Odradek: Belki de yatağımızın altında
"Kafka’nın kısa öyküsü 'Evin Beyinin Tasası', Kafkaesk diye adlandırılan o genel tanımlamanın içinde bile bir parantez olarak sayılabilir. Odradek adında, nesne-varlık, kurgu-gerçek karışımı, tam olarak anlaşılamayan bir şeyle karşı karşıya bırakır bizi Kafka. Odradek nasıl tanımlanır, neyin alegorisidir?”

İllüstrasyon: "Odradek, Bir Hüsnükuruntu ya da Elektroakustik Bir Bale" (afişten). Franz Kafka. (kolaj)
Kafka’nın kısa öyküsü, Die Sorge des Housvaters (“Evin Beyinin Tasası”) onun kendine özgü yazın dünyasında ayrıksı bir yer tutar. Kafkaesk diye adlandırılan o genel tanımlamanın içinde bile bir parantez olarak sayabiliriz bu öyküyü. Odradek adında, nesne-varlık, kurgu-gerçek karışımı, tam olarak anlaşılamayan bir şeyle karşı karşıya bırakır bizi Kafka. Belki dikotomi kavramıyla düşünülebilir bu durum. Ne tam anlamıyla nesnedir Odradek; ne de varlık. Sanki ikiye bölünmüş ama bir arada duruyor gibidir. Nesne varlığı, varlık da nesneyi bütünlüyordur; tıpkı cennet ve cehennem kavramları gibi.
Odradek isminin köken olarak belirsizliğiyle başlar öykü: “Kimileri Odradek sözcüğünün Slavcadan kaynaklandığını söyler, sözcüğün kuruluşunu bu dile dayanarak çözmeğe çalışır. Başkalarının kanılarına göre ise, sözcük Almancadan kaynaklanmış, Slavcadan yalnızca etkilenmiştir. Ama, her iki yorumun da kesin olmadığı, ikisinin de uygun düşmemesinden haklı olarak çıkarılabilir, çünkü yorumlardan hiçbiriyle sözcüğe bir anlam bulunamamakta.” Kafka belirsiz bir varlığı temsil eden bu sözcüğün kökeninin olmadığını, adlandırmasının da belirsiz olduğunu ilk elden işaret eder. Buna rağmen, On Benjamin and Kafka adlı çalışmasında Werner Hamacher sözcükle ilgili dilbilimsel araştırma yapmaktan kendini alamamış, sonuçta Odradek’in hiçbir dilsel kökeni olmadığını saptayarak Kafka’nın hakkını teslim etmiştir. Bu belirsizliği önce dilden başlatan Kafka, okurunu kendine has o alegorik alana çekmiş ve her zamanki gibi gerçekle kurgunun sınırını bulanıklaştırmıştır.
Kafka Odradek’i biçim olarak tanımlarken de aslında belirsiz, biçimsiz bir şeyden söz eder. Ancak gerçekten var olduğunu da belirtmekten geri kalmaz:
Tabii, Odradek adını taşıyan bir varlık gerçekten bulunmasaydı, kimse böylesi incelemelerle uğraşmazdı. İlk bakışta, yassı, yıldızımsı bir makara gibi görünür ve sahiden de üstüne iplik sarılmış gibidir; ancak sadece, kopuk, eski, biri birine düğümlü, ama aynı zamanda birbirine dolaşmış, olmadık çeşit ve renkte, iplik parçalarıdır bunlar. Bir makaradan ibaret de değildir yalnızca; yıldızın ortasından çıkmış küçük teğet bir çöp vardır, bu çöpe de dikaçıyla bir başka çöp birleşir. Bir yandan bu son çöpün, öte yandan da yıldızın köşelerinden birinin yardımıyla, bütün biçim, iki ayak üstündeymiş gibi dik durabilir.
