazmak gerek diye düşündüm.

AKP-101
İletişim Yayınları
Ocak 2024
183 s.
Yazar AKP öncesinin bir değerlendirmesiyle başlıyor işe. AKP’ye ilişkin ikinci bölüme özellikle kitabın bu kısmında “kolay okunan, okuyucuyu sıkmayan, dipnotlara boğmayan” bir tarzda devam edeceğini söylüyor. Doğrusu kitabın tümü kısa notlar şeklinde düzenlenmiş. Fena bir fikir olmayabilirdi, ancak bu kısa notlar bence biraz sorunlu olmuş.
Kitabın en başında, AKP’nin hikâyesinin kurulmadan önce başladığına işaretle, Soğuk Savaş’ın bitişiyle yeni bir dünyanın kuruluşunu milat addediyor. Ancak bu girişten sonra, dünyanın yeni bir döneme girişiyle AKP serüveni arasında hemen hemen hiçbir bağlantı kurulmuyor. 1990’larda 28 Şubat ile sonu gelen Refah Partisi sürecinin AKP’ye öğrettiği dersin, iktidar olmanın ötesinde ‘yapabilme gücüne sahip olmak’ olduğu tespiti doğru ve önemli. Nitekim, AKP siyaset söylemi başından beri ‘iktidar olmak ama muktedir olamamak’ sorununa işaret ediyordu ve sonuçta tüm kurumları denetim altına alarak ‘muktedir’ oldular.
Kitabın ilk kısmı isabetli bir şekilde AKP öncesine ilişkin değerlendirmelere ayrılmış. Yazara göre ‘90’lı yıllar Türkiyesi tablosu “hiç de iç açıcı değildir”, “Ancak AKP’nin başarısı bu tabloyu zaman içinde olduğundan kötü göstermesinde aranmalıdır.” (s. 13) Doğrusu, bence mevcut otoriter rejimin en kötü sonuçlarından biri ‘90’lı yılları temize çıkarmak oldu. Yazar temize çıkarıyor demiyorum ama “olduğundan kötü” tabiri bence izaha muhtaç. Zira AKP’nin çizdiği ‘90’lar ve öncesine ilişkin tablonun sorunlu tarafı, “olduğundan kötü” tablosu çizmek değil. AKP’nin geçmişi sorgulamak adına, işi “eskiden buzdolabı yoktu” noktasına getirdiği bir gerçek. Ancak AKP’nin geçmişe ilişkin çizdiği tablonun asıl tartışılması gereken tarafı, geçmişe dair ‘sorun’ları tanımlama biçimi. Mesela, ‘vesayet sistemi’ eleştirisi üzerinden asker-sivil ilişkisini sorgularken, laikliğin bekçiliğine soyunan orduyla derdi olmasına karşın, militarizmle hiçbir sorunu olmaması. ‘Derin devlet ile mücadele’ adına eski derin devleti tasfiyeye giriştiğinde, onun yerine ‘yeni derin devlet’ inşası.
Gerçi o yıllarda bu yaklaşım sadece AKP’ye mahsus değildi; ‘liberal-demokrat’ çevreler tarafından benimseniyor ve AKP’ye bu konuda destek çıkılıyordu. 2009 Temmuz ayında Mesele dergisine verdiğim röportajda, “Derin devlet tasfiye edilmiyor, konsept değiştiriyor” demiştim. Aynı yılın kasım ayında önce askerî vesayetin yerini sivil istibdatın alması kaygımı dile getirdim, (Radikal, “Sivil İstibdat”) sonra “sivil diktatörlük” tabirini kullandım. Bu nedenle, o zamanın liberalleri tarafından, “Ergenekoncu/darbeci” diye suçlandım. O sırada ‘zamanın ruhu’ buydu. O halde, AKP’nin güçlendiği süreci sadece bu partiye odaklanmadan genel tablo içinde değerlendirmek daha isabetli olur diye düşünüyorum.

