Özgü Çilli ile söyleşi:
Osmanlı’da Eğlence – İstanbul’un Sosyal ve Kültürel Hayatından Manzaralar
“Osmanlı'da Müslüman ve gayrimüslim toplulukların eğlenceleri hem esas hem de şekil yönünden birbirine oldukça benzer. Beni çalışmam esnasında en çok şaşırtan şey de bu durum oldu. Eğlenceler arasındaki benzerliğin sebebi, Osmanlı yönetiminin dinî günlerde halkın dilediği gibi eğlenmesine verdiği önem. Kurban bayramı ya da karnaval kutlamasının bu açıdan devletin gözünde bir farkı yok.”

Mehmet Muazzez Özduygu’nun fırçasından Ortaoyununun iki büyük ustası Kavuklu Hamdi ile Pişekâr İsmail efendiler bir oyunda.
Osmanlı’da Eğlence-İstanbul’un Sosyal ve Kültürel Hayatından Manzaralar sizin için nasıl bir çalışmanın ürünü oldu? Kitabın hikâyesinden, yazılış sürecinden bahsedelim mi?
Osmanlı’nın sosyal ve kültürel hayatı benim her zaman ilgimi çeken bir konuydu. Doktora tezim için bu alana eğilmeye karar verdiğimde konuların çeşitliliği ve kapsamlarından ötürü çok geniş ölçekte bir araştırmayla karşı karşıya olduğumun farkındaydım. Her bir bölümün alt başlıkları bile esasında başlı başına bir tez konusuydu. Ancak sosyal ve kültürel hayatın genel bir panoramasını ortaya koyabilmek için bütün bu konuları incelemek gerekiyordu. İlk anda birbiriyle alakasızmış gibi görünen eğlence türlerinin esasında benzer bir bakış açısının yansıması ve aynı bütünün parçaları olduğunu gördüğümde, konuyu bu kadar geniş tutmanın zaten bir gereklilik olduğunu anladım. Tezi yaklaşık yedi yıl gibi bir süre boyunca, her gün yeni bir şeyler araştırıp öğrenerek ve gerçekten çok zevk alarak yazdım. Tezi bitirdikten sonra yaklaşık bir yıl kadar da çalışmalarımı kitap haline getirmek için düzenlemeler yaptım.
18.-19. yüzyılda İstanbul’a gelen seyyahlar İstanbulluların pasif bir hayat sürdüklerini söylüyor. Keyif olarak adlandırdıkları şeyi pasif bir eylem olarak görüyorlar. Buna mesire yerinde ağaçların altında dinlenmek, kahvehanede oturmak gibi örnekler verebiliriz. Batılılar gibi dışarıda yürüyüş, spor yapma alışkanlıkları, danslı müzikli eğlencelere katılma gibi bir yaşam tarzı olmaması dikkatlerini çekiyor. Batılı seyyahların yazdıklarından yola çıkacak olursak bu dönemlerde nasıl bir İstanbul’la karşı karşıyayız?
Osmanlı’da erkeklerin hayatı genellikle ev, çarşı, kahvehane, ibadet mekânları arasında geçerken, kadınlar ise ev ziyaretleri dışında ancak haftanın belli günlerinde hamama ya da havanın iyi olduğu zamanlarda topluca mesire yerlerine gitmek için dışarı çıkarlardı. Müslümanlar cuma, Yahudiler cumartesi, Hıristiyanlar pazara denk gelen tatil günlerinde, şehrin sunduğu sınırlı sayıdaki eğlencelerle eğlenirlerdi. Batılı seyyahlar, içki, müzik ve dansın eşlik ettiği, kadın ve erkeğin çoğu zaman beraber sosyalleştikleri eğlencelere alışkın oldukları için, keyif anlayışı ilk anda onlara oldukça ilginç geliyor. Osmanlıların tatil günlerini açık alanlarda ya da bir kahvehanede çubuk tüttürüp kahvelerini yudumlarken manzaraya ya da boşluğa dalıp giderek geçirmelerini yadırgıyorlar.

Osmanlı'da Eğlence:
İstanbul'un Sosyal ve Kültürel Hayatından Manzaralar
İletişim Yayınları
Temmuz 2023
408 s.