İlk bakışta bir nesneden söz ediliyor gibi görünse de, “olağanüstü devingendir, yakalanamaz” cümlesiyle hareket edebildiğini anlarız. Üstelik konuşma yetisi de vardır:
Kimi zaman kapıdan çıkarken, zamanına göre çatı aralığında, merdiven boşluğunda, aydınlıklarda, sahanlıklarda konaklar. Kimi zaman kapıdan çıkarken o da tırabzanın altına yaslanmış duruyordur; insanın ona iki söz söyleyesi gelir. Tabii güç sorular sorulmaz, –ufak tefekliği öyle yaptırır insana– bir çocuk gibi davranılır ona. “Adın ne senin bakalım?” diye sorulur. “Odradek” der. “Peki nerede oturuyorsun?” “İkametgâhı gayrisahih” der ve bir kahkaha atar; ama bu ancak ciğeri olmayan birisinin çıkarabileceği bir kahkahadır.
Odradek hakkındaki bilgiler kimi zaman anlatıcı, kimi zaman da Evin Beyi tarafından aktarılır. Onunla bir özdeşleşme, bütünleşme, Odradek’i anlama ve kavrama çabasının öyküde öne çıktığını söylemek yanlış olmaz. Bu durumu einfühlung kavramıyla birlikte düşünmek bize öyküyü anlama konusunda alan açacaktır. Türkçeye “özdeşleyim” olarak çevrilmiştir, ama bu çeviri kavramı tam olarak karşılıyor mu, emin değilim. Basit anlamda einfühlung’u empati gibi düşünmek mümkün. Bu kavramı tam olarak anlamak için belki daha da geriye, Platon’la öğrencisi Aristo’ya kadar uzanmak gerekir. Platon ünlü yapıtı Devlet’te mağara alegorisiyle idea kavramını açıklar: Mağaranın içinde görülenler taklitten ibarettir (Mimesis). Dolayısıyla mağaranın dışında olan gerçektir (İdea). Taklit olan da gerçeğin yerini tutamayacağı için gereksiz, dahası tehlikeli olarak nitelendirilerek sistemde yasaklanır. Platon’un düşüncesini kavramak için şöyle bir örnek verebiliriz: Bir ressam bir nesnenin resmini yapıyorsa, taklidin taklidi olarak gerçeklikten iki defa uzaklaşılır. Platon bu durumun gerçeği yitirme riskini barındırdığını düşünerek yönetim için katı kurallar koyar. Ona göre İdealara ulaşabilmenin tek yolu düşüncedir; bunu da yalnızca düşünürler yapabilir. Şairleri devletten kovmasının, sanatı ötekileştirmesinin, sistem için tehlikeli bulmasının altında bu düşünce yatar. Oysa öğrencisi Aristo, hocasından farklı düşünür. Mimesis kavramına bakış açısı Platon’la neredeyse taban tabana zıttır. Ona göre sanatçı yalnızca taklit etmez, yeniden üretir ve yorumlar. Sanatçı özne, nesneyle ilişkisinde bir bütünleşme, dahası onu hissetme durumunu yaşar. Değilse idealar dünyasından bir üretim olası değildir. Einfühlung kavramının devreye girdiği bir durumdan söz ediyoruz. Evin Beyi de böylesi bir bütünleşmeyle, onun gibi hissetmeye çalışarak Odradek’i anlamak ister gibidir. Bir anlamda bir yer değiştirme, değiş-tokuş, kendi benliğinden nesneye transfer gibi düşünebiliriz bunu. Neredeyse nesnenin kendisi haline gelme durumunu kastediyorum. Nesne (Obje) kavramını da, Özne (Subje) kavramını da en geniş anlamıyla kullanıyorum. Sanatçı için özellikle düşünülmesi gereken bir halden, baktığı, yazdığı, yarattığı objenin kendisine dönüşmek, o olmaktan söz ediyorum. Bunu kavrayabildiğimizde Flaubert’in, “Madame Bovary c’est moi” (“Madam Bovary benim”) deyişini tam olarak anlayabiliriz.