3 Şubat 1997'de Ankara'da yürütülen tanklar, “28 Şubat Postmodern Darbesi”nin sembolü olmuştu…
Bu açıdan, AKP’nin ekonomik politikalarına destek veren iş çevrelerini de hesaba katmak lazım. Yazar AKP’nin ekonomik politikalarını değerlendirirken, Erdoğan’ın “IMF karşıtlığının sadece bağımsız ekonomi politikalarına değil, popülist milliyetçiliğe işaret etmesi”nden (s. 17) söz etmiş. AKP ve Erdoğan’ın ‘IMF bağımlılığına’ karşı bağımsızlık teması kullandığı bir gerçek. Ancak AKP kurulduğundan itibaren neo-liberal politikaları benimsemiş ve bu nedenle iş çevrelerinin desteğini almıştı. Erbakan’ın ‘90’lı yıllarda öne çıkardığı ‘Adil Düzen’ kavramı çoktan terk edilmişti. AKP kurucuları, belediye deneyiminin de etkisiyle çoktan Özal çizgisine yakınlaşmıştı. MÜSİAD o yıllarda adını koymadan da olsa ‘İslami kapitalizm’ türü bir orta yola işaret ediyordu. AKP iktidarı döneminde, politikaları ‘İslami’den ziyade, düpedüz neo-liberal ekonomi politikalarıyla yol aldı. Nitekim, sonuçta AKP bugün Menderes ve Özal’ı öncülleri olarak tanımlıyor.

AKP iktidarı sürecinin aynı zamanda bir servet transferi süreci olduğu doğrudur. Yazar buna geçmişten esinlenen bir “servet rövanşizmi” diyor. (s. 23) Ancak bu servet rövanşizminin geçmişini nedense askerî müdahalelerin eseri olarak görmüş. Oysa sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde, tarih boyunca her radikal siyasi değişim süreci aynı zamanda servet transferi sürecidir. Türkiye söz konusu olduğunda, yakın tarihteki en büyük servet transferi süreci, İttihat ve Terakki ile başlayıp Cumhuriyet’le devam eden ‘milli ekonomi’ politikaları çerçevesinde gerçekleşen gayrimüslim servet birikiminin Müslüman Türklere devri sürecidir. Bu süreç gayrimüslimlerin Anadolu topraklarından sürülmesiyle, dolaylı politikalar yanı sıra, doğrudan el koyma şeklinde yaşanmıştı. Diğer taraftan, liberal ekonomik büyüme politikaları çerçevesinde, ekonomik zenginlik bürokrasi aleyhine ve genişleyen burjuva sınıfı lehine el değişmiştir. AKP sürecinde İslami burjuvazi yaratma çabası her zaman olduğu gibi devlet/iktidar gücü üzerinden gerçekleşti, ancak bu süreç sadece İslami burjuvazi yaratma süreci olmanın ötesinde, şimdilerde tersine dönen, geniş bir orta sınıflaşma süreci idi.

Bahadır Türk’ün esnaf siyaseti dediği AKP ekonomik politikalarını –kimlik üzerinden kayırma içerse de– esnaflıkla açıklanamayacak kadar büyük ölçekte neo-liberal siyasetler olarak tanımlamak daha isabetli olur. Türk, “Eğer AKP iktidarının dış politikasını, sosyal politikalarını ya da ekonomik politikalarını anlamlandırmak istiyorsanız çok basit bir analojiden yola çıkmanızı öneririm: AKP, Türkiye’de esnaflığın parti formunda vücut bulmuş halidir. Kelimenin geniş anlamıyla zanaatkârlığı da kapsayan bir haldir bu” diyor. (s. 73) Takdir edersiniz ki, 2000’li yılların Türkiyesi’nin AKP veya başka bir siyasi aktör tarafından esnaf ölçeğinde bir ekonomik mantıkla yönetilmesi imkânsız olurdu. Zira önemli bir jeopolitik coğrafyadan ve büyük bir pazardan söz ediyoruz. AKP’nin ekonomik politikalarını farklı açıdan eleştirmek mümkün ama yazarın ifadesiyle “dükkân çevirmek”ten ibaret bir ekonomik pratikle sınırlı olduğunu ileri sürmek, sıradan bir ekonomi bilgisinden dahi uzak bir değerlendirme olur.