Elbette ki Osmanlı’nın bütün eğlencesi ya da eğlenceler esnasındaki ruh hali bu kadar yeknesak değildi. Belli bir kesim meyhane veya ev gibi kapalı mekânlarda içkinin de tüketildiği, çengilerin ya da köçeklerin dans ettiği daha mahrem eğlencelerle eğleniyorlardı. Kamusal eğlenceler genellikle dinî günler etrafında şekilleniyordu. Ramazan ayı, bayram, karnaval, yortu, vb. dinî günlerde düzenlenen şenliklerde şehir hayatı hareketleniyordu. Yine aynı şekilde padişah çocuklarının doğumu, sünneti ya da yeni bir yerin fethedilmesi gibi olayları kutlamak amacıyla düzenlenen donanma şenlikleri de yine bütün şehrin bir arada eğlendiği zamanlardı. Karagöz, meddah, ortaoyunu gibi geleneksel seyir sanatları da çoğunlukla bu dönemlerde gösterim şansı buluyorlardı. Dolayısıyla eğlence bu özel zamanlara sıkıştırılmıştı.
Seyyahların bu eğlence günleriyle ilgili yazdıkları bir taraftan da onların Osmanlı toplumu hakkında büyük bir kafa karışıklığı yaşadıklarını ayrıca gösterir. Özellikle Müslüman kesimin normal zamanlardaki ağırbaşlı ve muhafazakâr yapılarının aksine, bayram oyuncaklarına bindikleri andaki çocuksu halleri, Karagöz ve ortaoyunu gösterileri sırasında kimi zaman oldukça müstehcen olan sahneleri paravanla ayrılmış da olsa aynı salonda eş ve küçük çocuklarıyla herhangi bir rahatsızlık hissetmeden izlemeleri, köçeklerin şehvetli, hatta kimi zaman erotik danslarından hiçbir utanma duymamaları seyyahlar açısından çözülmesi zor bir karşıtlıktır. Ancak bu gösterilerin gerçekleştiği günler, diğer zamanlardan farklı olarak eğlenmenin her türlüsünün serbest olduğu, Müslüman ya da gayrimüslimlerin dinî açıdan önemli günleridir. Bu kısa özgürlük dönemlerinde yönetimin gösterdiği müsamahanın pratik bir amaç güttüğünü, gündelik hayatın rutininin biriktirdiği gerilimin rahatlatılmasını hedeflediğini de belirtmek gerekir. İlkesel kökeni Pagan kültürlere kadar uzanan bu türden gösteriler, Avrupa’nın yeni seküler hayatında uzun yıllar önce ortadan kalkmıştır. Seyyahların kendi ülkelerinde muhtemelen pek şahit olmadıklarından dolayı yadırgadıkları bu eski âdetler, modernleşme çabalarına karşın geleneksel yapının ön planda olduğu Osmanlı’da 20. yüzyıla kadar muhafaza edilmişlerdir.
15. ve 19. yüzyıllar arası sosyal hayat aşağı yukarı benzer durağanlığı gösteriyor diyebiliriz aslında. Belli başlı eğlenceler de yok değil tabii. Sizin için ilgi çekici olanlar arasında neler var? O dönemlerde İstanbullular nasıl eğleniyor?
Seyahatnameler ve Osmanlı kroniklerinden, İstanbul’un Osmanlı hâkimiyetine geçmesinden yaklaşık olarak 17. yüzyıla kadar, toplu yapılan şenliklerde Müslümanlar da dahil herkesin rahatça içki tükettiğini, kutlamalar esnasında her türlü çılgınlığa izin verildiğini öğreniyoruz. Bayezid Meydanı’nda hemen her gün çeşitli gösteriler düzenleniyor. Cirit, matrak oyunu, gülle atma gibi sporlar gerçekleştiriliyor. Ancak zamanla bu tür hareketli oyunlar nadiren yapılır hale geliyorlar. Büyük şenliklerde aleni içki içme âdeti de ortadan kalkıyor.