Odradek, Evin Beyi’nin sandığı gibi zararsız mıdır; yoksa hiç ölmeyen, ciğeri olmayan, attığı kahkahayla, verdiği yanıtla aslında tekinsiz bir varlık mıdır? Kafka bu durumu kavramayı okura bırakıyor gibi görünse de, ipuçları bırakarak (belki Odradek’in peşinden sürüklenen iplik parçaları da göstergedir) bir imada mı bulunuyor? Bize Unheimlich’i (Tekinsiz) çağrıştıran bir varlıkla mı karşı karşıyayız aslında? Nurdan Gürbilek şöyle diyordu:
Unheimlich’i heimlich’ten ayıran ‘-un’ öneki bir karşıtlığın değil, bir bastırmanın işaretidir. Bizde esas endişe doğuran şey yabancı ya da bilinmeyen değil, içten içe tanıdık olandır. Mekânın Poetikası’nda ‘yalnızca anımsadıklarımızın değil, unuttuklarımızın da içimizde barındığından söz ediyordu Bachelard. İşte bu unutulmuşun gizli yuvasından (‘ikametgâhı gayrisahih’ demiyor muydu Odradek?) başını uzatması, yıllar sonra (zamansız bir varlıktan söz ediyoruz sonuçta) tanınmaz halde verdiği tanınma savaşıdır ‘tekinsiz’. Bilinmeyen bir geçmişte bastırıldıktan sonra geri dönen, örtülü kalması gerektiği halde açığa çıkan, tanıdık olanla şimdi tanınmaz olan şeyin rahatsız edici bir karışımı.[1]
Zaman dışı olduğuna göre Evin Beyi’nden önce de vardı Odradek; ondan sonra da var olacak belli ki. Çocuklarının onunla karşılaşmasını istemiyor Evin Beyi: “Ya bir gün, çocuklarımın ve çocuklarımın çocuklarının ayakları dibine, peşinden sürüklenen iplik parçalarıyla, merdivenlerden aşağı yuvarlanırsa?” Zararsız bir varlıktan niye kaygı duyuyor; dahası acı hissediyor? Çocuklarının zarar görmesinden duyduğu kaygı, kendisinin de zarar gördüğü duygusunu, gerçeğini bastırıyor mu? Belki de kendisi için geç kalındığını, iş işten geçtiği için durumu kabullendiğini, hiç değilse çocuklarının zarar görmemesini, kurtulmasını arzuluyor içten içe. Görünenden, söylenenden fazlası olduğunu düşünebiliriz pekâlâ.
Odradek nasıl tanımlanır, neyin alegorisidir sorularına yanıt arayanlardan biri de Slavoj Žižek’tir. “Politik Bir Kategori Olarak Odradek” başlıklı çalışmasında şöyle bir değerlendirme yapar:
Odradek kuşaklar ötesi (kuşakların çevriminin dışında) bir nesnedir, ölümsüzdür, sonluluğun dışındadır (çünkü cinsel farklılığın dışındadır), zamanın dışındadır, herhangi bir amaç yönelimli etkinlik sergilemez, amaç, yararlılık göstermeyen bir nesnedir, cisimlenmiştir/ ouisssance’tır: Lacan’ın XX. Seminer: Encore’da söylediği gibi, ‘Jouissance [Lacan bu kavramı ihtiyaçların giderilmesi değil, dürtülerin doyurulması bağlamında kullanmıştır. Žižek de bunu kastediyor] hiçbir şeye hizmet etmeyen şeydir’. Şey-; Ouiss/ance’ın- bir ölümsüz (ya da daha doğrusu, ölmeyen) fazlalık- farklı figürasyonları vardır: Tam olarak var olmadan kalıcı olan, bizi hangi şeyden suçlu olduğumuzu bilmeden suçlu kılan yasa; iyileşmeyen ve ölmemize izin vermeyen yara; en ‘akıldışı’ yönüyle bürokrasi; [sanırım bu noktada Dava’yı hatırlamak gerekiyor] ve hepsi kadar önemli, Odradek gibi ‘kısmi nesneler’. Hepsi de bir tür sahte-Hegel’ci ‘kötü sonsuzluk’ kâbusunu sergilerler- bir Aufhebung yoktur, doğru dürüst bir çözüm yoktur, olay sürüklenip gider. Hiçbir zaman Yasaya varamayız, İmparatorun mektubu hiçbir zaman hedefine varmaz, yara hiç kapanmaz (ya da beni öldürmez). [2]
