Ömer F. Oyal ile söyleşi:
“Geçmişle bugün arasında bir doku birliği”
“Genellikle tutku kelimesi daha olumlu bulunuyor ama tutkuda doğaya, belirlenemezliğine dair bir tını varken saplantı zihinsel süreçlerin, bir odaklanmanın sonucu. Hatta belki de tutku uçucu geçici bir şeyken saplantı bir sürekliliğe sebata ve ısrara işaret ediyor. Bizleri farklı kılan, sahih kılan saplantılarımızın derinliği ve sürekliliği.”
Ömer F. Oyal
Sizin romanlarınız söz konusu olduğunda ilk merak ettiğim konu, tarihî bir dönemi veya o dönemdeki bir olayı merak edip araştırmaya başladıktan sonra şimdiki zamandaki hikâyenizi bunun üzerine mi inşa ettiğiniz, yoksa şimdiki zamanda oluşan hikâyeyi tarihsel bir dönemle mi bağdaştırdığınız. Masanıza oturmadan önceki süreci, sizin dünyanızda olayların nasıl geliştiğini, ritüelinizi merak ediyorum.
Okuru geçmişe gidildiğine, geçmişin tamı tamına yansıtıldığına ikna etmeye çalışan romanları okumayı da, yazmayı da pek tercih etmiyorum. Böyle bir ikna çabasına girişmeyip geçmişi bugüne getirmek bana daha doğru geliyor. Bunun yanında her roman için kendime bir dizi negatif çizgi çekiyorum. Şöyle olmasın, ama böyle de olmasın, şöyle bir ruh hali yaratsın, ama falanca duygulardan kaçınılsın gibi. Daha sonra da kendime koyduğum engelleri aşmanın yolunu aramaya başlıyorum. Yazılan kitabın formu ve dokusu biraz da bu engelleri aşma çabasının sonuçları üzerine inşa oluyor diyebiliriz.
Öncelikle bir dönem, kişi veya bir tema üzerine karar veriyorum. Örneğin hep 17. yüzyıl üzerine bir kitap yazmak istiyordum ama bunun Evliya Çelebi üzerine olması birtakım rastlantıların eseri.
Sonraki aşamada o dönem üzerine pek çok kitap okuyorum, bu kitap özelinde konuşacak olursak Seyahatnâme’yi, Nuran Tezcan Hoca’nın ve Dankoff’un ilgili kitap ve makalelerini, o dönemin Kahiresi’ne ilişkin kitaplar okuyorum. Benim için tarihsel ve olgusal gerçeklik son derece önemli; anlatılan eğer gerçekten yaşamış bir kişiyse o kişinin hatırasına saygı da son derece önemli. Yine bu kitap özelinde konuşmak gerekirse, bahsi geçen her şeyin Seyahatnâme’de bir karşılığı var. Bu ön çalışmadan sonra şimdiki zamandaki hikâyenin ne olması gerektiğine karar veriyorum. Bu anlamda evet, şimdiki zamandaki hikâyeyi geçmiş üzerine inşa ediyorum. Ama yazı süreci elbette bundan daha karmaşık ilerliyor. Çünkü geçmişle bugün arasında da bir doku birliği olması gerek.
“BENİM YAPTIĞIMA KLASİK BİR METNİN AKIŞKANLAŞTIRILMASI ÇABASI DA DENEBİLİR. BUGÜNÜN ÇOK FARKLI DÜNYASINDA YENİDEN ANLAMLANDIRILMASI ÇABASI. SEYAHATNÂME BU ANLAMDA BENZERSİZ BİR KİTAP.”
Daha ismiyle beraber farklı bir yere konumlanan romanınızı yazmaya sizi davet eden şeyler nelerdi? Diğer romanlardan farkının ne olmasını istediniz?
Daha önce söylediğim gibi, bir 17. yüzyıl anlatısı yazmak istiyordum. Zaman Lekeleri, Türkiye tarihindeki 19.-20. yüzyıl dönemecinin bir anlatısıydı. 17. yüzyıl bana kalırsa Türkiye tarihindeki dört ilginç dönemeçten birisi. Öbür yandan önemli kitapların yazılış hikâyeleri bana hep çok ilginç gelmiştir. Bazen kitapların kendisinden daha ilginç. Yani klasik bir metni kimin, niye hangi aşamalarla, hangi ruh haliyle yazdığı, o dönemle o metnin ilişkisi nedir gibi… Geçmiş bize bu tür metinlerin içinden konuşuyor ve bizim geçmişle başka türlü bir ilişki kurma imkânımız da yok. Bu anlamda benim yaptığıma klasik bir metnin akışkanlaştırılması çabası da denebilir. Bugünün çok farklı dünyasında yeniden anlamlandırılması çabası. Seyahatnâme bu anlamda benzersiz bir kitap.
