Nyarlathotep:
Kozmik korku ve dehşetin tanıklığı
“Korku ‘duyulan’ bir şeydir, dehşete ise ‘düşülür’ hep. Lovecraft’ın kozmik korkusunda söz konusu olan da korku değil dehşettir; sonu gelmeyen, gelmesi gerekmeyen, zaten bir sonu olmayan, başı da bulunmayan, yalnızca düşülen dehşet. Hep içinde bulunulan ama ancak ‘bir noktadan sonra’ ayırdına varılan kadim garabet.”

H.P. Lovecraft (kolaj)
H.P. Lovecraft’ın edebiyatını ayırt edici kılan yönlerle ilgili düşünülmeye başladığında düşünmenin sonu gelmez. Sonsuzluğa açılan bir kapıyı andırır onun edebiyatı. Yalnızca yepyeni figürler (Zhar, Herbert West, Azathoth vesaire), bütünlüklü bir mit (Cthulhu), novella’nın yenilikçi bir kullanımı (vakayiname ile kronik arasında gidip gelen bir ara form) ve benzeri, edebi açıdan pek çok ayrıksı öğe ve veçheyi kendi bünyesinin bir elemanı kıldığından değil, ayrıca sonsuzluğu kendi payına edebiyatın nesnesi haline getirdiğinden de. Bu noktada Lovecraft’ın “ana farkı”yla karşılaşırız: Sonsuzluğun keşfi. Laf olsun diye değil, hakikaten, cidden, tüm korkunçluğuyla.
Her ne kadar sıklıkla “korku edebiyatı” gibi olağanüstü derecede indirgeyici ve bugün her zamankinden fazla sakil görünen bir kategorinin içerisine yerleştirilmeye, daha doğrusu sıkıştırılmaya çalışılsa da, Lovecraft’ın edebiyatı bunun, bu kategorik çerçevenin hep ötesine geçmiştir; hâlâ da bu ötede konumlanır, muhtemelen hep de konumlanacak. Bunun en temel nedeni, onun korkudan anladığı şey ile diğer “yazar”ların ya da “okur”ların anladığı şeyin apayrı, bambaşka olmasıdır. Bu “zamanla” anlaşılmış olacak ki, onun yazım şeklinden hareketle basbayağı bir sıfat üretilmiş (Lovecraftyen), ama bunun da ötesinde, onun yazdıklarının tam bir tefsiri aracılığıyla korkuya yeni bir “janr” bahşedilmiş: Kozmik korku. Öyle bir korku ki, diğer korkulardan farklı. Ama yalnızca farklı da değil, korkunun sahnesini de değiştiren ve diğer tüm korkuları manasız hale getiren, korkuların korkusu. Korkunun majesteleri.

Genellikle bu korkuyu oluşturan öğenin bilinmezlikle tanımlı olduğu düşünülür ve bu doğrudur. Ama zaten korku da, kendi payına, “normal hali”nde de bilinmezlikten mülhemdir. Gerçekten, “doğa”sı bilinmeyen ya da bilindiği düşünülmeyen her şeyde bir tür korkunçluk sezmek olasıdır. Lovecraft da aynı kanaldadır ama o, korkunun asıl öğesinin bilinmez değil, mutlak bilinmez yani bilinmesi imkân dahilinde hiç mi hiç bulunmayan, bilinemez şey olduğunu düşünür (zaten “pozitif bilim” karşıtlığı da buradan ileri gelir). Bu anlamda korku, tam manasıyla yetersizlikten, aczden kaynaklı bir şey olarak anlaşılmalı. Bu, yalnızca basit ölüm korkusu da değildir tabii, hatta özünde kesinlikle, katiyen değildir. Daha ziyade, korkulan şeyin anlayış ve kavrayışın ötesinde olduğunu imler ki, zaten korkunç olan da budur. Bizi hakikaten korkutan şey bizim doğamıza o kadar yabancıdır ki, onun gözünde yok hükmünde olduğumuzu anlarız. O şeyin varlığı yok sayar bizi, korkunç olan da budur halihazırda: Bir şeyin varlığının bizim yokluğumuzu sinyallemesi. Lovecraft’ın korkutucu bulduğu, tam manasıyla korkunç addettiği tek şey budur.