Hegel için Aufhebung kavram olarak son derece spekülatiftir; onu diyalektiğin bir hareketi olarak görür. Aufheben kökünden türetilen kavram iki anlam içerir: Yok etmek anlamına geldiği gibi, saklamak, muhafaza etmek anlamına da gelir. Bu kavramda ortadan kalkan şey varlığını kaybetmez. Onun yerini alan biçimse öncekinin varlığını yadsımaz. Yani mevcut biçim eskisiyle birlikte varlığını sürdürür (Hegel diyalektiği). Hegel’in diyalektiğinde parçalar yanlıştır, ama bir araya geldiklerinde doğru bir bütün ortaya çıkar. Oysa Kafka metinlerinde sanki tersi bir durum vardır. Okuduğumuz parçalar basit ve doğru görünür, ancak bir araya getirildiklerinde ortaya çıkan şey yanlıştır. Kafka metinlerindeki garabeti, bağdaşmazlığı buradan anlayabiliriz belki.
Žižek tanımlamak istediği yerden bir tür tanımsızlığa ulaşmış gibi duruyor. Burada Kafka dünyasını başka yapıtları üzerinden hatırlamakta yarar var. Dava ve Şato’da karşılaştığımız o çözülemez bürokrasinin, bireyi kendi içinde eriten yöntemleriyle bedenlenmiş hali olabilir mi Odradek? [Deleuze] Otorite ve bürokrasinin görünür hale gelmesini mi arzuladı Kafka bu kısacık öyküsünde? Olasıdır ki Žižek de bu yüzden politik bir figür olarak düşündü Odradek’i. Žižek’in “cinsel farklılığın dışındadır” saptamasından, onun üreyen bir şey olmadığını, üretildiğini düşünebiliriz. (Üretme ve dayatma gücü iktidarın ve onun uzantısı olarak bürokrasinindir hiç kuşkusuz.) Ciğeri olmadığına göre bilinen anlamda bir canlı da değildir. Bir ömrü de olmadığına (zaman dışı) göre, sistemin, bürokrasinin, otoritenin görünür hali olduğunu düşünmek aşırı yorum olmaz sanırım. Evin Beyi, insanlık yok olsa bile Odradek varlığını sürdürecek diye tasalandığına göre, bu nesne-varlığın sürmesinden kaygı duymaktadır. Kuşaklar ötesi bu nesne-varlık üzerine kafa yoranlardan biri Timothy Morton’dur. Onu bir hyperobject (hipernesne), üstün varlık olarak düşünür:
Odradek mükemmel bir çağdaş nesne olarak orada durur. Onu açıklamada yetersiz kalırız, yine de bir şekilde evimize davet edilmiştir. [Ben Morton’dan farklı olarak Odradek’in davetsiz misafir olduğunu, ev sahibinin kimi kusurları, ihmalkârlığı, dahası körlüğü sonucu, farkında olmadığı bir biçimde ortaya çıktığını düşünüyorum. Farkına vardığı zaman da iş işten geçmiş, Odradek eve yerleşmiştir zaten.] Odradek fiziksel bir bozukluk, tıpkı kuraklık ya da beklenmedik bir kasırga gibi ya da Çernobil yakınlarından doğan bacakları gözlerinden fırlamış yaprakböceği gibi bir şeydir. İsminin kökenlerinde belirsizlikler vardır.[3]
Odradek üzerine en çarpıcı cümleyi Benjamin kurmuştur: “Kafka’da tarih öncesi dünyanın suçla peydahladığı en acayip piç Odradek’tir.”[4]
Suçla peydahlanması bir olumsuzluk taşıyor elbette. Evin Beyi boşuna tasalanmıyor demek ki… Odradek’in unutulmuş bir şey olduğunu düşünüyor Benjamin:
“Odradek unutulmuş şeylerin büründüğü şekildir. Unutulmuş şeyler biçimsizdir. [Unheimlich?] Kimsenin tanımlayamadığı ‘aile babasının kaygıları’ biçimsizdir.”
