Adnan Satıcı’yı bilir misiniz?
“Adnan’ın göçünden on yedi yıl sonra kalıcı bir hatırlama eylemiyle, iki ciltlik (toplam 600 sayfa) bir armağan kitapla anısı yeninden canlandı Ado’nun. Mehmet Özer, ilk cildiyle 'armağan', ikinci cildiyle Adnan Satıcı’nın dağınık evrak-ı metrukesi niteliğinde bu iki kitaba Ado’nun sevdiği, sık sık söylediği türkülerden birinin adını verdi: Bahçada Yeşil Çınar.”
Adnan Satıcı
Çocukluğu Diyarbakır’da (doğum 1962), gençliği Ankara’da geçti; kırk beş yıllık ömrüne beş şiir kitabı, sayısı belirsiz denemeler bırakıp yaşama veda etti (2007). Atak kişiliği, neşesi, öfkesi, türküleri ve kahkahasıyla ünlüydü çevresinde. Özellikle Diyarbakır ve Ankara’da şair mahfillerinde onu yakından tanıyanın unutması olanaksız bir renkli karakterdi. Beklenmedik bir anda hayattan göçen bu “delikanlı şair” de unutuş ırmağına kapıldı, giderek azalan bir çevre dışında anısı sönümlendi. Ani ölümünden sonra mezar başı konuşmaları ve ardından yazılanlar ağır bir keder, mahcubiyet, hatta suçluluk yüklüydü (benimki dahil). Hicri İzgören’in içtenlikli ifadesiyle “ona iyi bakamadım, özür dilerim” sözündeki gibi ağır bir yas tonundan çıkamadı konuşmalar, yazılanlar. Arkadaşlarının seslenişiyle Ado, yaşarken bu sözlerin birazını duysa, bu kadar sevildiğini bilse dişini sıkar direnir, dayanma gücü bulabilirdi, ‘cehennem’ dediği yaşama. Ölünce herkes “badem gözlü” olur ama –bir arkadaşının deyimiyle– Ado yaşarken de badem gözlüydü gerçekten; soyut ve somut anlamda iri badem. Son yıllarında giderek artan içe kapanışı, yalnız başına da içme huyu edinmesi ve bu belirtilerin ardındaki keder yükü anlaşılamamıştı. Dost canlısı olduğu kadar da kavgacı bilinirdi; bu huyu çoğu kez dobralığından, “herkesle iyi geçinme” huyu edinememesinden, riyaya dayanamayışından ve giderek hırçınlaşan yalnızlığındandı. Yazıyı, şiiri yaşamının zorlu labirentinde Ariadne ipliği gibi gören bu şair, öldükten sonra tersine koşan atlar türündeydi ama bu sözün sahibi olan Ece Ayhan’ın zamanı gibi değildi Adnan Satıcı’nın zamanı. Unutuş ırmağı taşıyordu onun gibi sanatçılarla.
Ama bu sert debiye direnenler de vardı; ırmaktan ne kurtarırsam fayda diyen Mehmet Özer gibi birkaç vefalı arkadaşı şükür ki hayattaydı. Adnan’ın göçünden on yedi yıl sonra kalıcı bir hatırlama eylemiyle, iki ciltlik (toplam 600 sayfa) bir armağan kitapla anısı yeninden canlandı Ado’nun. “Mehmet Özer kim?” diye soran çıkar mı? Belki. Şu kadarını söylemeliyim: Mehmet Özer toplumsal mücadelede tek başına bir “umut ve bellek örgütü”dür. Dönemindeki hemen bütün toplumsal eylemlerin görsel kayıtçısı, fotoğraf sanatçısı ve şairdir. Özer, Ado’nun sevdiği, sık sık söylediği türkülerden birinin adını verdi kitaba: Bahçada Yeşil Çınar.