Kış gecelerinde helva sohbetleri, yaz günlerinde mesire gezileri belli bir kesimin en önemli sosyal aktivitesi. Bizans geleneğinden gelen meyhaneler, bazı içki yasakları ve Ramazan ayı dışında yıl boyunca açık kalıyorlar. 16. yüzyıldan itibaren İstanbul’da faaliyet göstermeye başlayan kahvehaneler, bir nevi içkisiz meyhane. Her kesimden insana hitap eden, kimi zaman meyhane eğlencelerine benzeyen gösterilerin düzenlendiği bir yer.
Geleneksel gösteri sanatları Karagöz, meddah, ortaoyunu, sirk gösterileri Osmanlı’nın son dönemlerine kadar devam ediyor. 19. yüzyılda tiyatro, opera, tuluat, sinema gibi yeni seyir sanatları ilk defa seyirci karşısına çıkıyor. Yine 19. yüzyılda meyhanelerin Avrupai hali baloz ve kafeşantanlar, mesire yerlerinin modernleşmiş biçimi parklar, batı modası kafeler faaliyet göstermeye başlıyorlar. Geleneksel modern tarzdaki 19. yüzyıl, sosyal ve kültürel hayat anlamında Osmanlı’nın en karmaşık ve renkli dönemi.
Batılı eğlence anlayışlarının tam olarak ortaya çıkışı hangi döneme denk geliyor? Hangi politikaların ya da sosyo-kültürel değişimin sonucu olarak bu değişime rastlıyoruz?

19. yüzyılın başından itibaren Osmanlı’da modernleşme adımlarının atılmaya başlamasıyla beraber idari, ekonomik, askerî, hukuki alanlarda yapılan reformlar yüzyıllar boyunca neredeyse tekdüze akıp giden sosyal kültürel hayatı da belirgin bir şekilde değiştirmeye başlıyor. 1826’da Yeniçeriliğin lağvedilmesi de oldukça önemli bir adım. Zorbalıklarıyla halkın sosyal yaşamı üzerinde tahakküm kuran Yeniçerilerin ortadan kalkmasıyla şehir hayatı rahatlıyor. İnsanların can ve mal güvenliklerinin görece daha iyi bir şekilde sağlanması, dinî mensubiyete göre şekillenmiş hukuksal yapıdan eşit yurttaşlığın geçerli olduğu hukuk düzenine doğru yapılan hamleler, sosyal-kültürel hayatın dönüşümü üzerinde belirleyici oluyor. İmzalanan ticaret antlaşmalarıyla Osmanlı’ya akmaya başlayan Avrupa malları yeni tüketim alışkanlıklarını da beraberinde getiriyor. Tanzimat ve Islahat fermanlarıyla gayrimüslimlere ve yabancılara tanınan haklarla sağlanan güven ortamı, Avrupa taklidi modern mekânların açılmasına, tiyatro, opera gibi sanatların gösterim imkânı bulmasına yol açıyor.
19. yüzyılda önceki yüzyıllara göre daha aktif, daha canlı bir hayatla karşı karşıyayız. Bunda sizin de kitapta belirttiğiniz üzere Baltalimanı Ticaret Antlaşması, Tanzimat Fermanı gibi etkenler de söz konusu. Batı ile olan temas sonucu oteller, opera, tiyatro gösterileri, Avrupai kafeler, restoranlar, baloz denen eğlence mekânları açılmaya başlanır. Bu mekânları İstanbullular nasıl değerlendiriyor?
İstanbullular deyince tabii ki Müslüman ve gayrimüslimleri bu konu için ayırmak gerekiyor. İlk dönemlerde operaya giden Müslüman sayısı neredeyse yok denecek kadar az. Tiyatro gösterileri ise herkes tarafından yoğun ilgi görüyor. Tiyatroya dair haber ve tartışmaların hemen her gün gazete sütunlarında yer bulduğunu görüyoruz. Genellikle Beyoğlu’nda konumlanmış olan Avrupa tarzı kafe ve pastanelere Müslüman kesimden giden çok kişi olduğunu söyleyemesek de, Namık Kemal, Abdülhak Hamid, Şinasi gibi Osmanlı aydınlarının yeni buluşma noktası artık bu yeni modern mekânlar. Balozlar ise buralarda ciddi bir para harcamayı göze alan her kesimden kişi tarafından ziyaret ediliyor. Ancak daha önce de belirttiğim gibi, yılın her günü devam eden ciddi bir kültür-sanat ortamı yok. İnsanların geneli sosyal ve kültürel faaliyetlerde bulunmayı sadece Ramazan ayında normal görüyor. Yılın geri kalan kısmı örneğin tiyatroya gitmek akıllarından bile geçmiyor. Bu yaklaşım Osmanlı’nın son dönemlerine kadar sürüyor. Muhsin Ertuğrul, anılarında Ramazan bitip bayram gelince, bütün bir ay boyunca tiyatroda yaşanan canlılığın birdenbire ortadan kalktığını, İstanbul’un gece hayatının bir balon gibi söndüğünü, tiyatronun adının adeta ağza alınmaz hale geldiğini anlatıyor.