Yazar, ‘esnaf’ tutumundan neyi kastettiğini şöyle açıklıyor: “Seçmenin oyunu, dükkânı ayakta tutacak asli velinimet ve kâr olarak gören bir hal… Günün sonunda esnafın tüm derdi bir şekilde dükkânı döndürmek, ayakta kalmaktır.” (s. 73) Sonra ısrarla AKP değerlendirmelerine bu analoji üzerinden devam ediyor. Diğer taraftan, AKP’nin kendi ‘burjuvazi’sini yaratma gayretiyle ‘esnaf mantığı’na dayalı olduğunu iddia ettiği ekonomik politikalarının aslında kendi içinde çelişki olduğunu görmezden geliyor. Oysa bırakın Türkiye ekonomisinin ölçeğinin göz ardı edilmesini, tüm kaygısı ‘dükkânı çevirmek’ten ibaret olan ‘esnaf mantığı’ ile burjuvalaşma/burjuvalaştırmanın söz konusu olamayacağını hatırlatmaya gerek yok.
Diğer taraftan, bence yazarın analoji yaptığı ‘esnaf/esnaf mantığı’ aslında bir küçümseme içeriyor. Mesela, “Tutarlılık AKP politikalarında bir öncelik değil. Zira bir şekilde dükkânın dönmesi lazım” (s. 77) ifadesinin esnafa yakıştırdığı tutum en azından kaypaklık ve bu tutum sanki tüm derdi ‘dükkânı çevirmekten ibaret’ olan esnaf dışında görülmeyecek bir özellik.

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) kuruluş, 15 Ağustos 2001. Ankara.
Doğrusu, nihayetinde burjuva gözünde ‘esnaf’ sınıfsal olarak düşük bir kategoridir; mesela ‘esnaf kılıklı’ tabiri bu küçümsemenin bir ifadesidir. Malum, Türkiye burjuvazisinin AKP karşıtlığında sınıfsal küçümseme baskındır. Bu küçümseme tavrının sol entelijansiya dilinde de örtük biçimde olsa da yaygın olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. AKP’nin lider kadrosu bir yana seçmenine yönelik bu sınıfsal küçümseme, sıklıkla ‘eğitimsiz’lik üzerinden ifade edilir. Oysa yoksul kesimin eğitimli olması zaten beklenemez; dahası, sol perspektiften bakıldığında, siyasal görüşlerine eleştirel baktığımız pek çok eğitimli insan var. Dahası, AKP’ye yönelik eleştiri ve hoşnutsuzluk, nedense bu iktidar döneminde, iktidara yakın olmak üzerinden işini yürüten/büyüten ‘beyaz burjuvaziye’ veya bürokrata karşı olmaktan ziyade, siyasi gücü oy vermekten ibaret olan gariban seçmene yönelik. Oysa bu iktidarın muktedir hale gelmesinde ‘beyaz burjuvazi’nin rolü hiç de küçümsenecek gibi değil, ama bu durum onların saygınlıklarına leke sürmüyor. Malum, enerji ve tank ihaleleri alan beyaz burjuvazi sesini kısmakla kalmadı,seslerin kısılmasına katkı da sundu. Başta medya olmak üzere, elindeki muazzam gücü iktidara ikram etmekte tereddüt etmedi/etmiyor.
AKP’nin en güçlü siyasal silahı olan ‘Beyaz Türk’ dünyasına karşı husumet tam da bu kaynaktan besleniyor. AKP değerlendirmelerinde bu konuyu irdelemekte fayda olduğunu düşünüyorum. Aslında sadece Türkiye’de değil, son yıllarda dünya çapında yükselen popülizm olarak tanımlanan seçkin karşıtlığı da bu türden bir küçümseme ve dışlanmanın beslediği bir olgu. Sınıf temelli siyasetin ve siyasal eleştirinin geri çekilmesinden dolan boşluğun kültür savaşlarına dönüştüğü bir gerçek. Tam da bu nedenle bu konu çok önemli ve yapmamız gereken kültür savaşlarının içinden konuşmaktan ziyade, bu savaşı deşifre etmek olmalı...