Daha önce Seyahatnâme’den seçilmiş parçalardan oluşan iki-üç kitap okumuştum. Elbette her derleme hazırlayanın o sıradaki önceliklerinin bir ürünü olmak zorunda. Uçmak adlı oyunu yazarken Seyahatnâme’nin İstanbul cildini, yani ilk cildini okudum ve okumaya devam ettim. Tabii tamamı oldukça uzun bir zaman aldı. Zaman içinde kitapta anlatılan şehirlerden çok Evliya Çelebi’nin kişiliğine dair sorular öne çıkmaya başladı. Bu tuhaf metni yazan adam nasıl biridir, metni hangi saiklerle yazmıştır gibi sorular. Evliya Çelebi’yi okurken bir anlamda romanımdaki anlatıcının saplantılı döngüsüne girmekten kurtulamıyorsunuz. Pek çok soru işareti ve pek çok şaşkınlık. Tabii yazarın kişiliğiyle bir tür yakınlık kurmak durumunda da kalıyorsunuz. Seyahatnâme seyahatlerden çok bir hayat hikâyesi, otobiyografik bir metin ve 17. yüzyılın –her şeyiyle– bir fotoğrafı. Keşke elimizde her yüzyıl için böyle bir kitap olaydı... Okurken aylar geçtikçe yazarın kişiliğiyle aranıza koymanız gereken mesafe giderek daralıyor. Sanırım bu kitap, kahramanına en yakın durduğum kitaplardan biri olabilir.
Tematik dertleriniz neler? Ya da saplantılarınız?
Geçmişi yerli yerine koyabilmek, kıyaslayabilmek sahih bir yaşam sürebilmenin anahtarı gibi geliyor bana. İnsan hikâyelerinden çok düşünceler, tarihî dönemeçler, kişilerin mevcut durum içinde neyi neden düşündükleri daha önemli benim için. Kitaplarımda bütün diğer insan çırpınışları yani aşağı yukarı aynı olan aile, ilişkiler, aşk, yalnızlık, anlaşılmamışlık, öfke gibi meselelere değindiğimde aslında arka plandaki zihinsel durumları, toplumu ya da sorunsalı anlatmak, tartışmak istiyorum. Bildik insan halleri, ancak beşeri sorunları tartışmaya da hizmet ediyor da diyebiliriz. Roman her şeyden önce insana ilişkindir ama ben kendimi daha çok düşünce romanı denebilecek türe yakın hissediyorum. Öbür yandan, itiraf etmek gerekir ki, metnin ilerleyişi ve kurgu kişiyi ister istemez her zaman işlenen ezeli sorunların da içine sokuyor.
Dünya toplu durumuna bizim eklemleniş tarzımız ve bireysel kimliğimizin oluşumunda bu eklemlenişin rolü beni hep ilgilendirmiştir. Kimlik sorunları, ezeli Doğu-Batı sorunsalımız, inançlarımızın tarihsel akışı ve bu sorunlara serinkanlı bakmanın imkânlarından söz ediyorum. Bu hem ulusal hem uluslararası önemli tarihsel dönemeçlerle de alakalı. Küreselleşme ve teknolojik kuşatma altında sahih, doğru bir yaşam sürebilmenin imkânları da buna dahil. Serinkanlılık ve mesafe başka ülkeler ve halkalarla kendimiz arasında nesnel bir karşılaştırma yapabilmeyi de gerektiriyor. Tıpkı bireysel hayatımıza nesnel bakabilmek için çevremizdekilere, başkalarına da serinkanlı biçimde bakabilmemiz gerektiği gibi. Söylediklerimin biraz soyut kaçtığının farkındayım ama biraz önce zikrettiklerim zaten fazlasıyla geniş bir alana gönderme yapıyor ve bazen bunların içinde kaybolduğum da oluyor ama neyse ki neyin neyle neden bağlı olduğu konusunda bir fikrim var. Eskiden bunun bir tür saçılma ve sathilik tehlikesi taşıdığından endişe ediyordum ama artık bu tür tehlikelere çok fazla takılmıyorum. Çok kısaca hem yerel hem de dünya ölçeğinde bir manzara çizmeye çalışıyorum diyebiliriz. Daha fazlası bir tür poetika açıklaması olabilir ama sanırım yeri burası değil.