Ama yine de, İngilizcede bu ayrımı yani korkuyla kozmik korkunun nesnelerini veya yarattıkları haletiruhiyeyi ifade etmek için daha net bir terminoloji söz konusu, dolayısıyla ifade edilmeye çalışılanı özgülleştirmek mümkün. Lovecraft’ın bilinebilir olmayan bir bilinemezi korkunun nesnesi kıldığı düşünülecek olursa, buna horror’dan ziyade terror yani korkudan ziyade dehşet demek daha uygun düşer. Korku “duyulan” bir şeydir, dehşete ise “düşülür” hep. Lovecraft’ın kozmik korkusunda söz konusu olan da korku değil dehşettir; sonu gelmeyen, gelmesi gerekmeyen, zaten bir sonu olmayan, başı da bulunmayan, yalnızca düşülen dehşet. Hep içinde bulunulan ama ancak “bir noktadan sonra” ayırdına varılan kadim garabet.
Kozmik korkunun sonsuzlukla ilişkisi, aslına bakılırsa kendinden açıklamalıdır. Korkunun kozmik sıfatıyla tanımlanması, onu daha en baştan evrensel bir çevrimin, dolayısıyla sonsuzluğun içine sokar. Dünyevi değil de kozmik ölçekte korku sonu gelmeyen, zira başı olmayan, öyleyse insandışı ve kesinlikle çıldırtıcı bir korkudur. Lovecraft’ın karakterlerinin büyük bir çoğunluğunun delirmesi (asla deli olması değil) bu anlamda, paradoksal şekilde, gayet makuldür (Cthulhu’nun Çağrısı bunun en ünlü örneği). Lovecraft’ta delirmek bir süreçtir, kendinde delilik ise yoktur; deli olan gerçek bile addedilemeyecek, şok edici bir varoluş kipiyle karşılaşan, hissetmediği tipte bir yeğinliğe maruz kalandan başkası olmayacaktır. Lovecraft’ın aklı bir hiçin ifadesi olarak görmesi normaldir; çünkü onun korkusunun nesnesi yalnızca sezgiyle kavranabilir, o da kısmen. (Lovecraft’ınkinden daha antipsikanalist bir edebiyatı ancak Kafka’da görürüz herhalde.)
Kozmik korku bu anlamda Immanuel Kant’ın yüce dediği şeyin karanlık bir halini yankılar. Kantçı anlamda yüce, güzel fakat yine de ürkütücü bir şeydir basitçe: Örneğin bir dağın eteği ya da bir uçurumun göbeği. Lovecraft ise yüceyi güzel tüm niteliklerinden soyutlayıp ona doğaüstü bir nitelik bahşeder. Kant yüceyi genellikle doğada, insanın içinden geldiği ortamda bulur; oysa ki Lovecraft yüceyi insandan tamamen bağımsız kılar; onun yücesi doğadışı olandır. Karanlık yüce.
Yücenin bir sonsuzluk hissi yarattığını biliyoruz. Kant’ın dağları ve uçurumları, tam olarak yukarı ve aşağı bir bitimsizlik hissi yaratmasından ötürü seçilmiş, deneyimleyeninde vertigo oluşturan “doğa formları”dır. Karanlık yüce de sonsuzluk hissini yaratır, ama çok daha ilkel bir anlamda. Lovecraft’ın okyanusların dağlardan daha kadim olduğunu söylemesi boşuna değildir. Dağın eteği hâlâ görünürdür, okyanusun derinlikleri ise gitgide görünmezleşen, karanlık bir dehlizi andırır. Okyanusun dibi sonsuzluğu yankılar, zira bu dip karanlıktır; görülemez, dolayısıyla bilinemez. İnsan gibi bir canlı için değildir okyanusun dibi, Lovecraft da bu yüzden tercih eder onu. Her ne kadar “deliliğin dağları” da olsa, yine de bu dağın eteği değil içidir, dağın en karanlık, en ücra, en izbe, en loş bölgesidir. Deliliğin Dağlarında bu tip bir mekânda geçmişti.