İlk cildiyle “armağan”, ikinci cildiyle Adnan Satıcı’nın dağınık evrak-ı metrukesi niteliğinde bu iki kitap: İlk ciltte “mezar başı konuşmaları”, hakkında yazılan şiirler, yazılar var. Ölümünün ardından iki üç kez yapılan anma etkinliklerinin belgelerini, yasını tutanların ağıtlı düşüncelerini içeriyor. İkinci cilt ise, kimi çekmecesinde, kimi çok sayıda gazete ve dergide kalmış denemeleri. Ona yakından bakabilmek, anlayabilmek için epey zengin içerikler taşıyor bu iki cilt. Birçok denemesinde canlı bir üslupla (hep öyleydi) kendini anlatıyor Adnan. Şiire başlamasına yol açan kendine özgü bir “naif amaç”tan söz ediyor yazılarından birinde. Yetimliği, yatılı okul bakımsızlığı, şivesinin “bozukluğu” yadırganan bir “çirkin ördek yavrusuydum” diyor, çocukken. İlkokul beşinci sınıfta bir şiirsel eylemini anıyor. Amacı şu: “Arkadaşlarım olsunlar, beni sevsinler.” Bir gün sınıftaki her birinin adlarına, özelliklerine uygun akrostişli şiirler yazıp masalarına bırakıyor. Bütün sınıfta adeta bir şiirsel büyü yaratıyor ve ‘çirkin ördek yavrusu’ nihayet ‘sevilmeyi’ başarıyor. “Bu kadarını beklemiyordum” diyor; sınıf başkanı hemen istifa edip yerine Ado’yu aday gösteriyor, oy birliğiyle başkan seçiliyor. O günden sonra sınıfta “kardeşçe bir ahenk” yaratmış olduğuyla övünüyor. Tabii, artık “kim elinden kalemi bırakır”… Yaşamına yön veren bu anısını otuz yıl sonra da hatırlayacaktır; ama şöyle bir melankoliyle: “(Kalem) hâlâ parmaklarım arasında kıpırdayıp duruyor. Gelin görün ki bu kıpırdayışta otuz yıl öncesine göre önemli bir fark var. O gün çocuk kalemin umutları ve gerçekleştirebildiği hayalleri vardı. Bugünküyse umutsuz bir çırpınış, o kadar.”
Neydi Adnan’daki bu telafisiz melankoli? Yaşama ağır bir kayıpla başlamıştı; çok erken yaşta anne ve babasını yitirmiş, bakım yurduna verilmişti. Ama yetimliğini bağrına basıp biri Türk edebiyatı, biri hukuk, iki fakülte bitirmeyi de başarmış, sevdiği mesleği, öğretmenliği yeğlemişti. Öğrencileriyle ve arkadaşlarıyla içli dışlı yaşar, her yörenin şivesini canlandıran fıkralar anlatır, kimi taklitleri ustaca sahneler, güzel türkü söyler, lirik küfürler savurur, renkli kahkahalar atar, yerine göre her şeyle ama özellikle kendisiyle dalga geçmekten yorulmaz bir renkli kişilik olmayı da başarabilmişti. Anadilini geliştirme fırsatı bulamamış ama “efendinin dili”nin sahibi sananları mahcup edecek düzeyde Türkçeye sığınmış, unutulmayı hak etmeyen bir edebi kişilik olabilmişti. Peki, neydi?
İçine doğduğu hayatın bir cehennem olduğunu erken fark etmiş, okuduklarından ve yaşadıklarından bir “fırsat” keşfetmiş olmalı. Bunun en güzel ifadesini İtalo Calvino’nun Görünmez Kentler’inde bulmuş, öyküde kendi arzusunu da görmüş olmalı. Bu eşsiz romanda Kubilay Han, Marco Polo’ya şöyle sorar:
“Yanaşacağımız son liman, o cehennem kenti olacak ve giderek daralan bir burgaç boyunca kasırga bizi orada dibe çekecekse her şey boşuna değil mi?”