Beyoğlu, diğer adıyla Pera’daki sosyal hayatı değişime uğratan en önemli tarih Kırım Savaşı (1853-1856). Bu noktada savaşın nasıl bir etkisi oluyor?

Pera, günümüzdeki adıyla Beyoğlu hemen her anlamda İstanbul’un geri kalanından farklı bir yer. Yüzyıllar boyunca İstanbul’un içinde küçük bir Avrupa gibi görülüyor. Şehrin diğer semtlerinden de belli bir oranda kopuk. Beyoğlu’nun dışarıya açılması, her kesimden Osmanlı’nın ziyaret ettiği bir yer haline gelmesi Kırım Savaşı’ndan sonra gerçekleşiyor. Savaş sırasında Avrupalı büyük devletlerle kurulan müttefikliğin etkisiyle Batıya karşı daha sempatik bakılmaya başlanması, modernleşme çabalarının etkisi, şehir içinde deniz ve kara ulaşım imkânlarının gelişmesiyle beraber insanların daha rahat bir biçimde semtlerinin dışına çıkabilmeleri gibi sebepler Beyoğlu’nu cazip bir gezme ve eğlenme mekânı yapıyor. Zaten Beyoğlu’nda eğlence mekânları da bu dönemde yaygınlık kazanmaya başlıyor. Daha önceki yıllarda içkili müzikli eğlenceler, karnaval zamanı geçici olarak açılan eğlence mekânlarında gerçekleşirken, Kırım Savaşı döneminde İstanbul’a gelen Batılı misafirlerinin yoğun talebi neticesinde bu tip mekânlar belli bir zamana özgü olmaktan çıkarak genele yayılmaya başlıyor. Savaş için İstanbul’da bulunan İngiliz ve Fransız askerler, devlet adamları, gazeteciler alıştıkları Batılı düzende bir hayat standardını kendilerine sunan eğlence mekânı, lokanta, kafe, otel vb. yerlere ciddi miktarlarda para bırakıyorlar. Yine bu dönemde Batılı devletlerin baskılarıyla asayiş, belediyecilik gibi konularda önemli ilerlemeler görülüyor. Semt daha modern bir hale bürünüyor. Savaş sırasında toplumsal anlamda yaşanan en önemli değişim ise İngiliz ve Fransızların yaşam şekillerine yakından tanık olan halkın kibar kesiminin, onlara öykünerek bu kişilerin yaşam tarzını taklit etmeye başlamaları. Batıya özenen, Batılı gibi giyinmeye, davranmaya, yaşamaya çalışan kişilerin sayısında ciddi bir artış görülüyor. Bu kişilerin en çok vakit geçirdikleri yer de doğal olarak Beyoğlu.
Beyoğlu’nda Müslüman ziyaretçi sayısı zamanla artsa da, burada vakit geçirenlere çok da iyi gözle bakılmıyordu, diyorsunuz. Beyoğlu, buradaki eğlence anlayışına hâkim olmayanlar için nasıl bir yer olarak görülüyor?