Bir kitap tanıtımı/eleştirisi yazısının bir başka kitap boyutuna ulaşması mümkün; özellikle de söz konusu ettiğimiz kitap açısından. O nedenle, her yorum ve değerlendirmeyi tartışma konusu etmek yerine, bir tartışma açmaya çalışmakla yetinelim ve kitabın genel çerçevesi hakkında da birkaç söz söyleyelim. Bu vesileyle genç akademisyenlere, ‘sosyal/siyasal bilgilere giriş’ mahiyetinde, naçizane bazı tavsiyelerde bulunayım.

Bahadır Türk kitabın metoduna ilişkin olarak kısa, özet veya ‘hap gibi’ bir metni hedeflediğini ifade etmiş. Bence bu noktada bir sorun yok; kısa ve özet mahiyetinde ‘AKP üzerine notlar’ düşmek mümkün, ancak bu notların altının boş olmaması, onun ötesinde yeni bir şeyler söylemesi gerekiyor. Dahası, bu notlara zemin teşkil eden yorumların metnin tutarlılığı ve sağlamlığı açısından öncelikle, eski tabirle ‘efradını cami, ağyarını mani’ olması gerekiyor. Yeni bir dille söyleyecek olursak, bir şeyi, olguyu özgünlük çerçevesinde tanımlaması, yani kapsaması gerekeni içermesi, dışarda tutması gerekeni de ayırması gerekiyor. Mesela “AKP’nin temel derdi iktidarını korumak” derken, aslında AKP’ye özgü olmayan bir siyasi tutumdan söz etmiş oluyoruz. “AKP esnaf mantığının vücut bulmuş hali” , “tüm politikalarını şekillendiren esnaf mantığı” derken, bu çerçevede tanımlanamayacak tutum ve politikalarını ise dışarda bırakmış oluyoruz.
Diğer bir husus, metin yazımında üslup ve yöntem meselesi. Ben humor içeren üsluba hiçbir şekilde karşı değilim. Ayrıca, toplum/siyaset yorumu metinlerinde sinema, sanat, tarih, felsefe gibi geniş alanda göndermeleri zenginleştirici bulurum. Ancak bu metinde bazen çok sıradan yorumlar, bazen Aristoteles’ten ödünç alınan kavramlar kullanılmasının bir üslup zaafı oluşturduğunu düşünüyorum. Mesela AKP’yi “esnaflığın vücut bulmuş hali” gibi diye tanımlarken, birdenbire AKP’nin “önceliği topos değil khronos’tur” diye farklı bir düzleme sıçramak olmayacak şey değil, ama ancak bu geçişler çok ustalıklı biçimde yapılırsa. Bu metinde daha ziyade kolay metin yazma iddiası ile bilgiçlik sergilemekten kendini alamamak arasında ani sıçramalar var.
Dipnotlara ilişkin olarak da benzer bir savrukluk olduğunu düşünüyorum. Hadi ‘dipnotlara boğmama’ iddiasıyla yazılan bir metinde bolca dipnot olmasını bir yana bırakalım; nitekim dipnotsuz bir metin oldukça sorunlu olurdu, ancak madem dipnot verilecek, o halde her gerekli yerde verilmeli diye düşünüyorum. Mesela 65. sayfada Platon ve Žižek’e dipnotlu gönderme olmasına karşın, sayfa başında “AKP’nin ilk bakışta iktidarın baştan çıkarıcılığının ya da Lord Acton’ın veya Bakunin’in mutlak gücün ve iktidarın bozucu etkilerine dair yaptığı uyarıların müşahhas hali olduğu düşünülebilir” cümlesinde dipnot kullanılmamış. Metnin okuru zaten Lord Acton ve Bakunin’in söz edilen konuda yorumuna aşinaysa, Platon’un Devlet’ini de, Žižek’in “ideolojinin işleyişine dair yaptığı hatırlatma”yı da sular seller gibi biliyordur. Değilse, sadece dipnot vermekte de değil, kapalı anlatımdan da kaçınmak gerekir.
Kapalı anlatımdan kastettiğim şu: mesela “PKK, Suriye’de üzerine boca ettiği tüm o Bookchin’ci sosa rağmen, nihayetinde sıradan bir ulus-devlet inşası” (s. 35) derken, Bookchin’in kendine özgü anarşist bir yazar olarak bilindiği varsayılmakla kalmıyor, bu görüşün ‘PKK-Suriye politikasına etkisi’ zaten gazete haberiymiş gibi izaha muhtaç bırakılıyor. Kitapta bu tür pek çok örnek var, sıralamaya gerek yok.