Bu biçimsizliği de bir bağlama oturtuyor Walter Benjamin: “Kafka’nın bu yaratımları uzun bir figür serisiyle biçimsizlik prototipine bağlanır; kambura.”
Benjamin’in “biçimsizlik prototipi” dediği şeyi bir imge olarak düşünmek mümkün. Ancak çarpık bir imgedir söylenen; olağandışı, hatta ucube. Kendisi şöyle nitelendiriyordu bu durumu: “İmge mevcudiyetin olağanüstülüğüdür, çünkü onun gösterilişidir.”
Odradek, Gregor Samsa ve diğer Kafka varlıklarında, nesnelerinde, gördüğümüz deformasyon, dönüşüm, biçimsizlik, belirsizlik, bir tür işaretleme gibi duruyor. Kafka’nın yaşamında başa çıkamadığı işleyişin, hissedemediği umudun bu çarpık imgelere yüklenmesinin işareti. Aslında Kafka şunu söylediğinde, Benjamin’in durumunu da içeren bir cümle kurmuştu: “Evet, umut var ama bizim için değil.”

Kafka’nın en bilinen yapıtının kahramanı Gregor Samsa bir böceğe dönüşmüştü. Ancak tersine dönüşümün yaşandığı bir başka öyküsü daha vardır: “Ein Bericht für eine Akademie”(“Akademi için bir Rapor”). Bu kez hayvandan insana bir dönüşümün öyküsüne tanıklık ederiz. Hagenbeck adlı şirket tarafından Afrika’da yakalanarak getirilen bir maymunun, bizzat kendi ağzından insana dönüşümünü izleriz. Adını yüzündeki bir yaralanmadan almıştır: Rotpeter (Kızıl Peter). Hayvanat bahçesi yerine bir gösteri maymunu olmayı seçtiği hayat sonrası insansı bir duruma evrilir. Kötü muamele gördüğü, hatta kırbaçlandığı beş yıllık bir eğitim süreci sonrası gösteri dünyasında bir yıldız olarak parlar, toplum içinde saygın bir yere ulaşır Rotpeter. Ancak Samsa gibi fiziksel bir dönüşüm değildir Rotpeter’inki, zihinseldir. Kafka’nın metinleri bizi hep bir ara bölgeye taşır; insanla hayvan arasındaki o belirsiz bölgeye. Samsa’nın böceğe dönüşümünü negatif, Rotpeter’in insana dönüşümünü ise pozitif gibi okuyabiliriz; insan merkezli baktığımızda. Ama bunun ötesinde bir durum olduğunu unutmamak gerekir. Kafka bu insan merkezli anlayışı geçersiz kılmak için her iki yöne de işleyen bir dönüşüm kavramını devreye sokmuştur. Josef K.’nın yaşadığı da bir dönüşüm süreci değil midir? Birey olma durumunu kaybederek, yer tutamayarak, yok oluşa doğru sürüklenme sürecini, Josef K.’nın dönüşüm süreci olarak okuyabiliriz pekâlâ.