Müslüman kesim 1860’lı yıllara kadar Beyoğlu’na pek uğramıyor. Hatta kendilerini ait hissetmedikleri bu semte zorunlu olmadıkça gitmekten çekiniyorlar diyebiliriz. Beyoğlu zamanla halkın her kesiminden ziyaretçi çekmeye başlasa da, toplumun büyük çoğunluğu için her türlü kötülüğün kaynağı. Toplumun geleneksel kültüründen uzaklaşarak Batıyı daha üstün görmesini hazmedemeyenler için de Beyoğlu bir günah keçisi. Erkeklerin baloz ve kafeşantanlarda sefahat âlemine dalarak servetlerini tüketmeleri, ailelerini ihmal etmeleri, buraya alışverişe gelen kadınların Avrupa modasını takip etmek için harcadıkları yüksek meblağda paralar, Beyoğlu’nun kötü imajının en önemli sebebi. Osmanlı aydınları tarafından bile Beyoğlu bu anlamda çok eleştiri alıyor. Ancak İstanbul’da modern hayatın simgesi Beyoğlu alternatifsiz ve bu anlamda vazgeçilmez.
Mısırlı kadınların İstanbul’a nasıl bir etkisi oluyor? Kadınların daha görünür olduğu zaman dilimi sizce nasıl bir değişimle geliyor?
Mısırlı üst düzey kadınlar 19. yüzyılın ortalarında yaz aylarını geçirmek için İstanbul’a geldiklerinde, bu kadınların Avrupai hayat tarzları ve giyim kuşamları oldukça dikkat çekici bulunuyor. Osmanlı saray çevresinden kadınlar ciddi harcamalar yaparak Mısırlı hemcinslerinden aşağı olmadıklarını ispat etmeye çalışıyorlar. Her ne kadar Mısırlı kadınlar lüks harcamayı özendirmiş gibi görünseler de, modernleşmenin etkilerinin artık nüfusun genelinde hissedildiği bu dönemde Batı kaynaklı her şeye karşı ilgi oldukça fazla ve bu durum doğal olarak tüketimi tetikliyor.
Mısırlı kadınların İstanbul’a gelmeleriyle yaklaşık olarak aynı zamana denk gelen Kırım Savaşı’nın toplum üzerindeki etkilerine değinmiştim. Tanzimat’tan sonra başlayan Ramazan ve kandil günlerinde dışarıda gezinme alışkanlığı, bu yeni dönemde toplumun her kesiminden kadını da içine alacak şekilde yayılıyor. Kadınlar artık Bayezid Meydanı ve Şehzadebaşı semtlerinde bir nevi piyasaya çıkıyorlar. Ahmet Cevdet Paşa’nın bildirdiğine göre, yine bu dönemde Kâğıthane’de kadınların daha rahat bir biçimde gezinmeye başlamalarıyla birlikte iki farklı cins arasında işaretleşmelerle sevgili bulma usulü yaygınlaşıyor ve “oğlancılık” azalıyor.
Müslümanlar için kamusal eğlenceleri Ramazan, Kurban gibi bayramlar şekillendiriyor diyebiliriz sanırım. Gayrimüslim eğlencelerle karşılaştırdığımızda nasıl farklar var?
Esasında Müslüman ve gayrimüslim toplulukların eğlenceleri hem esas hem de şekil yönünden birbirine oldukça benzer. Beni çalışmam esnasında en çok şaşırtan şey de bu durum oldu. Özellikle İstanbul’un Osmanlı hâkimiyetine geçtiği ilk yüzyıllarda bu yakınlık daha fazla hissediliyor. Elbette ki bazı farklar da var. Müslüman bayramlarında meydanlarda salıncaklar, dönmedolaplar kuruluyor. Halkın geneline hitap edecek, devlet destekli, daha geniş çaplı kutlamalar yapılıyor. Gayrimüslimlerin şenliklerinde ise içkinin rahatça tüketildiği, silahların sürekli atıldığı, daha coşkun eğlenceler söz konusu.
Eğlenceler arasındaki benzerliğin sebebi, daha önce de belirttiğim gibi Osmanlı yönetiminin dinî günlerde halkın dilediği gibi eğlenmesine verdiği önem. Kurban bayramı ya da karnaval kutlamasının bu açıdan devletin gözünde bir farkı yok. Günümüzden bakılınca garip gelse de, Ramazan ayı, Osmanlı döneminde dinî taassubun baskın olduğu bir zaman diliminden ziyade dilediğince eğlenmenin mümkün olduğu bir dönem. Osmanlı kadınları Ramazan’ın gelmesini, rahatça gezmek ve eğlenmek için dört gözle bekliyorlar.