Bunun yanında tabii saplantılar benim için son derece önemli. Saplantı illa da olumsuz bir şey olmak zorunda değil. Genellikle tutku kelimesi daha olumlu bulunuyor ama tutkuda doğaya, belirlenemezliğine dair bir tını varken saplantı zihinsel süreçlerin, bir odaklanmanın sonucu. Hatta belki de tutku uçucu geçici bir şeyken saplantı bir sürekliliğe sebata ve ısrara işaret ediyor. Bizleri farklı kılan, sahih kılan saplantılarımızın derinliği ve sürekliliği.
Uyuyamamaktan mustarip tek bir kişinin –bir akademisyenin– huzursuz, vesveselerle dolu, gölgeli tarafları ağır basan, saplantılı, şizoid zihninin içine çekiliyoruz. Bu saplantılı duygu-durum bozukluğunu neden Evliya Çelebi ile ortaya çıkarmak istediniz? Dur durak bilmeksizin gezilen onca ülke, yazılan onlarca kitap, çizilen resimler, haritalar… Evliya Çelebi de saplantılı bir zihne sahip olabilir mi?
Evliya Çelebi kendi hayatını ve gezilerini yazarken imparatorluğun neredeyse tam bir resmini çıkartma saplantısına kapılmıştı. Kendi döneminde yaşanan bütün önemli olayları metnine eklemekten de kendini alamadı. Gelişmelere bizzat şahit olmadığı durumlarda da bir punduna getirip tesadüfen oradaymış gibi anlatmayı tercih etti. Bu anlamda Seyahatnâme’de döneminin bütün önemli olayları kayıtlı. Tarih, folklor, diller, çeşitli halkların folkloru ve kendisinin onlara karşı tutumu. Hatta zamanının hemen bütün önyargılarının iyi bir koleksiyonunu da bize kadar ulaştırdı. Gezdiği yerlerin halklarında mevcut bütün doğaüstü anlatılarını bizzat şahit olmuş gibi kayda geçirdi.
Evliya, döneminin diğer önemli kişisi Kâtip Çelebi gibi donuk ve titiz birisi değil. Biliyorsunuz, Kâtip Çelebi şakadan da, mizahtan da hiç hazzetmez. Onun ciddiyetiyle karşılaştırıldığında Evliya Çelebi çok daha esnek, çok daha rahat ve şakacı. İmparatorluktaki olumsuzlukları anlatmak ya da gayri resmî düşüncelerinden söz etmek istediğinde de dolayımlamayı veya var olmayan birini araya koymayı tercih ediyordu. Ben onun bu ülke insanları için son derece temsil edici bir karakter olduğunu düşünüyorum.
Seyahatnâme öyle anlaşılıyor ki durmaksızın eklemelerle genişlemiş bir kitap. Her şeyi metne dahil etmesi, sadece işittiği gelişmeleri de bir yolunu bulup metnine ekleme gayreti kitabı neredeyse bitmeyecek, bitme umudu kalmamış bir külliyata dönüştürmüş olmalı. Zaten biliyorsunuz, kitap aslında tam anlamıyla da bitmemiştir. Kitabın sonunda olması gereken bitiş tarihi bulunmuyor, bazı bölümler de sadece başlıklar halinde kalmıştır. Bu bana tamamlanması imkânsız bir kitabı –ki anlaşılan Evliya yaşadıkça tamamlanması imkânsızdı– son âna kadar sürükleme gayreti gibi gelmiştir hep. Bu imkânsız bir saplantıydı. Zira her yeni haber eski bölümlere, temize çekilmiş bölümlere ek yapılmasını gerektiriyordu. Bu aslında her yazarda kuvve olarak bulunan dünyanın tamamını massetme, eserinin dünyayı kaplaması saplantısından başka bir şey değil. Böyle bir saplantıya yakınlık duymamak imkânsız. Evliya’nın arada bir kullandığı “mezhep kaydında değiliz, meşrep kaydındayız” gibi bir cümle var. Benzer meşrepten olduğumuzu düşünmekten kendimi alamıyorum.