Marco Polo şu yanıtı verir:
“Biz canlıların cehennemi gelecekte var olacak bir şey değil, eğer bir cehennem varsa burada, çoktan aramızda; her gün içinde yaşadığımız, birlikte yan yana durarak yarattığımız bir cehennem. Bu durumda acı çekmemenin iki yolu var: Birincisi, pek çok kişiye kolay gelir: Cehennemi kabullenmek ve onu görmeyecek kadar onunla bütünleşmek. İkinci yol riskli: Sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek.”
Adnan ikinci yolda “sürekli ve dikkatli bir eğitimle, cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne varsa” onu bulmaya, böylece cehennemden kaçınmaya çalışıyordu. İlkokul beşteki o “naif amaç” işlemeye devam etti: Arkadaşlarım sevsin beni! Ahmet Telli’nin son şiir kitabında işlediği ‘Arkadaşlık Günleriydi’deki gibi arkadaşlıklar.
Herhangi bir kayıp olabilirdi bu yetim, “çirkin ördek yavrusu” olarak onun gibilerle cehennemi yaşamayı sineye çekebilirdi. Erken yaşta kendini şiir yoluyla bulmaya, bir şair olarak var etmeye özenmişti. Ama özendiği “arkadaşlık” da bazen cehennemin kendisi olabiliyor. Ado ise hem gururlu hem fazlasıyla kırılgan. Neruda’nın “Biraz olsun gururu olmayan gerçek anlamda şair değildir” sözünü sık sık anması belki bu nedenleydi. Taşkın bir gurur yansıyordu davranışlarından; ama kibre bulaşmayan bir gurur. Şair benliğin bu türüne böylesine bağlanmış bir kişilik, arkadaşlarıyla kurduğu dünyada iz bırakmadan gider miydi? Gel ki şair izi nedir, her şeyin hızla tozlaştığı bu çağda…
Birçok yönden Cemal Süreya’ya benzetirdi kendisini. Yetimlik, Kürtlük, yatılı yaşam, aşka, erosa düşkünlük; yüzlerine sığmayan gözleri, cemallerinin güzelliğiyle benziyorlardı da. Ökeliği de benzerdi Cemal Süreya’ya. Başkalarının yazdıklarına içtenlikli ilgisi, etkilenmeye açıklığı, kesintisiz arayış düşkünlüğüyle de benzeşiyorlar. Unutulma korkuları bile benziyor. Cemal Süreya’dan okuyunca, (“İki yıl memleketten uzaklaştım, arkadaşlarım adımı unutturmaya çalıştılar”) “yüreğim burkuldu” diye yazar Ado. Ustalarına sadakati de benziyordu iki şairin; ustalar farklı olsa da. Adnan için eskiler ne kadar değerliyse, buluştuğu yeniler de öyleydi. Örneğin, Diyarbakır’ın demirbaşı, birçok kuşağı yetiştirmiş şair Hicri İzgören, İhsan Fikret Biçici başlarken örnek aldığı ilk kılavuzları olmuşlardı. Ankara’ya geldiğinde Ahmet Telli, Veysel Öngören, Behçet Aysan yeni ustalarıydı.
Biri daha var; uzun süren hapishane yaşamını “yüksek tahsil”e dönüştürmüş bir zamane dervişi; yazar, düşünür Aydın Çubukçu. Çubukçu’nun üzerindeki etkisini yazarken, onun için “arkadaş doğuran arkadaş” diyor Adnan. Kendisini “yeniden doğurma” sürecinde ebe rolünde Aydın Çubukçu. Herkesle iyi geçinmeyi bilemese de her çevreden arkadaşı olsun isteyen, edebi ortamın “en yaramaz çocuğu”, (Eren Aysan’ın deyimidir bu; çoğu arkadaşı katılır bu yargıya) en delişmen şairi olmuşu; atak, neşeli, deli dolu.
