Ölüm Ânım’a dair:
Kısa bir anımsama, küçük bir ölüm
“Blanchot’nun ölüm ânını bir pratik olarak mı görmeliyiz? Stoacıların ya da daha evvel Platoncuların iddia ettiği gibi, felsefe, genel anlamda düşünce, ölüme bir hazırlık mı? Bir felsefe kitabı gibi mi görmeliyim bunu, Felaket Yazısı gibi? 'Edebiyat felsefesi' mi? Blanchot 'kendi ölüm ânı'nı mı resmetti bana, bize, hepimize? Hepsi yanlış.”

Fransız direnişinin üyesi Georges Blind, Fransa'da bir Alman idam mangası tarafından idam edilmek üzere, 1944.
Bu metin konu aldığı şeyin doğasına uygun bir şekilde, hiçbir bayağılığa mahal vermeksizin kısa olacak. Metne “Bu” deme küstahlığını göstermeyeli, metne özfarkındalık kisvesi kazandırma adı altında metni yazarın varlığının birincil göstereni kılma edasına sahip olmayalı, bu konumu benimsemeyeli, “bir kez daha” ve zorla içselleştirmeyeli çok oldu. Ama hâlâ, yine de, neyse ki sözde bir eda bu ve buna binaen, metnin sedasını fütursuzlaştırmayacak (diye umarım). Bir alışkanlığı hiçbir zaman var olmamış bir mührü kırar gibi kırıp birinci tekil şahısta yazıyorum. Buna ihtiyacım olduğundan, biraz “Ben” demek istediğimden değil. Böylesi daha “samimi” olacağından da değil. Üstüne yazacağım şey bunu gerektirdiğinden. Bir başkasının yerine yazılan bir metni ancak kendi payına söz konusu edebilir insan. Kendisini “yerine koyan” bir metni, en amiyane tabirle özneleşen bir metni ancak bir özne söze dökebilir. O da belki tabii. Girizgâhın güzergâhı için bu kadar. İmkânsız “girişim”in sonu.
Maurice Blanchot’nun Ölüm Ânım adlı kitabını yeniden okudum. Altıncı defa. Bir kitap mı emin değilim bu. İlk okuduğumda da değildim. Bir yazıt? Bir parşömen? Bir palimpsest? Bir metin ne kadar kimliksizleşebilirse o kadar kimliksiz işte. Sanki zorunluluktan sırtı olan bir şeyin parçası gibi. Omurgası yok, iskeleti yok, dolayısıyla doğrulmasına da gerek yok. Kitapçıktan bile azı. Bir tutam kâğıt olarak hayal etmesi daha kolay. Öyle yazıldığından emin gibiyim. Öyle okusaydım daha iyi olurdu. Olmadı.

Ölüm Ânım
çev. Bahadır Turan
Encore Yayınları
2012
44 s.
Blanchot’nun diğer kitapları gibi “buğulu” diyebileceğim bir niteliği var bu kitabın da, ama bir yandan puslu da. “Boşlukta kalmış.” Bu ifade her şeyi özetleyebilirdi, hem arada kalma hem de havada olma anlamını verdiğinden. Ama özetleyemez. Askıda kalmak, askıda olmak: Bu kitabın “konu”su bu. Bir anlığına, bir aralıkta “nihayete ermeme”yi yaşamak, “kısa bir süreliğine”.
Metin şöyle başlıyor: “Ölümün bizzat kendisi tarafından ölmesi engellenmiş genç bir adam –henüz genç olan bir adam– ANIMSIYORUM.” Büyük harflerle “anımsıyorum”, neden? İtalik değil, tırnak içinde değil, all caps vurgu. Büyük bir anımsama mı? Buna fazla “takılmıyorum”, ilk dikkatimi çeken şu: Ölmek üzere olan genç bir adamı anımsamak, sonrasında ise onun anısının içinden hissetmek. ANIMSIYORUM; bu büyük hatırlama ânı, bu özel başlangıç, sanki bir patlama, bir “yazınsal uzam” kuran bir big bang, bir büyük patlama. Ardından gelen şey, ben ile o arasında ayrım yapılamayan bir ufuktaki gezinti. Yazar olarak bu ufukta olmalı, okur olarak bu ufuktayım.