Akademisyenimizin zihninde sadece Evliya Çelebi yok. Kurgunun içine giren diğer karakterler Yakub, Abdullah ve Alime var. Özellikle Yakub… Perdenin arkasında oturuşu, bir köle olarak Efendi’ye saygısı, fakat aynı zamanda kıskançlığı ve Efendi’ye karşı hissettiği kötücül duyguları, bu anlamda çoğu yerde birbirleriyle ilgili mesafenin neredeyse sıfırlanması, sonra yeniden mesafenin uzaklığa konumlanması. Yakub’u konuşabilir miyiz?
Çoğu kitabımda kahramanlara karşı mesafeli durmaya çalışıyorum. Hep mesafeli durmak, kahramanla özdeşleşmemek, onu başka bir ışık altında görebilmek gayreti içinde oldum. Buna karşın Evliya’ya karşı mesafeli olabilmek biraz zor oldu. Mesafeliliği Yakub üzerinden sağlıyoruz. Hem yazma döngüsünden kurtulmaya çalışıyor hem de metne, yazma, yeniden yazma sürecine çekiliyor. Bir anlamda hayatı Efendi’nin hayatı ile özdeşleşiyor. Efendi’nin kendi hayatına mesafesiz olmasına, kendi çabasının delice yanlarını görememesine karşın Yakub bunları görüyor ve buradan çıkış için çırpınıyor. Elbette bir köle olarak onun da kendi gündemi var. Bir kurtuluş umudu var ama kendisinin de kitabın bir parçası haline gelmesi bu umudu ortadan kaldırıyor. Bu çelişkili durum içinde Efendi’den nefret ediyor, kendi kaderinin Efendi’nin ve kitabın kaderiyle hemhal oluşundan nefret ediyor.
“GENELLİKLE OLAYLARIN YAVAŞ AKTIĞI, OKURDAN ZAMAN VE SABIR TALEP EDEN, ACELEYLE OKUNMAYA KARŞI DURAN METİNLER YAZMAYA ÇALIŞIYORUM. ZATEN KİTAPLARIMDA FAZLACA ‘OLAY’ DA SEVMİYORUM. BU BENİM TERCİHİM. BEN DE BU TÜR METİNLER OKUMAYI TERCİH EDİYORUM.”
Kurguda döneme ilişkin önemli anlar söz konusu olduğunda metin bizden yavaşlamamızı istiyor sanki…
Genellikle olayların yavaş aktığı, okurdan zaman ve sabır talep eden, aceleyle okunmaya karşı duran metinler yazmaya çalışıyorum. Zaten kitaplarımda fazlaca ‘olay’ da sevmiyorum. Bu benim tercihim. Ben de bu tür metinler okumayı tercih ediyorum. Bir okurum başka bir kitabım için galiba ‘azap verici yavaşlık’ gibi bir ifade kullanmıştı. Evet, sabırlı bir okur talebinde bulunduğum doğru. Ve yine evet, anlatılan döneme gidildiğinde zaman daha yavaşlıyor. Bütün metin esasında bir iç konuşma veya sayıklama olduğu için 1600’lerin sonlarındaki gece daha yavaş akıyor. Zira metinde önemli olan geçmişin bugüne getirilmesi. Burada zamansallığın bir tür açılması da var. Şimdiki zamana, yani anlatıcının zamanına gelindiğinde bir tür hızlanma var. İki zaman katmanının arasında bir karşıtlık olmasını istedim. Tabii bu akış ritmi farklılığına rağmen kitabın dokusunun da bozulmaması gerek. Yoksa birbirinin içine geçmeyen iki farklı metin yazmış olursunuz.
Her iki tarafta da karşılıklı akan bir diyalog olmamasına rağmen ya da metnin içinde dönemden döneme geçiş sırasında dilin formu değişmezken Yakub bizimle sanki Osmanlıca konuşuyor. Kendini pek de belli etmeyen fakat metne anlatım derinliği kazandıran bu dil çatısı nasıl oluştu?