Yarın dergisinin bürosuna ilk gittiğimde Akif Kurtuluş’un Ado’yu bana tanıtırken şu hayranlık dolu sözlerini hiç unutmadım: “Bu arkadaş var ya,” –diyerek gösterdi uzaktan– “yaprağın yere düşene kadar geçen zamanın şiirini yazıyor.” Onu o gün görüşümle sonrasının arasına on yıl girdi. Ankara’ya yeniden dönüşümde ben de yakından tanıdım Adnan’ı. Şiirindeki yaprak hışırtıları duyulmaya başlamıştı çoktan. Ve zaten onsuz bir Ankara edebi çevresi de düşünülemezdi. Evrensel, Yeni Gündem ve benzeri gazete ve dergilerdeki yazıları fikir yüklüydü, tartışma hevesli. Bir yeni edebi karakter yansıyordu yazılarından, şiirlerinden. “Ben” diyerek yazmaktan çekinmez, ama o “ben”i kendi teorik pratik deneyimlerinden güç alarak canlandırmış sahici bir kişilik. Mülkiyeliler Birliği’nin bahçesinde oturur, oturduğu masa giderek genişler. Ulus Baker de gelmişse o gece bitmez, Mülkiye kapanır, evlerde devam edilirdi. O gittikten sonra, içinden renkler şavkıyan bariton sesi, onu tanıyanların belleğinde da yası telafi edilemez bir sancıyla kaldı; neşesi, oyunbaz edasıyla birlikte. Zamanının dilsel kültürünü (arabesk dahil) ironik bir dil oyuncağına dönüştürmesiyle de meşhurdu Adnan. Neşesi kadar kederi ve melankolisi de hatırlardadır. Kendiliği hakkında şu kısa yazısı bu özelliğine küçük bir örnektir: “Yazıyorum ya, ha ben ha pişmiş tavuk! Gerçi tüylerim yolunmadan da mutlu bir hayat sürdüğüm söylenemezdi. Belki de aklına her geleni kılçığını ayıklamadan söyleme cüreti, mutsuz hayatımın armağanıdır bana. Belki de sırf bu yüzden müthiş bir gevezeyim. Belki de ağaçlarının her biri çatlamış kalın kabuklarla kaplı, güvenliğinin üstüne tir tir titreyen bu mırıltı ormanında yaşamak tat vermiyor bana. Durup durup beklenmedik sesler çıkarışım, ya yanlış anlaşılmam ya da hiç anlaşılmamam bu yüzden. Gören, yanıyor bana!”
Bu ve benzeri kederli sözlerinde telafisi imkânsız kaybının gölgesini görmek de mümkün ama ondaki “yetimlik” duygusu anadilinden erken kopuşuyla da doğrudan ilgilidir. Başka bir dile göçmüş olması, orada bir edebi ev kursa da daima dilsel yetimliğini hatırlatan ötekilik. Kürtçe şiirler de yazmayı deniyordu ama Türkçedeki kadar yetkin olamıyordu. Onun ilk gençliğinden bu yana coşkulu bir başkaldırıyla gelişen özgürleşme hareketinin rüzgârına hayrandı. Her kekeme gibi türkü söylerken açılır, Kürtçenin yerel şivelerini şehvetle canlandırırdı. Adnan’ın türkülerle, fıkralarla bezeli yaşamından bir sahneyi, arkadaşı Akif Kurtuluş şöyle betimliyor:
“Hayatın tam ortasından geçen sözleri ve sesleri anlamayanların fıkra dediğine bakmayın, Adnan bize çok sağlam hikâyeler anlatıyor. Çocukluğundan, ilk gençliğinden, hayallerinden, kırıklıklarından. Qırık şivesini biliyorum, oradan çığırıyor bize Adnan. Dinleyenlerden biri, Adnan’ın kusursuz şivesini cilalayacak, ‘Hocam,’ diyor‚ ‘ne güzel Kürt taklidi yapıyorsunuz’. Bir cevap vermesi için türküsünü bitirmeli. Adnan türküsü bitince rakısından bir yudum alıp gırtlağını temizliyor. ‘Hocam,’ diyor, ‘aslında ben tam otuz beş yıldır Türk taklidi yapıyorum.’”