Diğer taraftan, kapalı anlatımın ötesinde izaha muhtaç göndermeler de mevcut. Mesela, “TRT Althusser’ci anlamda ideolojik aygıt olmanın hakkını en çok AKP döneminde verecektir” (s. 28) derken, dipnot vermek yeterli olmaz. Zira yazarın, TRT’nin en çok AKP zamanında ideolojik aygıt olması yorumunun neden münhasıran ‘Althusser’ci’ anlamda düşünülmesi gerektiğini kısaca vurgulaması gerekir diye düşünüyorum. Sonuçta, başta eğitim olmak üzere devletin resmî yayın kuruluşlarının ‘ideolojik aygıt’ olarak tanımlanması yaygın bir kavramsallaştırmadır. O halde, Gramsci’nin malum, ‘devletin dolaylı baskı araçları’ndan başlayıp, pek çok ideoloji kavramsallaştırması değil de, neden özellikle ‘Althusserci anlamda’? Doğrusu ben anlamadım; benim cahilliğim diyebilirdim ama bu türden metinlerin hiç olmazsa sıradan bir okuyucusu olacak kadar okuryazarlığım olduğunu sanıyorum.
Son olarak, genç akademisyen ve siyaset yorumcularında yaygın bir sorunun bu metin için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Bu sorun, yorum yaparken, doğrudan veya dolaylı bir şekilde, Türkiye’yi ‘özgün’ bir yer/ ülke/toplum olarak tahayyül etmek. Taksi yolculuğunuz esnasında şoför arkadaşların “Dünyanın hiçbir yerinde böyle trafik yok” şikâyetinden, hukuk, siyaset, toplum üzerine yorum yapan gazetecisinden akademisyenine kadar pek çok kişiyi birleştiren “Dünyanın hiçbir yerinde böyle şey yok veya olmaz” söyleminden söz ediyorum. Bunun bir adım ötesi, devlete ve siyasete ait otoriterlik, siyasi pragmatizm gibi en alelade hususları bile Türkiye’ye özgü saymaktır.
Ben bu kitapta yer alan bazı yorumların aynı sorunu taşıdığını düşünüyorum. Mesela, kitapta yer alan bir yorumu, “Türkiye’de devlet geleneği kendini korumak için her türden araçsallaştırma girişimine teşne, kendi yaşam alanını paylaşmak konusunda ise son derece hassas ve hasis bir geleneğe işaret eder” (s. 97) ifadesini ele alalım. Öncelikle, sağ siyaset söyleminde olumlu manada popüler olan ‘devlet geleneği’ burada olumsuz manada kullanılıyor. Oysa, olumlu veya olumsuz anlamda ‘devlet geleneği’, en azından özcü ve kültürelci olması dolayısıyla tartışmalı bir kavramdır. İkincisi, kendini korumak özelliği tüm devletler için geçerlidir. Herhalde demokratik devletle otoriter devlet anlayışları arasındaki farka işaret edilmeye çalışılıyor; o halde daha doğrudan bir ifade daha isabetli olurdu. Dahası, otoriter veya demokratik devlet anlayışları da, ülke veya kültüre özgü olmaktan öte, olsa olsa tarihsel dönemlere ve farklı siyaset anlayışlarına mahsus olarak tanımlanmak gerektir. Bunun ötesinde, “tarihî geçmişin özgün siyasal gelenekler ürettiği” iddiası da, öncelikle Oryantalizm ve ‘kültürelcilik’ olmak üzere siyaset kuramı çerçevesinde çok tartışılmış bir konudur.
Mesela, ‘Türkiye’de siyaset alanında otoriter anlayışların baskın olması’nın kökeninde, Osmanlı patrimonyal sistemi olduğunu düşünmek Oryantalist bir yaklaşım olarak tanımlanabilir. Oryantalist yaklaşımın en önemli sorunu, siyasal süreçleri kültürel çerçeveye indirgemek, böylece sorgulama alanını kültürel-tarihsel özelliklerle sınırlamaktır. Zira patrimonyal gelenekten söz ederken, bir yanda sürekli değişim halinde olan iktidar ilişkilerini, diğer yanda yerel iktidar ilişkilerinin küresel süreçlerle etkileşimini göz ardı etmiş oluruz. Otoriter siyaset geleneğini Osmanlı patrimonyal düzeninin mirası olarak görmenin ötesinde, yakın tarihe ilişkin ‘köken/gelenek’ arayışları da bu açıdan tartışmaya muhtaçtır.