Kitabın dilinin Osmanlı dönemi Türkçesi olup olmamasıyla ilgili çok düşündüm. Evliya Çelebi ile uzun zaman geçirdiğinizde onun üslubundan kendinizi sakınmanız kolay olmuyor. Bilindiği gibi kendisi ulema sınıfından değildi, esasen kendi kendisini yetiştirmiş birisiydi, o nedenle de dili dönemin standartlarının biraz dışında kalıyor. Bunu transkripsiyon metnini okurken daha iyi görüyorsunuz. Mesela Kâtip Çelebi’nin Osmanlıcasından oldukça farklı, bugün için daha anlaşılır; buna karşın örneğin bir cümlede bir kelimenin hem Türkçesini hem Arapçasını hem de Farsçasını arka arkaya sıralamaktan hiç çekinmiyor. Bu elbette yanlış ama, bu hatalar onda bir üslup haline geliyor. Bazı kalıpları da hep tekrar ediyor. Başta söylediğim gibi “tarihî” bir kitap yazma, okuru o döneme gidildiğine ikna etme çabasında olmak istemeyişim nedeniyle dili günümüz Türkçesi sınırlarında tutmaya çalıştım. Böylece kahramanımızdan uzaklaşıyor, onunla aramıza mesafe koymuş da oluyoruz. Bir “akışkanlaştırma” çabası bence güncel bir dil, güncel bir Türkçe talep eder. Buna karşın evet, Yakub’un dili Osmanlı Türkçesine kayıyor. Evliya ile dil bağlamında bugüne yakınken Yakub aracılığıyla o dönemin diline de bakıyoruz. Daha önce mesafeliliği Yakub’un sağlamaya çalıştığını söylemiştim. O Evliya’ya dışarıdan bakarken kullandığı bazı kelimelerle 17. yüzyıl dilini temsil etmeye çalışıyor.
Dokuz roman, bir inceleme, bir de tiyatro oyununuz var. Zamanınızın çoğunu okumalara ayırdığınızı düşünüyorum. Kadim, klasik metinlerden dinî metinlere, mitolojilere ve çağdaş metinlere varana kadar skalanız geniş, öyle değil mi? Başucu kitaplarınızı merak ediyorum ve çağdaş metinler hakkındaki düşüncelerinizi. Uygarlıklar, çağlar, dönemler kısacası zaman metinleri nasıl şekillendirdi sizce?
Zihin huzuru görünür olma çabasından çok daha önemli. Kendimce önemli bulduğum bir gündemle kendime göre bir patika açıp oradan gitmeye çalışıyorum. Benimki de bir tür zamanı kapsama çabası. Bazen geri dönüyorum, bazen şu veya bu tarafa doğru meylediyorum ama mevcut listemden uzaklaşmıyorum. Doğrusunu isterseniz herhangi bir konuyu, dönemi bir kitapta tartıştıktan sonra oraya bir daha dönmeyi tercih etmiyorum. Yapılabildiği kadarıyla o tartışma için söyleyebileceklerim bitmiştir. O yüzden de her kitabımın gündemi farklı oluyor. Şimdi baktığımda sadece bir kitabımı başka türlü yazsam daha iyi olurdu diye düşünüyorum ve muhtemelen bir süre sonra başka bir bağlamda oraya geri dönmek zorunda kalacağım.
“ROMAN HER ŞEYDEN ÖNCE İNSANA İLİŞKİNDİR AMA BEN KENDİMİ DAHA ÇOK DÜŞÜNCE ROMANI DENEBİLECEK TÜRE YAKIN HİSSEDİYORUM. ÖBÜR YANDAN, İTİRAF ETMEK GEREKİR Kİ, METNİN İLERLEYİŞİ VE KURGU KİŞİYİ İSTER İSTEMEZ HER ZAMAN İŞLENEN EZELİ SORUNLARIN DA İÇİNE SOKUYOR.”