Kozmik korku, korku yerine dehşet, karanlık yüce. Şimdiden çok fazla kavram söz konusu. Ama bunların hepsini birbirine bağlayan kavram sonsuzdur. Bir burç ya da his olarak sonsuz. Sonsuzu gerçek anlamında kullanıyoruz: Zamanın ötesinde bulunan ya da bulunma hali. Lovecraft sanki bu halde bulunan şeyleri, daha doğrusu sonsuzu cisimleştiren varlıkları korkutucu bulur en nihayetinde. Onlar ki dehşet yaratır, kozmik bir korkuyu salar. Lovecraft’ın karakterleri ise bu dehşete tanıklık eder. “Öteki”lerin varoluşunun adı onlar için dehşettir, bu “varlık”lar “tehlikenin sinyali”dir aslen. Ama işte, bu dehşetten, ne hikmetse, bir şekilde kaçıp kurtulabilmiştir onlar, yarım yamalak aktardıkları da Lovecraft’ın anlatısını oluşturur. Bu yarım yamalaklık ise (tabii ki dilin yetersizliğinden) söze dökülemez ve büyük oranda “adlandırılamaz” olanın varlığından ileri gelir, ama ayrıca (kısmen) deneyimin direktliğinden de. Birinci tekil şahıs, Lovecraft’ta “ben”in hislerini aktarma aracı değil, özel bir tanıklığın, dehşetin tanıklığının kaydedilmesini sağlayan kiptir; kozmik korkunun kaydını tutar. Korkuyla yazılmıştır, korkuyla okunur.
“Nyarlathotep”in bu kayıtların bir diğerini oluşturduğunu söyleyebiliriz. İlginç bir kayıttır bu. Bu tip çoğu kayda göre kısadır; Lovecraft’ın iki üç sayfalık düzyazı şiirlerini andıracak şekilde dört beş sayfalık bir metindir. Kısalığı ezoterikliğini artırır. Ama bir yandan da fazlasıyla açık, yer yer betimleyici bir dille yazılmıştır. Farklı olan ise şudur: Tanıklık bu sefer bir “sonuncu”nun tanıklığı olur ve bu tanıklık, okuyanı bir “boşluğun” yerine koyar. Mealen değil, cidden: “Nyarlathotep… sürünen kaos… ben sonuncuyum… beni dinleyen boşluğa anlatacağım…” Ürkünç bir girizgâh. Ya da aeon’ları aşan “yaşlılar” (Lovecraftyen old ones) için denebileceği gibi: Dehşetengiz.
Daha en baştan dil yetisindeki bir kaybı, şok kaynaklı bir afaziyi sezeriz bu öyküde. Atlamaların, kesintilerin, elipsislerin imlediği şey budur. Dile gelmez olan, yalnızca ismiyle hitap edilebilir, ismi de cismi kadar çarpık o şey, Nyarlathotep, yalnızca bir üç noktayı getirir beraberinde. Belki de bu, o şeyin “gerçek yüzü”yle ilk karşılaşılan ânın hatırasının ağırlığındandır; zira öykünün devamı “mazi”den başlar ve kolaylıkla (hikâye denen şey fazla insani olduğundan) devam eder. Hikâyenin sonunda, “insanı aşan” dorukta kesilene dek (Lovecraft’ta doruklar genellikle insandışı bir şekilde nakatartiktir; onlar aracılığıyla arınmadığınız yetmezmiş gibi, daha da pisliğe bulanırsınız).
Nyarlathotep’in üç özelliği vardır: Yüz yılları aşan bir varlık, tekinsiz bir duyum gücü ve bir işaret olmak. Bu özellikler hep birlikte onu sonsuzlaştırır; kendi içinde olmasa dahi insan için. İnsanın limitini (özellikle de duyusal ve zamansal olarak) aşan her şey, onun sonluluğunda kavranamaz niteliktedir ve sonsuzun kapsamına girer. Bu da Lovecraftçı sonsuzdur: İnsanı her anlamda aşan, insanın sonunu, ucu bucağını göremediği şey. Kaybolma ufku olmayan bir entite diyelim buna. Nyarlathotep da o türdendir işte. X-Men evrenindeki Apocalypse’in net ilhamı olan, kıyameti getirmeye değil de kıyamet geldiğinde gelmeye, “kıyamet olma”ya programlı bir varlık.

