Onur Köybaşı ile Süperstar üzerine:
“Şiirde farklı olana dikkat çeken her şair kuir’dir.”
Son kitabı Süperstar, 2024 yılı sonunda 160. Kilometre tarafından yayımlanan şair Onur Köybaşı’yla yeni kitabı, şiir serüveni ve kuir şiir üzerine konuştuk...

Onur Köybaşı
Merhaba Onur. Kişisel tarihçenin özellikle değinilmesini isteyeceğin noktalarıyla birlikte, seni Süperstar’a ulaştıran şiir yolculuğunu anlatır mısın biraz bize?
İlk kitabımda yayınevi tarafından “Günümüzde şiir okunmuyor, gel bunları düz metin, şiirsel metin haline getirip basalım” denmesiyle birlikte şiirlerim bozguna uğratılıp başka bir kitap haline getirildi. Tabii bu bozgunda benim de çocuksu heyecanımın payı oldukça büyüktü. İlk kitabım iyi satış yapınca benden ikinci kitap istendi, ben de hazırladım. Ama içime sinmeyen bir şeyler vardı; ben şiir yazmak istiyordum, yayıncının isteğini karşılayan biri olmak değil. Sanki çok tutan şarkıların söz yazarı gibi fabrikasyon üretime çekiliyordum. Üçüncü kitabımda buna dur dedim ve artık sadece şiir olması konusunda direttim; öyle de oldu. Ama içime sinmeyen, olmayan bir şeyler kafamı kurcalamaya devam ediyordu. 2010’dan 2019’a kadar kendi dilimi ve özgünlüğümü aradım durdum, ta ki 2020’de Sub Press’ten çıkan Punk DNA’ya kadar. Punk DNA’da şiirim büyük bir kırılma yaşayarak kendini buldu. Artık daha özgürdüm yazarken; şiirimi sokağa çıkardım, barlara götürdüm, dans ettirdim, seviştirdim, okuyucuya nah çektirdim, tüm o yüklerden sıyırdım. Kocaman bir dans pistinde hissediyordum kendimi, içinde bir ritim bulmuştum onların. Öfkeyi gizlememenin ne denli güzel bir aura yarattığını da gördüm. Tabii bu süre zarfında filmler izledim, müzikler dinledim, kendimi doğru beslemenin nasıl bir obeziteden kurtardığını da gördüm. Ağır abi edebiyatın yüzüne vura vura “Ben buradayım” dedim. Ben edebiyatçılık oynamayı reddettim şiirlerimle. Ahbapçı tayfasında olmadım hiç mesela.
Süperstar tam da bu dönemin olgunluğunu yansıtan bir kitap oldu, 2020-2024 yılları arasında yazmış olduğum şiirlerden oluşan bir dosyaydı. Süperstar bir anti-kahraman aslında. Çok özel güçleri var onun, çok havalı ayrıca. Bir hom(o)less; evi başka bedenler ve kocaman dans pistleri. Bir yandan da çok hüzünlü ama dramatik değil, burnundan kıl aldırmayacak kadar havalı. Doğru kabul edilen şeyleri bozup deforme ederek, “Böyle çok daha güzel” diyebilmenin, dedirtebilmenin şiirleri. Süperstar kendime ait bir dünya, kimseye yaranmak ya da alkışlanmak için yazılmadı; kendimle örtüşmemin, reddetmenin, reddedilmenin, buraya kadar ve bundan sonra demenin dünyası.
Geçenlerde şair Levent Karataş, “160. Kilometre’nin Oscar Wilde’ı kimdir?” diye bir espri yaptı senin için. Emre Varışlı’yla yaptığın söyleşideki “cinsel devrim” sorusuna çok gülmüş. Bu açıklık, doğrudanlık, teklifsizlik üzerinde durmak istiyorum biraz. “Konu Sadece Bu Değil” şiirinde “oyunu ciddiye almanın bir vahşet oluşu”ndan söz ediyorsun. Dünyanın banalliğiyle, konformizm biçimleriyle, heteronormatif ikiyüzlülüklerle uğraşan iyi gözlemci bir kuir sarkazmı mı desem tarif etmek istediğim şeye? “Tekinsiz”, “tedirgin edici”, “rahatsız edici” de şiirin için birkaç kez kullanıldığına rastladığım sıfatlar. Dizelerinde gezinen “kader kadar cilveli” bu şiir personası nasıl biri? Aşırı mı net, eminliğini haklılığından alan biri mi, çok mu iddialı, pervasız mı, belli bir nöro-çeşitli dümdüzlüğü mü var onda, sadece çocukça bir naiflik mi? Yoksa tanımlanmaya-gelmezlik hakkını mı kullanmak ister?