Başucu kitaplarım o sırada uğraştığım konuya göre değişiyor. Herhangi bir konu gündeme geldiğinde onunla ilgili kitaplar ortaya saçılıyor, tamamlandığında hepsi ortadan kalkıyor. Ta ki bir daha alakalı başka bir konuyla ilgili gündeme gelene dek. Örneğin Seyahatnâme’yi ve ilgili kitapların kapağını uzun süre açacağımı sanmıyorum. Bir süredir sonraki kitabımla ilgili kitaplar karıştırıyorum. Tamamıyla günümüzde geçen bir kitap olacak. Bir görüş oluşturabilmek için ilgili en doğru kitaplara ulaşabilmeniz gerek. Biraz kuşkucu olduğumdan, başucu kitabı denebilecek kitaplara bile soğukkanlı bakmaya çalışıyorum. Zaten genellikle bir konuda fikir oluşturmak istiyorsam zıt görüşleri savunan tarafların en iyilerini bulmaya, okumaya çalışıyorum. Gerçek de genellikle o ikisi arasında bir yerlerde salınıyor olur.
Nisan 2022’de yayınlanan söyleşimizde pandeminin gündemi çok sıcak olduğu için yayın dünyasında önümüzdeki dönemlerde bizleri nelerin beklediğini sormuşum. İsabetli bir şekilde “küresel edebiyattan”, “küresel edebiyatın” gideceği noktadan bahsetmişsiniz. Gelinen noktada umudunuz var mı?
Bana kalırsa oldukça ilginç ve güzel pek çok kitap yayınlanıyor. Elbette artık geçmişin başyapıtları zemininde değiliz ve artık bunun bir anlamı da yok. Mamafih bugün başyapıt diye andığımız kitaplar da kendi zamanlarında kaybolup gitmişlerdi. Öngörülebilir gelecekte kaybolup gidecekleri daha onlar kaleme alınırken belliydi ama bu yazarlarını o kitabı bitirme saplantısından alıkoymadı. Edebiyatın artık ömrünü tamamladığı, eski ustaların dünyasıyla bir alakamızın kalmadığı, her şeyin bambaşka bir zeminde cereyan ettiği sıkça dillendiriliyor. Öbür yandan dünya gerçekten oldukça ilginç bir süreçten geçiyor. Yapay zekânın roman yazma yeteneği bile oldukça ilginç. Bir çözülme dönemi, bir felaketler çağı ya da “insan 2.0” dönemi yaşanacaksa edebiyatın da bundan kaçınması imkânsız.
Ancak yazma faaliyetinin umutla veya umutsuzlukla bir ilgisi yok. Edebiyat daima hakikatin damarına doğru yol alma ve dünyayı zihnimizde bir örüntü haline getirme çabasıdır. Okur için de, yazar için de. Elbette tıpkı eskiden olduğu gibi her zaman “ana akım” bir edebiyat olacak. Hakikatin peşinden koşturanlar da daima kendi hallerine olacaklar, zira edebiyat düşünmenin, sanat da sahih yaşamanın yordamlarından birisi. Değişen gerçekliğe nüfuz etme kaygısı da buna dahil. Bunun gürültü içinde kaybolup kaybolmaması ise zaten yazarın da, edebiyatın da, düşünürün de bir sorunu değil. Hatta zaten öyle de olması gerekiyor. Dünya nasılsa edebiyat da öyle olacaktır. Dünyayı zihinde bir örüntü haline getirme, dillendirme çabası zaten kendi başına bir var olma miyarıdır.
Önceki Yazı
Ölüm Ânım’a dair:
Kısa bir anımsama, küçük bir ölüm
“Blanchot’nun ölüm ânını bir pratik olarak mı görmeliyiz? Stoacıların ya da daha evvel Platoncuların iddia ettiği gibi, felsefe, genel anlamda düşünce, ölüme bir hazırlık mı? Bir felsefe kitabı gibi mi görmeliyim bunu, Felaket Yazısı gibi? 'Edebiyat felsefesi' mi? Blanchot 'kendi ölüm ânı'nı mı resmetti bana, bize, hepimize? Hepsi yanlış.”
Sonraki Yazı
Adnan Satıcı’yı bilir misiniz?
“Adnan’ın göçünden on yedi yıl sonra kalıcı bir hatırlama eylemiyle, iki ciltlik (toplam 600 sayfa) bir armağan kitapla anısı yeninden canlandı Ado’nun. Mehmet Özer, ilk cildiyle 'armağan', ikinci cildiyle Adnan Satıcı’nın dağınık evrak-ı metrukesi niteliğinde bu iki kitaba Ado’nun sevdiği, sık sık söylediği türkülerden birinin adını verdi: Bahçada Yeşil Çınar.”