Nyarlathotep
çev. Betül Kadıoğlu
Can Yayınları
Nisan 2022, 2. baskı
56 s.
Öncelikle, Nyarlathotep’in “yirmi yedi yüzyılın karanlığından çıkıp geldiğini” biliyoruz. Lovecraft en baştan vurgular bunu. Ve onun zamanını insanınkinden dramatik bir şekilde değil, kozmik devrelerle ayırır. Nyarlathotep öyle bir varlıktır ki, hem insanlar arasında gezip tozar hem de bilinen haliyle insan var olmadan çok önce de vardır. Nyarlathotep bu anlamda sonsuzda konumlanır, insan sonsuzu görür onda. Mantığıyla bile, şaşılacak bir şekilde, doğrular bunu: “Benim türümden çok önce vardı o, sonra da olacak.” Ağaçlar gibi, köpekbalıkları gibi, kıtalar gibi.
Nyarlathotep’in duyum gücü de en az yaşam periyotu kadar sonsuza aittir. İnsanın beş duyusuyla kavradığından yani beş kanal aracılığıyla duyduğundan, hissettiğinden çok daha fazlasını duyar, hisseder o. İnsanın işlediğinden daha fazla kanalla işler evreni. Kendince “gezegenin dışından mesajlar” duyar, “başkalarının görmediği manzaraları” izler. Ve işin kötüsü, bunları deneyimini bu deneyimi kaldırma gücü olmayan “fani”lere sunup onlara kafayı yedirtir. İnsan, duyularını genişletmeyi, genleştirmeyi yalnızca mekanik yollarla bilen insan, ne organik ne de mekanik ama tinsel olan, diyelim ki demonolojik bir duyu gelişimini kaldıramaz. Öyle ki, böyle bir deneyimin kendinden bağımsız var olduğu düşüncesi dahi ağır gelir ona. Ama “korkunun ecele faydası yok”tur. Nyarlathotep duyacağını duymaya ve insanlar içinde yaşamaya devam eder ki, en kötüsüdür bu: Biraz tanıdık, biraz yabancı; tekinsizlik hissini doruğa çıkaran, klon ile hisli robot türevi bir şey.
Bir işaret olmak: Nyarlathotep’in son vasfıdır bu. Ve zamanın yitip gittiği, manasızlaştığı sonsuzluktan geldiği gibi, duyumsayabileceklerinin sınırı, haddi hududu olmadığı gibi, bir işaret olarak da sonsuzluğu getirir beraberinde. Bunu da ilkin bir kıyamet alameti, son olarak ise has bir kıyamet olarak getirir. Lovecraft, öykünün başında boşu boşuna siyasi ve toplumsal çalkantılardan, mevsimsel düzen bozukluklarından ve türevinden bahsetmez. Sırasıyla insanın kurduğu ve tabi olduğu düzenin toplu, entegre bir bozulmasıdır söz konusu olan. Ve bir işarettir: Nyarlathotep’inki. Ama işte, öykünün sonlarına doğru alamet kıyamete dönüşür; kendi kendini doğrulayan bir kehanet misali (terrible hyperstition). Öykü başladığında olduğu gibi, hatta daha da büyük bir kafa karışıklığıyla son bulur. Tüm ruhları kaçırıp dans ettiren Nyarlathotep insanları oyuncak mı yapmıştır kendine? Her halükârda, kıyamet fazla insani bir “olay” olarak kalır bu öyküde; zira bir kıyamet öncesinde, “eli kulağında” kıyamet beklentisi içinde, bu tür bir zaman aralığında ve haletiruhiyede bir anlatıcıdan dinleriz olup biteni. Ama en çok da bu anlatıcı hisseder sanki sonsuzluğu, sonlu bir varlık olmasına karşın (ve hissettirir onu bize yazdığıyla, sonsuzluğa karışıp karışmadığını bilmememize rağmen). Başı ve sonu olmayan varlığı deneyimleyişi, ona başsız ve sonsuz bir evrende var olduğunu hatırlatır bir nevi. Ve kıyamete programlı olduğunu o an (anlatı zamanında ise en başta olur bu) anlar. Nihilizmin hiç bu kadar insandışı bir tanımı olmadı. Bir karanlık Spinozacılık.