Zor koşullarının yanı sıra Türkiye’nin en sert dönemlerinden birinin içinde büyümüştü Adnan. Vedat Türkali’nin o eşsiz romanın adıyla, 12 Eylül öncesi “Mavi Karanlık”, sonrasıysa simsiyahtı. Devlet eliyle işleyen zulmün en nobran dönemlerinden birinde büyümek hangi benliği etkilemez? Onun kuşağında şiire, edebiyata, sanata kaçış, “cehennem içinde cehennem olmayan” imkân arayışları önceki kuşağa göre daha fazlaydı. Benliğin yeni dünyayı algılama edimlerinin şiirdeki büyük deneyimini yaratan İkinci Yeni şairlerinin bu yıllarda keşfedilmesi rastlantı değildi. Ama artık “anlamsıza kadar özgür” olmak hakkını kullanamaz olmuştu yeni şairler. “Bağlanma” bir kez daha gündemdeydi; bağımsız kalmanın, özerk olmanın yanı sıra. Adnan gibi, küçük İskender gibi aynı yaş dilimindeki şairler, ne yazarsa yazsın kıstırılmış benliğin duyulur nitelikte öfkesini ya da konuşkan hüznünü taşıyorlardı. 12 Eylül sonrası şair mahfillerinin şöyle bir işleyişi vardı. Örgütsel bağları gevşemiş ya da kopmuş şairler yeni cemaatler oluşturmuşlar, eski politik tartışmaların heyecanını şimdi poetikaya taşımışlardı. Adnan bu tartışmaların en ökelerinden biriydi; ama yeni bir söylem de edinmiş, anonimlikten sıyrılmış, “ben”in edasıyla yazıp konuşmayı değerli bulmuştu. Öncekilerin getirdikleri kadar kendi deneyimini de önemsiyor, buluşlarını kararlı bir ifadeyle dillendirmekten çekinmiyordu. Kişiliğiyle yazısı arasındaki mesafeyi en aza indirmek konusundaki kararlılığı ona “söylevci” bir hava kazandırmış, kimi parlayışlarında, kimi zaman hükümran ifadelerinde söylevci karakterinin yansımaları görülür olmuştu yapıtlarında. İroniyi sever, özdeyişleri tersyüz eder, fabllardan yararlanır, yeni şair ve yazarlar keşfeder, iyi bir okur-yazar olduğunu hissettirir her yazısında. Şimdi yıllar öncesinin sesiyle dalgalanıyor Bahçada Yeşil Çınar. Adnan Satıcı’ya adanmış bir sevgi, saygı ve vefa çınarı.
Önceki Yazı
Ömer F. Oyal ile söyleşi:
“Geçmişle bugün arasında bir doku birliği”
“Genellikle tutku kelimesi daha olumlu bulunuyor ama tutkuda doğaya, belirlenemezliğine dair bir tını varken saplantı zihinsel süreçlerin, bir odaklanmanın sonucu. Hatta belki de tutku uçucu geçici bir şeyken saplantı bir sürekliliğe sebata ve ısrara işaret ediyor. Bizleri farklı kılan, sahih kılan saplantılarımızın derinliği ve sürekliliği.”
Sonraki Yazı
Anne Ben Düştüm mü? vesilesiyle
İyi bildiğimizi sandığımız “metafor”u bir daha sorgulamak
“Sorunun temelinde, metaforun Aristoteles’teki anlamı (genel-şemsiye kavram; ama benzerlik değil salt aktarma, nakil olan 'metafor') ile sonraki daralmış anlamının ('metonimi' ile birlikte 'mecaz/trope' şemsiye kavramının üyesi olan 'metafor') aynı bağlamda, eşzamanlı olarak kullanılması yatıyor...”