Levent’le şakalaşırız hep, hoşuma da gidiyor. 160. Kilometre’nin Oscar Wilde’ı değil de, bir William S. Burroughs’u olmak isterdim ama... :)
Emre Varışlı’yı bir şairden çok bir sanatçı olarak görüyorum. O bir ilham kaynağı bir yandan da. Birkaç kez bir araya geldik; arkadaşlığı da oldukça iyidir Emre’nin. Yapmış olduğumuz röportaj inanılmazdı; harika dönüşler okumuş, hatta “Emre’yle beraber bir şeyler yapın” mesajları da almıştım. Kısmet tabii.

Köybaşı
Bir şeyleri çok ciddiye almak bana vahşet gibi geliyor. Ciddiye almaktan kastım, fazla ciddiye almanın bir şeyleri cehenneme çevirme potansiyeli. Oyunun oyun olduğunu unutma tehlikesi. Mutlu olmayı, zengin olmayı, bir şeylere sahip olmayı, konforu, hazzı, şiiri, şairi ve daha birçoğunu fazla ciddiye almanın trajedisi. Bu gerçeklik stüdyosunu sarsmak elbette rahatsız edici, tekinsiz ve tedirgin edici gibi görünebilir. Haklı olmak gibi bir kaygının zemininde ilerlemekten çok, silip yeniden yazarak o zemine mayınlar döşemek, şiirsel patlamanın ne kadar canlı ve hayat veren bir şey olduğunu göstermek belki de yapmak istediğim. Düşünme ve hissetme konusunda bir naifliği de var. Duygunun icadı; kendisi olamamanın, sözcüklerle kendisi olmanın performansı. Yazdığın tüm sıfatlar karşılayabilir tarif etmek istediğin şeyi. Bu şiirin personasından çok bu kitabın personası bu aslında. Yer yer Almodovar’ın Patty Diphusa’sı, yer yer David Lynch’in bir karakteri gibi. Oyunu yeni bir oyun kurmak için bozan edebi bir yıldız bu persona.
Kitaba adını veren “Süperstar”ın ismiyle müsemma, gösterişçi, şımarık, yıldızlarda gezen bir şiir olacağını beklemişim okumadan önce, farkında olmadan. Oysa şiiri okuduğumda ve dinletilerde senden dinlediğimde bana içsel bir yas merasimi, kendi kendine yapılmış bir cenaze konuşması duygusu verdi, kitabın acıyla en doğrudan karşılaşan şiiri: “Ülkenin bagajında / Şimdi o bir ölü / Göğsünde taşıdığı yaz mevsimi / Sana miras / Ağlamak yok / Ayağa kalk ve haykır: / BENİM BABAM BİR SÜPERSTAR!” Bu şiirin hikâyesi nedir diye sorabilir miyim?
Süperstar bir cenaze Barbie’si aslında. Hayatın tüm o dramasında şiirle kahkaha atıyor ve sinirleri bozuyor. Çok doğru temas etmiş kitap sana. Evet, kitabın ismi gösterişçi, şımarık, hatta ikonik gibi görünse de, içinde barındırdıkları madalyonun diğer yüzü. Instagram’daki herkesin hayatlarını inanılmaz mutlu gösterme sahteliğindeki o aldatıcı gösterişe bir gönderme olarak da adlandırılabilir. Kitabın ismini Ahmet Güntan koydu ve bu anlamda ne kadar doğru bir yere temas ettiğini de görmüş bulundum.
“Süperstar” şiirinin hikâyesi şöyle gelişti; Pelerin Fanzin’in “Kuir” sayısını (Sayı X) hazırlamam için Levent Karataş bana bir teklifle gelmişti, ben de heyecanla hemen kabul etmiştim. O sayı için bir şiir yazmam gerekiyordu. Birkaç gün üzerine düşündüm. Bir baba zihnimde canlanmaya başladı, ama tam olarak ne istediğini bilmeden kafamda dönüp duruyordu. Sonra hayatı ellerinden alınmış, peruğu giyotinde vurulan, çocuğu olan bir baba tahayyül ettim. Onu çocuğuna anlatma görevini üstlendim bu şiirde. Babasının muhteşem güzel oluşunu, dansa, müziğe ve benliğine nasıl sıkıca tutunduğunu aktarmaya başladım.