Blanchot bu metninde çoğu metninde olduğu gibi, “o” diyor, ama bunu da “ben”in içine gizliyor. Sanki yaşamış gibi anlatıyor, ama yaşadı mı? Daha direkt soralım: Bunun bir önemi var mı? Çoğu “edebiyatçı”nın aksine, söz ettiği şeyin hissine kapılmaktan geri durmayan biri Blanchot. Edebi bir “yarı-öznellik” kotarmak ve bunu rahatça yapabilmek için bir karakter üretmekten kaçınıyor; daha ziyade karaktersiz, ama tip de olmayan, figür bile demeye bin şahit isteyen, hiçbir betimlemesi yapılmayan, basit “o”lar üretiyor. Öyle ki, o ile o arasında yani kendi ile sözde karakteri arasında bir ayrım dahi yapılamıyor. Tanrısal bakış açısı denen şeyin yapısal üstenciliğine belki de en uzak yazar “o”dur. Hiçbir şeye hâkim olmayan, hâkimiyet bilmeyen, çünkü söz ile sözü edilen arasında bir ayrım yapmayan, daha doğrusu yapamayan, sınır çekemeyen kişi olması vasfıyla. Bencillikten değil, iş bilmezlikten de değil, “elden gelmediğinden” tastamam. Yazınsal Uzam’ı bir günlük olarak okumayı hiç bırakmadım.
Ölüm Ânım’ı bu “o-oluş”un tam teşekküllü bir ifadesi olarak algılıyorum, Blanchot başlığı birinci tekil şahısta atsa da, metnin içinde kendi deneyiminden değil, bir deneyimden söz ettiği için kimliksiz bir kitap bu; kendi payına kimliksiz ama her şeyden evvel kimliksiz “biri”yle ilgili. Bu deneyimin sahibi, bu muğlak, muallakta, müphem konumdaki deneyimsel odak, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda kurşuna dizilmekten son anda kurtulan, savaş bitmişken savaş zayiatı olmaktan paçayı şans eseri sıyıran bir kimse. Blanchot’nun “o”su bu; ölecek biri, ölmüş değil. “Öldü ölecekken” yazılmış.

Neden ölmek? Bunun o-oluşla ilgisi ne? Ölüm herkesi kişiliksizleştirdiği, kişi ötesi bir konuma yerleştirdiği için diye düşünüyorum. Ama bir yandan da aklıma gelmiyor değil: Bu adam, bu genç adam yaşamıyor mu hâlâ ve tam da bu itibarla üstüne yazılabiliyor olmuyor mu? Blanchot buna kuşkusuz olumlu yanıt verirdi. Bu anlamda metnin apaçık bir tasarımı var, içeriğiyle biçimini bağlayan, kavuşturan: Birinci tekil şahısta konuşmaya devam edip yine de üçüncü tekil şahıstan söz edebilmek için, bu ikisini birbirine yedirebilmek için bu ikisini halihazırda birbirine yediren bir olayı ya da fenomeni söz konusu etmeniz gerekir. Ölümün sahneye çıktığı yer tam da burası.
Şöyle yazıyor Blanchot:
Almanların vur emrini beklerken nişan aldığı kişinin, o anda olağanüstü bir hafiflik hissi, halis muhlis bir tür mutluluk (gel gör ki, ortada mutlu olacak bir şey yok) –hâkim bir coşku içinde olduğunu biliyorum– biliyor muyum? Ölümün ölümle yüz yüze gelmesi?
Sonra şöyle ekliyor:
Onun namına bu hafiflik hissini çözümleyecek değilim. Belki de birdenbire yenilmez olmuştu. Ölü – ölümsüz. Belki bir kendinden geçme halidir bu. Daha doğrusu, acı çeken insanlık için bir merhamet hissidir; ne ölümsüz ne de ebedi olmanın mutluluğudur. Bundan böyle, kaçamak bir arkadaşlık ölüme bağlamıştı onu.