Kafka’nın dönüşüm, deformasyon gibi kavramlarının dışında bir yerde yer alıyor Odradek. Bir dönüşüm geçirmemiştir, deformasyona uğramamıştır; yalnızca kendisidir. Üstelik Borges’in Alef’’inde olduğu gibi bir mikro kozmos da söz konusu değildir. Evin beyi ile Odradek aynı kozmos içindedir. Borges, Alef’ teki her şeyi gördüğü gibi, orada kendisini de görüyordu. Evin Beyi yalnızca Odradek’i görür ve kaygılanır. Ceza Sömürgesi’ndeki işkence mekanizması gibi biri tarafından çalıştırılması da söz konusu değildir. Birden evin içinde görünüverir. İnsan-hayvan yer değiştirmelerinin de dışındadır. Nesne-varlık olarak başka bir kategorinin içindedir. Odradek’i biraz olsun kavrayabilmek için Kafka metinlerine bir genel bakış gerekiyor sanıyorum. Kafka parlak, çarpıcı bir biçemle yazmaz. Metaforlardan, sanat yapmaktan uzak, düz metinlerdir yazdıkları. Kolay okunur ve bu nedenle okur okuduklarını hızla geçer, pek çok şeyi de ıskalar. Onu yorumlarken aşırı yorumla metnin ilerisinde kalmak kadar, onun yorumunu kaçırarak metnin gerisine düşme tehlikesi de hep vardır.[5] (Bunları Orhan Koçak’ın bir söyleşisinden aparttığımı da itiraf etmek durumundayım.)
Tekrar Odradek’e dönelim. Şekil olarak bir yıldıza benzemesi, doğal olarak akla Davud Yıldızı’nı getiriyor. Bir anlamda Yahudiliği sembolize etmesi olasılık dahilindedir. Ancak oldukça muğlak bir durumdur bu. Kafka’nın bu tür göndermelere pek gönül indirmediğini, daha kaygan zeminlere, belirsizliklere doğru yol aldığını unutmayalım. Yahudilerin kadim metinlerinde mesellerin olduğunu hatırlayarak başka bir yere geçiş yapalım. Meselin bir metinde yer alması her zaman onu bilgelik kipinden konuşturmaz; kimi zaman da ironik, hınzır bir eda taşır. Bu anlamda mesellerin anlatıma girdiği yerler Kafka’nın metinlerinde, örneğin Dava’da da yok mudur? Burada bir kez daha, bir başka politik mesele üzerine yazdığı bir yazıdan, Orhan Koçak’a kulak verelim:
Kafka’nın bu kavşakta önümüze koyduğu alternatifleri düşünelim şimdi. Bir kere, muğlaklığın otorite kaynağının kendisinden kaynaklandığını söylüyor mesel: “Bizim bilmediğimiz ve kendisinin de daha kesin biçimde tarif edemediği bir yer; dolayısıyla bize yardımcı da olamıyordur.” Ama bunun kasıtlı mı kasıtsız mı olduğuna dair bir işaret yok metinde. Otorite, bilge kişi, bizi şaşırtmak, afallatmak için mi bilmecelerle konuşmaktadır, yoksa başka türlüsü gerçekten elinden gelmediği için mi? Bununla ilgili bir yol gösterici yok metinde. [Bana sorarsanız Kafka’nın hiçbir metninde yok; günlüklerinde bile.] Ama Kafka’nın romanlarını, başka mesellerini düşünürsek, heterodoks Yahudilikte de kimi yerlerde ortaya çıkan ve Kafka’ya da cazip geldiği anlaşılan bir ‘muzip, kötücül Tanrı’ fikrinin birinci ihtimali desteklediğini varsayabiliriz. Uzlaşmaz bir teori-pratik karşıtlığı düşüncesi de bu noktada beliriyor: Mesel iyidir, güzeldir ve günlük hayatta bize sunabileceği bir yarar yoktur.[6]
Kafka bize hiçbir zaman bir anahtar vermez. Açık biçimde önümüzde duran metinlerine giremeyebilir ya da girdiğimizi zannederek metinden dışarı çıkıp tamamen uzaklaşabiliriz. (Belki de yalnızca kafa dağıtıyordu Kafka. Malum, Heidegger’e göre kafa dağıtma “ölümden kaçış” anlamına geliyordu. Kafka’nın yaşadığı dünyayla ilişkisinin kaygı üzerinden kurulduğunu biliyoruz. Bir türlü içine giremediği gerçek dünya ve büyük olasılıkla bu nedenle her yazdığının üzerinde gölgesini gördüğümüz ölüm korkusu vardır hep kurgularında.)