Bu açıdan, önceleri sağ/muhafazakâr/İslamcı çevrelerde öne çıkan, ‘90’lı yıllarda liberal-demokrat çevrede de yaygınlaşan otoriter siyaset anlayışını İttihat ve Terakki ve tek parti döneminin mirası olarak tespit eden görüşler için de benzer bir durum söz konusudur. Şöyle ki; bu iddia/yorum Türkiye’de askerin siyasi gücünü sorgularken Osmanlı’nın veya Cumhuriyet’in kuruluş sürecine odaklanmak, Soğuk Savaş döneminde ordunun NATO üyeliği sayesinde güçlendiği gerçeğini göz ardı etmiş olur. Benzer bir şekilde, Türkiye’de sağ milliyetçiliğin küresel çapta baskın olan ‘komünizmle mücadele’ süreci çerçevesinde güçlenmiş olduğu, dahası, Türkiye’nin bu konuda Batılı müttefiklerinden destek ve teşvik görmüş olduğu göz ardı edilir.
Son olarak, sadece bu metin için söz konusu olmayan en önemli sorunların başında, AKP’yi siyasi bir aktör olarak neredeyse ‘özcü’ bir biçimde tanımlamak geliyor. Oysa belli bir ideolojinin veya anlayışın temsiline soyunmuş olmakla birlikte, AKP’yi sadece kendi temsil ettiği siyasal çizginin ve hatta sadece Türkiye’nin siyasal geçmişi çerçevesinde anlamaya çalışmak eksik olur. Diğer tüm siyasi aktörler gibi, özellikle de yirmi yılı aşkın süre iktidarda olan bir parti olarak AKP siyasetleri, aynı zamanda toplumsal değişim ve diğer siyasi aktörlerle etkileşim içinde şekillendi. İktidarda olduğu süreç içinde kadroları, kurduğu siyasi ittifaklar, izlediği politikalar değişti. Bu değişimleri ‘esnaf kaypaklığı’, tutarsızlık veya hatta sadece siyasi pragmatizmle açıklamak, Türkiye’de siyaset alanını, hatta siyaset tarihini kavramak açısından isabetli bir yaklaşım olmaz.

ve Milliyet gazetelerinde AKP’nin kapatılma davası haberi.
Önce, AKP iktidarı döneminde başıma gelenler göz önünde tutulursa, AKP siyasetlerine mazeret aramak gibi bir kaygım olmadığını hatırlatmak isterim. Ancak AKP iktidar süreci aynı zamanda Türkiye’de siyasal toplumsal aktörlerin bu partiye bakışı ve verdiği mesajlar göz önünde bulundurularak değerlendirilebilir diye düşünüyorum. Bu noktada, mesela ‘2008 parti kapatma davası’nın AKP siyasetlerini şekillendiren etkenler arasında olduğunu göz ardı etmek sadece haksızlık değil, siyaset analizi zaafı olur/oluyor. Ergenekon davasını ‘derin devletin’ tasfiyesi diye görenlerden biri değildim, ancak Türkiye’de ordu içinde ve dışında AKP’yi asker baskısıyla tasfiye etmek niyetinde olan geniş bir çevre olduğunu hepimiz biliyoruz. 2008 kapatma davası bir yargı darbesi olarak kurgulanmıştı. Bunlarla karşılaşan bir siyasi aktörün bu kurumların ipini kendine bağlamaya kalkması, vahim sonuçlar doğursa da çok da şaşırtıcı değil. AKP’nin içinden çıktığı siyasi çizginin laiklikle başının hoş olmadığı bilinen bir gerçek. Ancak bu ülkede laikliği savunmak adına demokratik siyaset anlayışının rafa kaldırılmış olduğu da bir gerçek. Yine AKP’nin içinden çıktığı siyasi çizginin özgürlüklerden kastının ‘dindarların özgürlüğü’, demokrasiden kastının ‘dindarların iktidarı’ olduğu bir sır değil. Ancak bu ülkede hemen tüm siyasi çevrelerin özgürlük ve demokrasi anlayışının kendi görüşleriyle sınırlı olduğu da sır değil.