Ölüme yakın deneyimlerin, İngilizcesiyle near-death experience’ların yaratmış olduğu “o”laşmanın, “Hayatım gözümün önünden bir film şeridi gibi geçti” deyişinde ima edilen “kendine dışarıdan bakma” halinin birkaç cümleyle, iddiasız ama net bir biçimde ifadesini görüyorum bu alıntılarda. Hâlâ ben diyor yazan, yazar, Blanchot, Karanlık Thomas’takinin aksine, ama tam da öleceği için, kendisi de “ölümlü” olduğundan diyor tabii. Ölecek olan ile kendisini ayıramadığı düzeyde, ölecek olanı düşünürken kendi ölümünü de düşünüyor bir nevi. Belki de ancak böyle mümkün kendiliğin nihai, “ölümcül” düşüncesi: Ötekinin ölümünün tefekkürüyle. Ölen ya da ölüme yaklaşanlarla kurduğumuz, tüm değerlere aşkın bağ bu olabilir mi? Ölüm bizi ötekine bağlıyor olabilir mi? Her ölen arkadaşın ardından hayatın bir tutam daha, eser miktarda anlamını yitirdiğini söyleyen Jean Baudrillard değil miydi Cool Anılar’ın birinde?
Blanchot’nun bu metinde usulca icra ettiği şeyin bu tip bir düşünce olduğunu sezinliyorum. Vakti zamanında Gilles Deleuze de bahsetmişti bundan, “ileri geç dönem” metinlerinden, “öldükten sonra yayınlanan metin”lerinden birinde, Charles Dickens’ın bir öyküsünden söz ettiğinde (Pure Immanence: Essays on a Life). Bir adam, nefret edilen bir adam ölmektedir, ama tam da öleceği sırada bir şefkatin, yumuşaklığın, hafifliğin halesi kaplar etrafını ve bu, etrafında ondan hayatı boyunca nefret etmiş kişilerin bedenlerinden bakışları aracılığıyla yayılır; fakat ne zaman ki ölmeyeceği anlaşılır, tüm o hale yiter, yeniden katı, sert, ağır bir enerji değer, sürter ona, çarpar bedenine: Ölecek-gibi-olmanın “kişi ötesi”leştirici gücünün mükemmel bir örneği. Blanchot’nun da yazdığı değil, yazarken olduğu şey bu. Betimlediği değil, anlattığı bile değil, dönüştüğü, başkalaştığı, oluştuğu şey. Ölüm vektörünün üstünde devinen bir yazı. Yaşamın ölüm yazısı. Dolayısıyla ölümün yaşam yazısı da.
Blanchot’nun ölüm ânını bir pratik olarak mı görmeliyiz? Stoacıların ya da daha evvel Platoncuların iddia ettiği gibi, felsefe, genel anlamda düşünce, ölüme bir hazırlık mı? Bir felsefe kitabı gibi mi görmeliyim bunu, Felaket Yazısı gibi? “Edebiyat felsefesi” mi? Blanchot “kendi ölüm ânı”nı mı resmetti bana, bize, hepimize? Hepsi yanlış. Metnin mimarisini anlamamış olmanın göstergeleri her biri. Belki de bu metni okumanın en yanlış yolu, kalkıp kendi ölüm ânını yazmaya girişmektir; meseleyi “kişiselleştirmek”tir. Tam tersi söz konusu, hep de öyle oldu: Ölüm yoluyla kişi olmaktan nasıl çıkabilirim? Aşkınsallığa hiçbir göndermede bulunmadan, tüm içkinliğinde nasıl yiter “ben”? Bir Fransızın en Budist olduğu an budur: “Bir an için, saniyenin onda birinde olsa dahi nasıl varırım o ölmeden ölme haline, paradoksal ve sonsuz küçük nirvana’ya?” Soru budur ve “Ölümün bizzat kendisi tarafından ölmesi engellenmiş” bir kişinin deneyimi aracılığıyla, ölüm tarafından yaşamı onanmış kişinin konumunda kendini görmekle, dolayısıyla kendini kaybetmekle cevaplanır ve cevap zaten apaçık bir şekilde metnin kendisidir, onun yarattığı görüdür. Metnin sonuna doğru, yavaş yavaş “ben”in “o”nun hislerinde kaybolması bundan. Kelimeler boşuna, ama jestler asla. Okuyorum, okuyalım:
Gelgelelim, silahtan kurşunun henüz çıkmadığı fakat çıkmak üzere olduğu o anda, orada, nasıl yorumlamam gerektiğini bilmediğim –yaşamdan arınma mı, sonsuzun açılması mı?– bir hafiflik hissi kalmıştı geride. Mutluluk da değil, mutsuzluk da. Korkusuzluk gibi de değil, belki şimdiden öteye bir adım. Biliyorum; bu çözümlenemez his, onda varoluştan geriye ne kalmışsa değiştirdi, böyle düşünüyorum ben. Sanki dışardaki ölüm bundan böyle yalnızca ondaki ölüme gelip toslayabilecekti. “Hayattayım. Hayır, sen bir ölüsün.”