Bütün bunlar hesaba katıldığında Nyarlathotep gizemi çözülemeyen bir varlık olarak kalır. Ama tabii ki anlatıcı, neredeyse klişe ve bahtsız bir Lovecraft karakteri olarak sağduyulu olduğundan, Nyarlathotep’ten korkmayabileceğini düşünür: “Yüksek sesle bağırdım, korkmuyorum diye; hiçbir zaman korkmayacağım diye; diğerleri de beni sakinleştirmek için bağırdılar.” Fakat tabii ki korkar. Bir açıklamasını bulmayı hiç mi hiç arzu etmeyeceği şeyleri gördüğü an gerçekten korkar. Öykü boyunca süren mırıldamalar, fısıltılar, çığlıklar, uğuldamalar öykünün sonundaki paranormal ritüelle birlikte kesilir. İnsan namına bir şey kalmaz ortada. Söze hacet kalmaz, ses çıkartacak soluk dahi alınamaz. Uzayda çığlık atsak da kimsenin bizi duyamayacak olması pek manidar değil mi?
Michel Houellebecq, Arthur Schopenhauer üstüne yazdığı (pek öznel) monografiyle birlikte belki de en iyi kitabı olan H.P. Lovecraft: Dünyaya Karşı, Hayata Karşı’da, Lovecraft’ınkini bir “ritüel edebiyatı” olarak adlandırıyordu. Bundan kastı, bir yazar etrafında değil, bir yazarın oluşturduğu mitler etrafında, mitik bir kült etrafında toplanan bir okur bütünü olduğu kadar, edebiyatın ritüelistik bir işlevinin devreye yeniden sokuluşuydu. “Yeniden” diyoruz, zira bu işlev “modern dönem”de eşi benzeri olmayan bir edebilik olduğu kadar, “kadim metin”lerin çoğunun yarattığı etkiyi tanımlar. Sözgelimi, Lovecraft’a Marcel Proust benzeri bir yazardan daha zıttı olamaz. Yalnızca biçim, üslup ve konu açısından ikisi arasında dramatik bir fark olduğundan değil, birinin edebiyatı “ben”le olmasa da “kendi”yle ilgiliyken, diğerininkinin adı zar zor konan varlıklar, yer yer dile dökülemez yeğinlikler ve doğaüstü ve doğadışı olaylarla ilgili olmasıdır (mizantropa karşı snop). Lovecraft’ı okuyanlar, bugün dahi, hâlâ onu bir kâhin ya da mehdi gibi okur; zira o kitaplarıyla bir külliyat değil, bir din oluşturmuştur. “Nyarlathotep” de bu bağlama girer. Asla dile dökülemeyecek bir dinin yazıtı gibidir. Tanrısı biçimsiz, kitabı meçhul, inananları ise namevcuttur. Yerden yukarıda, semanın ardında, kozmosun derinliklerinde dinin dönüştüğü şey bu olmasın sakın?
Önceki Yazı

İvi Stangali: Sürgünde kararan bir ışık
“Kızı Maya’ya göre, İvi’nin yaşamının ikinci yarısıyla ilgili anlatılacak şeylerin bir önemi yok. Maya’nın cümlesiyle, ‘Yıllar boyunca sonsuza dek tekrarlanan tek bir gün.’ Sanatla, dostluklarla zenginleşmiş bir yaşamı ‘tek bir gün’e hapseden felaketin Yunancada tek kelimelik bir ismi var: Apelasis yani sürgün.”
Sonraki Yazı

Özgü Çilli ile söyleşi:
Osmanlı’da Eğlence – İstanbul’un Sosyal ve Kültürel Hayatından Manzaralar
“Osmanlı'da Müslüman ve gayrimüslim toplulukların eğlenceleri hem esas hem de şekil yönünden birbirine oldukça benzer. Beni çalışmam esnasında en çok şaşırtan şey de bu durum oldu. Eğlenceler arasındaki benzerliğin sebebi, Osmanlı yönetiminin dinî günlerde halkın dilediği gibi eğlenmesine verdiği önem. Kurban bayramı ya da karnaval kutlamasının bu açıdan devletin gözünde bir farkı yok.”