D’ohsson’un gravüründe Dans eden Rum Kadınlar, İstanbul, 1790.
Osmanlı yönetiminin sadece bazı dinî konularda hassasiyetleri var. Örneğin gayrimüslimlerin Müslüman kıyafetine bürünerek karnaval ya da paskalya kutlamalarına katılmaları hoş görülmüyor. Ancak kimi zaman padişahı eleştirmeye kadar vardırılan Osmanlı yönetimi hakkında şikâyetlerinin yansıtıldığı tiyatrovari gösterilere karşı son derece müsamahakârlar. Bu tipten gösteriler hem Müslüman hem de gayrimüslim şenliklerinde yapılıyor. Zaten seyir sanatlarında Müslüman icracı çok fazla olmadığı için, her türlü şenlikte muhtemelen aynı kişiler görev alıp benzer gösterileri yapıyorlar.
Batılı seyyahlar, Ramazan’da tutulan oruç ve geceleri devam eden eğlenceler nedeniyle, Ramazan ayını perhiz ve karnavalın bir birleşimi olarak tanımlıyorlar. Müslüman bayramlarını kendi yortu, paskalya ya da karnavallarına benzetiyorlar. Ramazan bayramını “Türk paskalyası” olarak adlandıran oldukça fazla seyyah var. Bence bu tanımlamalar uzun bir oruç ya da perhiz döneminden sonra gelen eğlenme dönemleri olan bayram ve paskalyanın benzerliği dolayısıyla yapılmıyor. Şenliklerde gerçekleştirilen gösterilerin benzerliği, herkesin kendini özgür ve rahatlamış hissetmesi bu saptamanın esas sebebi.
Kapalı sosyalleşme mekânlarının arasında meyhaneleri, bozahaneleri, kafeşantanları, restoranları, pastaneleri, otelleri, kahvehaneleri, hamamları sayabiliriz. Buralardaki değişimi daha çok Beyoğlu üzerinden net bir şekilde görebiliyoruz. Diğer semtlerde nasıl bir değişim söz konusu?
Beyoğlu ve belli bir oranda Galata, Batılı çehreleri ve kozmopolit yapılarından ötürü İstanbul’un diğer semtlerinden ayrılıyorlar. Galata, Beyoğlu’na göre denizci, hamal vs. gibi daha düşük sosyal statüdeki insanların uğrak yeri. Beyoğlu’ndaki hemen her mekânın daha kalitesiz bir versiyonu Galata’da da var.
Balozlar, Avrupai pastaneler genellikle Beyoğlu tarafında konumlanmış olsalar da, geleneksel meyhane ve kahvehaneler şehrin her tarafına yayılmış vaziyetteler. Otel ve restoranlar da nispeten az olmakla beraber özellikle şehrin kıyı şeridinde faaliyet gösteriyorlar. Ancak örneğin yabancıların Anadolu yakasında konaklaması yasak olduğu için orada özel konaklama tesisleri ve modern kafeler yok. Şehrin her tarafındaki eğlence mekânları elbette zamanla modernleşme akımlarından belli bir oranda etkilenerek daha Batılı bir biçime bürünüyorlar. Ancak Beyoğlu gibi Avrupa numunesi bir yer olmadıkları için değişimin tam anlamıyla hissedildiğini söylemek çok mümkün değil.
Açık alanlarda ise mesire yerleri, park ve bahçeler var. Ancak bir de mezarlıklar var. Mezarlıklar nasıl değerlendiriliyor?
Mezarlıkların Osmanlı döneminde gezme, dinleme ve eğlence amaçlı kullanımı yine beni çalışmalarım sırasında en çok şaşkınlığa uğratan durumlardan biri oldu. Bu konuyla ilgili, geçenlerde Twitter’da benim kitabım üzerinden bir tartışma yaşandı. Osmanlılar için mezarlıkların kutsal olduğunu, böyle bir kullanıma izin verilmeyeceğini, bu tip bir olay yaşanmışsa bile bunun ancak birkaç berduşun işi olabileceğini söyleyenler oldu. Kitabı okuyanların, mezarlıkların eğlence amaçlı kullanımı konusunda kafalarında bir şüphe kalacağını sanmıyorum. Yüzyıllar boyunca İstanbul’u ziyaret etmiş seyyahlar arasında bu konudan bahsetmeyen neredeyse yok. Seyahat rehberlerinde de İstanbul mezarlıkları en önemli gezinti mekânı olarak öneriliyorlar.