Metnin bu kısmından sonra bir boşluk var. Bembeyaz. Birkaç sayfa. Kısa bir nefes. Bir kesinti, elipsis. Metinsel bir es. Daha fazla çeşitleyebilirim. Duruyorum ama. Eşanlamlı replikatörü olmayı kesiyorum. Gerçekleşmedi ölüm, ama ötekinin ölümünün imkânında kendi ölümünü bulan yazar için, artık Blanchot olduğu bile söylenemeyecek “o-ben-o” için ölüm gerçekleşti, en azından sanallığında. Virtüel olarak. Ama gerçekte “suya yazı yazmaktan öteye gidemedi”. Ölüme varamadı diyelim, onu limit olarak almayı başardı ama, “ölene dek” yeter bu.
Blanchot’nun son kertede ne yaptığını düşünüyorum? Sanırım “öleyazmak” olarak adlandıracağım bunu. Scrape along. Ölümün kendinde yitirttiği bütün o kendiliklerin içindeki bir kesitte, beklenmedik bir şekilde, kendini “ön kaybetme”nin ifadesi. Bu ancak edebiyatla başarılabilirdi, artık felsefeden ayırt etmesi imkânsız bir edebiyatla tabii. Jacques Derrida’nın “felsefi olarak” ilgisini çeken o “yazım şekli”yle yani, Edebiyat Edimleri’nde sözünü ettiği. Ama yine de bu metni bir anımsamadan fazlası olarak görmemek lazım, fazlası değil çünkü, başta da anıştırıldığı, imlendiği üzere. Kısa bir süreliğine öldüğünü anımsamak, ama bir false memory olarak değil, her daim içeride barınan eğilimin, Heideggerci “ölmeye-doğrulmuşluk”un bir yüzey gerilimi halinde ama metin biçiminde ortaya çıkması olarak. Kısa bir anımsama. Ve küçük bir ölüm. Fransızlar cinsel doyum ânı için de “küçük ölüm” tabirini kullanmıyordu boşuna. Cinselliği ölümle, Eros’u Thanatos’la bağlayan buydu: Bir anlığına kendini kaybetmek. Her şeyden önemsiz, her gün olan, “gündelik”, ama başa geldiğinde geri dönüşü olmayan tipte şeyler, savaş gibi: “Birileri için hayat, diğerleri içinse vahşice katledilme.” Ölüm Ânım’ın metne aktardığı da bu; adlandırdığım haliyle o-oluş ya da yüksüz edebi figür veya basitçe, Blanchotcu bir tabirle, nötr. Tek kelimeyle ise ölüm. Ve anımsamaların en yoğunundan sonra gelen aydınlanma, tıpkı bilge olduktan sonra da bilge olmadan önce bildiği şeyin aynısını bilen ve yapan Taocu gibi: “Bunun bir önemi yok. Bütün bir geriye kalan, ölümün ta kendisi olan o hafifleme hissidir, ya da daha doğrusu bundan böyle daima muallakta kalacak olan o ölüm ânımdır.”
Benin çözüldüğü o kutlu an: Artık o ben o ben değil.
Önceki Yazı

‘Acaba gerçekten öyle midir?’
Nahid Sırrı Örik / Kösem Sultan / Kıskanmak / Turnede Bir Artist Öldürüldü / Evliya Çelebi / Ömer F. Oyal / Doğum Günüme çağırmak İstediğim Tek Kişi
Sonraki Yazı

Ömer F. Oyal ile söyleşi:
“Geçmişle bugün arasında bir doku birliği”
“Genellikle tutku kelimesi daha olumlu bulunuyor ama tutkuda doğaya, belirlenemezliğine dair bir tını varken saplantı zihinsel süreçlerin, bir odaklanmanın sonucu. Hatta belki de tutku uçucu geçici bir şeyken saplantı bir sürekliliğe sebata ve ısrara işaret ediyor. Bizleri farklı kılan, sahih kılan saplantılarımızın derinliği ve sürekliliği.”