Her şeyde olduğu gibi gurur duyma biçimi de öğrenilmiş gibi geliyor bana. Nasıl seveceğimizi, nasıl yaşayacağımızı, nasıl mutlu olmamız ve nasıl yas tutmamız gerektiğini hep öğretilenler üzerinden göstermeyi öğrettiler. Bununla birlikte öğrenilmiş davranışların dışına çıkmamayı da tembihlediler bize. “Süperstar” şiiri, o öğrenilmiş imrenmeleri de rujunun tersiyle itiyor.
Seni büyüleyen şeyler neler? Şiirde elbette. Yaratıcılığını tutuşturan kişileri, şiirleri, hisleri, şeyleri sormak istiyorum.
Cesaret beni büyülüyor; biçimde, söylemde, düşüncede, duyguda ya da her ne şekilde olursa olsun, kendini doğru ifade eden cesarete hep tav oluyorum. Dile getirilmek istenen meselelerdeki samimiyet de bu ölçüde büyülüyor. Ayşe, bi’ baksana etrafa; herkes kendinin ünlüsü ve iletişim kurmakta hep mesafeliler. Bu beni çok şaşırtmakla beraber üzüyor da. Samimiyet bu sebeple çok kıymetli geliyor bana.
Yaratıcılığımı tutuşturan kişiler dönemsel olarak değişkenlik gösterebiliyor. Çok yeni bir şiir kitabı, bir şarkı, bir film, bir sergi, bir fotoğraf yaratıcılığımı alevlendirebiliyor. Bildiğimiz tüm disiplinlerdeki, bize dayatılmaya çalışılan zeminleri değiştiren, değiştirmeye çalışan her iş beni çok heyecanlandırıyor. Arkadaşlarımla yapmış olduğum sohbet ya da tutkulu bir sevişme, hatta sevişememe yaratıcılığımı tetikliyor.
Şiirinde ilgimi çeken şeylerden biri de çeşitli erkeklik sahneleri. “Anons”, “Pop Art”, “Sinyal” gibi şiirlerde karşımıza çıkan erkek figür(ler)den söz ediyorum. Onun yer aldığı sahneleri betimleme ve ifade gücün ayrıca çok çarpıcı. Bir yerde “Konuşmaya başlasak?” diye teklifte bulunuyorsun bu figüre, ama galiba bu figür hiç sadede gelmiyor. Bazen fena benzetiyorsun onu, bazen “Ben senin uzanamayacağın yerinim” diye meydan okuyorsun. Onun uzanamayacağı yerde ise hem Şeker Portakalı hem Yumuşak Makine okuyan, oyuncak bebeklerini öpüştüren, bir zamanlar Sovyetler Birliği tarafından yasaklanmış başka bir erkek figürü, bir “Candy Boy” var. Sence hangisi daha kırılgan; betimlediğin ilk figür mü, yoksa Candy Boy mu?
Bahsi geçen şiirlerde ikiyüzlülüğün uç örnekleri var aslında. Bu riyakârlık kader değil. Tuhaf bir rol yapma geleneğinin getirdiği sahneler. Sinyal şiirinin diğer şiirlerden yapısal olarak ayrı bir tarafı var; üst kısımda şiirin klasik haliyle yer alırken, alt metinlerde şairin iç sesini okuyoruz. Çünkü karşısında kendi dürüstlüğünde bir muhatap bulamıyor ve hep konuşmaya başlamak üzere yarı yolda bırakılıyor. Yani şiir ilerlerken etrafta dönen iç ses vantilatörleri şiirle beraber ritmik ilerliyor. Ve elbette sadede gelmedikçe öfke daha da belirginleşmeye başlıyor, daha duygusal bir öfke.
Aslında her iki figür de kırılgan, sadece biri diğerine göre kırılganlığını göstermekten imtina ediyor.