Tabii daha ziyade ana akım parti ve çevrelerden söz ediyorum. Ancak kendini sol özgürlükçülükle tanımlayan Özgürlük ve Demokrasi Partisi’nin AKP iktidarının ilk yıllarında Kadıköy’de düzenlediği ‘Birlikte Dayanışma’ mitinginde, hem de genel başkan Ufuk Uras iken, hâlâ başörtüsü yasağı konusunda ‘hizmet alan/hizmet veren’ ayrımından söz ediliyordu. Sonuçta, ancak AKP gücünü artırdığı zaman başörtüsü yasağı tümüyle kalktı. Demokratik özgürlükler çerçevesinde direnenler, güçlenen bir parti karşısında kabul etmeye mecbur kaldılar. Bu durumda, bu partinin ‘gücü gücüne yetene’, ‘bükemedikleri eli öperler’ mesajı almış olmasını da hesaba katmak gerekiyor. Diğer taraftan, ekonomik kazanç, makam-mevki uğruna ‘demokrat’ olmanın ötesinde ‘muhafazakâr demokrat’ olanlar, Hac olmazsa Umre yolunu aşındırır hale geldi. Dudak büktükleri başörtülü kadınlarla güle oynaya dünür oldular. Tüm bunlar bir partiye, bir çevreye nasıl bir mesaj verdi ve veriyor sizce?
Benzer bir şekilde, AKP’nin özellikle lider kadrolarının Batı dünyasına/kültürüne bayılmadıkları malum; ancak Kıbrıs gibi tabu olan bir konuda Annan Planı’nı destekleme cesareti gösterdiler de ne oldu? Rum tarafı planı reddetmesine karşın AB üyesi oldu. Sizce AB, AKP’ye nasıl bir mesaj verdi de halen AB sürecine, normlarına sadık kalmasını bekliyor, daha doğrusu bekler gibi yapıyor?
Daha fazla uzatmayayım, AKP üzerine yorum yapanlara bazı hatırlatmalar yapmakla yetineyim. Sadece söz konusu ettiğim kitaptan söz etmiyorum; bu kitabı, bu konularda tartışılması gerektiğini düşündüğüm yorumlara, hususlara değinmek için vesile etmiş oldum. Bu açıdan yazarına bir teşekkür borcum var. Doğrusu, bu konularda yeni yazılmış başka metinler üzerinden benzer bir giriş yapmayı düşünüyor, böylece Türkiye’de İslamcılık, muhafazakârlık ve AKP konusunda daha uzun bir çalışmaya girişmek için kendime ödev vermeye çalışıyorum.
Ekonomide ‘milliyetçi popülizm’ konusuna gelince; bu kavramı çok geniş bir politikalar yelpazesi için kullanmak mümkün. Yakın zamana kadar sosyal politikalar, küreselleşme karşıtı içe kapanıklık ve ‘ekonomik milliyetçilik’ olarak eleştiriliyordu. Şimdilerde işler değişti; ABD dahi korumacı ekonomik politikalar izlemeye başladı ve bu konuda partiler üstü uzlaşma var, ama halen başka ülkeleri bu zeminde eleştiriyor. Doğrusu, AKP’nin popülist politikaları bir yandan ‘sadaka ekonomisi üzerinden siyasi bağlılık’ şeklinde işliyor, ancak diğer yandan sosyal politikaları çağrıştıracak özellikler taşıyor.
Önceki Yazı

135 yıl sonra Ahmet Mithat’ın izinden (III):
Yürüyen köprüler… Yürüyen kaldırımlar
“Ahmet Mithat Paris’e vardığında Edison çoktan orada. Ne var ki, tanışıp tanışmadığından hiç bahsetmeden, durmadan bir köşede tıngırdayan sonografı yani ses kayıt cihazını birkaç cümleyle anlatıyor.”