Münif Fehim’in çizgileriyle ramazanda Direklerarası...
Mezarlıklarda şenlik düzenleme, kökeni pagan döneme kadar uzanan bir gelenekti. İstanbul mezarlıklarında yemek yenip, ölülerin ruhları için çeşitli eğlenceler yapıldığı, 16. yüzyıl seyyahlarının da anlattığı bir konuydu. Günümüzün seküler dünyasında bu tip eğlenceler ölülere saygısızlık gibi görülse de, Osmanlı döneminde durum böyle algılanmıyordu, mezarlıkların bu şekilde kullanımı kadim bir âdetti.
Ayrıca mezarlıklar, Kâğıthane, Göksu gibi mesire yerlerine gitmeleri oldukça zor olan halkın büyük bir kısmı için mecburi bir mesire yeriydi. Ulaşım imkânlarının bir hayli kısıtlı olduğu Osmanlı döneminde insanlar evlerine en yakın mezarlıklarda tatil günlerini geçirirlerdi. Şehrin en Batılı yeri olan Beyoğlu’nda da modern parklar olmadığı için gezinti ve eğlence mekânı olarak kullanılan yegâne yerler yine mezarlıklardı. Pera sosyetesi hemen her gün en güzel kıyafetlerini giyerek mezarlıklarda “piyasa” denen yürüyüşe çıkar, tatil günlerinde piknik yapıp, dinî günlerde buralarda şenlikler düzenlerlerdi.
Osmanlı’da eğlence anlayışını değiştiren, belirgin farklar yaratan kişilerin çoğunlukla gayrimüslimler olduğunu söyleyebiliriz. Ancak burada sosyo-politik etkiler, padişahların kararları, değişen dönem ve anlayış da etkili. Farklı dinamikler sizce eğlence hayatı üzerinde nasıl işliyor?
Osmanlı padişahlarının kişisel tutumları sebebiyle özellikle 16-19. yüzyıllar arası bazı içki, meyhane, kahvehane yasakları yaşanıyor. Ancak yasaklar, bu tarz eğlencelerden alınan yüksek orandaki vergiye duyulan ihtiyaç yüzünden hiçbir zaman sürekli olamıyorlar. Ayrıca halkı içki ya da eğlence mekânlarından soğutmaya da yaramıyorlar. İsteyenler, kapalı kapılar ardında da olsa, bir şekilde içki ve kahve içmenin, dilediğince eğlenmenin bir yolunu buluyorlar.
19. yüzyılda Osmanlı padişahlarının kişisel tutumlarına göre modernlik ve geleneksellik arasında sürekli bir gel-git varmış gibi görünse de, geleneksellik savunusu padişahların daha çok siyasi dengeler nedeniyle başvurdukları bir araç. Bu anlamda örneğin Abdülaziz döneminde bir taraftan geleneksel gösteri sanatları altın devrini yaşarlarken, diğer taraftan Avrupa kültürü açılan yeni mekânlarla, tüketim alışkanlıklarıyla şehir hayatında iyiden iyiye yer ediniyor. Yine baskının en yoğun yaşandığı, dinî söylemin revaçta olduğu II. Abdülhamit dönemi aynı zamanda modern eğitim anlamında en fazla ilerlemenin yaşandığı, devrimci kuşakların yetiştiği bir dönem. Yaşanan iniş çıkışlara rağmen Osmanlı’nın modernleşme çabaları ve bunlara paralel olarak sosyal kültürel hayatın dönüşümü esasında bir süreklilik gösteriyor.
Peki, Cumhuriyet kurulduğunda nasıl bir sosyo-kültürel ortamla karşı karşıyayız? Hangi semtlerde hangi eğlence mekânları ön planda, kimler nerelere gidiyor?