Evet, okuru halihazırda “tuhaf” olanın, “öteki” olanın, “norm dışı” olanın gözünden “normal”e de baktırıyor Süperstar’daki şiirler. (Dizeler boyunca okura seyrettirdiğin bu normal’e, şiirlerdeki o kanıksamış sese rağmen, ben okur olarak güçlü bir öfke duymaktan kendimi alamadığımı söylemeliyim.) “Norm dışı” olansa aynı zamanda kendini manifestleyerek toplumsal ötekileştirme mekanizmalarına da karşı koyuyor gibi: “Tek derdiniz Yusuf hayal etmem / Yüzünüzde her şey yolunda makyajı / pankart gibi açık olmamdan endişeli / bana bakıyorsunuz.” Kuir şiir ister istemez politik bir alan gibi geliyor bana, her şair doğrudan bu kasıtla yazmasa da. Sen ne dersin? Bu açıdan şiir senin için ne ifade ediyor? Örneğin varoluşunu ifade ettiğin bir alan mı, bir özgürleşme ya da keşif pratiği mi, bir karşı koyuş biçimi mi?
Bence ülkemizde kuir şiir oldukça yanlış anlaşılıp yanlış tanımlanıyor. Bana göre bir şiirin kuir olması için bu şiiri meydana getiren şairin cinsel eğilimlerinin ya da şiirde merkeze alınan duygunun bir kimliğe bürünmesine gerek yok. Şiirin dışlanan ya da herhangi bir şekilde herhangi bir dirençle yok sayılan, çekinilen, korkulan, küçümsenen, görmezden gelinerek üzeri örtülmeye çalışılan tarafı hep kuir’dir. Ya da şiirde farklı olana dikkat çeken her şair kuir’dir. Bu benim için sinemada da öyle, müzikte de. Mesela Lale Müldür’ün kendisi de, şiirleri de çok kuir. Sevim Burak da öyle; öykücülükte kuir bir yazardır.
Şiir benim için bir yandan çok şey ifade edip bir yandan da hiçbir şey ifade etmiyor. Hayatın bir parçası gibi. Kendini ifade edememek de bir şiir olabilir. Muhtemelen bu ifadeler zaman zaman bende değişiklik gösterecektir. Şiir benim için kendimle iletişim biçimidir. Kabul ettiklerimin ya da karşı çıktıklarımın dizili keyfi. Keyif almaktır şiir, insanlığın tüm o çelişkileriyle, hatta kendi çelişkilerimle yüzleşip kendimi yeniden versiyonlamak. Yanlış yaptığını düşünen ebeveynlerinin “Doğru odana!” deyip seni kendinle yalnız bıraktıkları andan itibaren kendine döndüğün ve içinden sayıkladığın her şeyin şiir olabilmesi gibi. Bazen şiir benim için bir parti gibidir ve bu partiye herkes katılabilir, eğlenip keyif alabilir, hüzünlenebilir; parti sonunda kavga da çıkabilir! Son olarak şöyle örnekleyebilirim: Şiir bazen Lars Von Trier’in Dogville’i gibidir, bir sayfada birçok dekor görebilirsiniz ve okurken o çizgileri fark etmeniz oldukça zordur.
Türkçede kuir şiir henüz –edebi bağlamda ya da karşı kültür açısından– kanonize olmasa da, Ece Ayhan, Birhan Keskin, küçük İskender, Arkadaş S. Özger, Ahmet Güntan, Murathan Mungan, Sami Baydar, daha genç kuşaktan Emre Varışlı, Okan Yılmaz, İlker Hepkan ve senin gibi şairler üzerinden her biri kendi özgül tarzını koruyan belli bir kuir şiir estetiği üzerine de konuşabiliriz belki. Dünyadaki birçok kanalı takip eden biri olarak sen nasıl görüyorsun Türkçedeki kuir şiirin manzarasını?
Türkçede kuir şiiri bir akım ya da bir dönem olarak görebilmemiz pek mümkün değil. “Kuir şiir”, “anti-lirik”, “somut şiir” kavramları gibi kullanılabilir. Çok daha eskilere gittiğimizde de şiirde kuirliği görüyoruz zaten. Ben şiirimi sadece kuir olarak tanımlamam mesela. Türkçede 2000’ler şiiri oldukça kıymetli; bir şeyleri denemenin cesaretini görmek açısından. Bu denenen şeyler şiiri oldukça zenginleştirdi ve zenginleştirmeye devam ediyor.