Cumhuriyet dönemi, bazı dokundurmalar haricinde kitapta anlatılmadığı için, kitabı okumak isteyen okuyucu açısından yanıltıcı olacağını varsayarak, bu soruya bu şekliyle cevap vermem uygun olmaz diye düşünüyorum. Ancak Cumhuriyet dönemiyle ilgili görüşlerim şöyle:

1930’larda İstanbul’da Rumların düzenlediği Baklahorani (Tatavla-Kurtuluş) Karnavalı’ndan…
Fotoğraf: Pera Müzesi
Cumhuriyet’in ilk yılları değişim ve dönüşüm yılları. Cumhuriyet’in seküler yapısı, Osmanlı’nın dinî günler etrafında şekillenen eğlence anlayışını da toptan değiştiriyor. Sosyal ve kültürel etkinlikler bütün yıla yayılan bir hal alıyor, Osmanlı döneminde kısıtlı ve belli zamanlarda gerçekleşen eğlenceler esnasında yaşanan coşkunluklar yerini, seküler dünyanın düzen isteyen yeni görgü anlayışına bırakıyor. Ramazan ve dinî bayram kutlamaları giderek önemini kaybediyor. Aynı şekilde nüfusu giderek azalan gayrimüslimlerin karnaval, paskalya gibi kutlamaları da zamanla ortadan kalkıyor. Osmanlı’nın son dönemlerinde tiyatro, sinema gibi Batı kaynaklı gösterilerle beraber varlıklarını sürdüren Karagöz, ortaoyunu gibi geleneksel seyir sanatları da giderek gözden düşerek sonunda yok oluyorlar. Bu dönüşüm sürecinde yaşanan “ikilik” başka alanlarda olduğu gibi sonunda Batı kaynaklı modern kültür lehine sona eriyor.
Böyle geniş çapta bir araştırma yapmak için epey kaynağa bakmış olmalısınız. Arşiv olarak yararlandığınız kaynaklar nelerdi? Özellikle görselleri de sormak isterim.
Genel olarak birincil kaynaklardan faydalanmaya gayret ettim. Çalışmanın bir taraftan geniş bir zaman dilimine yayılması, diğer taraftan konu yoğunluğu kaynakların da oldukça fazla ve çeşitli olmasını beraberinde getirdi. Osmanlı Arşivi, vakanüvis tarihleri, dönemin Osmanlı ve yabancı basını, İstanbul’u ziyaret etmiş seyyahların seyahatnameleri, Osmanlı aydınlarının anı kitapları, surnameler, seyahat rehberleri, sefaretnameler, 19. yüzyıl Osmanlı edebiyatına ait romanlar çalışmamda faydalandığım belli başlı kaynaklar.
Metinde anlatılan eğlence ortamlarının okuyucunun zihninde canlanmasına yardımcı olacağını düşündüğüm görselleri kitapta sunmaya özen gösterdim. Gravürler, dönemin seyyahlarıyla beraber seyahat edip onların kitaplarını resimleyen ressamların resimleri, Osmanlı döneminde İstanbul’u ziyaret etmiş ressamların tabloları, II. Abdülhamit’in fotoğraf albümleri, Osmanlı basını ve yabancı basında yayımlanan resim ve karikatürlerle Osmanlı dönemini yaşamış karikatüristlerin Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde çizdikleri karikatürler gibi farklı kaynaklardan görselleri derlemeye çalıştım.
Önceki Yazı

Nyarlathotep:
Kozmik korku ve dehşetin tanıklığı
“Korku ‘duyulan’ bir şeydir, dehşete ise ‘düşülür’ hep. Lovecraft’ın kozmik korkusunda söz konusu olan da korku değil dehşettir; sonu gelmeyen, gelmesi gerekmeyen, zaten bir sonu olmayan, başı da bulunmayan, yalnızca düşülen dehşet. Hep içinde bulunulan ama ancak ‘bir noktadan sonra’ ayırdına varılan kadim garabet.”
Sonraki Yazı

Yücel Kayıran’ın Beni Hiç Göremezsin’i
“Beni Hiç Göremezsin, felsefeden psikanalize genişleyebilen çok farklı okumalara açık bir kitap. Nitekim Kayıran, 2000’li yılların başında şiiri için anahtar bir sözcük olarak depresyon kavramını önermişti: Eleştirmen erbabı içinden bu öneriyi pek dikkate alan olmadı.”