Tam da burada Dava’daki bir meseli hatırlamakta yarar var. Yasanın içine girmek isteyen biri kapıda bekçiyle karşılaşır. Bekçi ona beklemesini söyler. Çok uzun zaman bekleyen adam kapıya kendisinden başkasının gelmediğini fark eder. Bekçiye bu durumu anlattığında, bekçi ona bu kapının yalnızca kendisi için açıldığını söyler ve kapı kapanır. Sonuçta adam açık gibi görünen, ama aslında kapalı olan kapıdan içeri girememiştir. Kafka okuru da çoğu zaman metnin kapısında böyle bir durumda kalır; kalabilir. Ancak biz Odradek üzerinden kendi anahtarımızı oluşturup, bütün aşırı yorum risklerini de göze alarak metnin içine girmeye çalışalım. Bu kısacık öykünün akrabalığını Dava romanıyla kurmak gerektiğini düşünüyorum. Bürokrasi ve onu kullanan otorite herkesi gözler. (Panoptik bir gözlem mekanizması bireyi her durumda kontrol altında tutmaktadır. Teknoloji geliştikçe kontrol sistemi daha kesin bir yere doğru ilerlemesini sürdürmüyor mu günümüzde?) Kafka bunu Foucault’dan çok önce sezmiştir. Ancak Kafka bir teorisyen olmadığı için bu durumu edebiyat yoluyla, çoğu zaman alegoriyle okuruna da sezdirmek istemiştir. Birey için büyük ve açık bir hapishanenin işleyişini sağlayan bürokrasiyi ve elbette arkasında ama görünmeden onu kullanan iktidarı bu romanıyla yalın ama çarpıcı biçimde anlatmıştır. Distopik bir dünya oluşturan bu devasa ve şekilsiz yapının asıl amacı herkesi aynı kalıbın içine yerleştirmek, tektipleştirmektir. Kafka metinlerindeki karakterler kendilerine yöneltilen suçlamaların varlığını, bu suçları işleyip işlemediklerini anlayamazlar. Bürokrasi o alanı sürekli muğlak bırakır. Romandaki şu cümleyi hatırlayalım:
“Biri Josef K.’ya iftira etmiş olmalıydı, çünkü kötü bir şey yapmamış olmasına karşın bir sabah tutuklandı.”
Hukuk olması gerektiği gibi işlemez Kafka’da. Derrida bu nedenle şu cümleyi kurmuştur: “Kafka’ya göre yasa bir kurmacadır.” Galiba artık bizim için de kurulabilir bu cümle.
Yukarıdaki cümleden bürokrasinin bir gözetleme mekanizması olduğunu, bunu kullanarak bireyleri kontrol ettiğini çıkarabiliriz. Birileri onu gözetlemiş, ihbar etmiş, suçun ne olduğu belli olmasa da Josef K. tutuklanmıştır. Peki onu gözleyen, büyük olasılıkla yaşadığı alanda gizlice bulunan ve ansızın ortaya çıkan Odradek olamaz mı? Zararsız gibi görünen, salkım saçak iplikleriyle dolanan bu zamansız nesne-varlık, bürokrasinin o şekilsiz, ama her yere uzanabilen yapısının görünür hali olabilir mi? Evin Beyi’nin tasalanmasını, kendisi öldükten sonra bu kez çocuklarının da aynı duruma düşmelerinden kaygılanmasını bir kez daha hatırlayalım. Öyküde Odradek’in evin içine nasıl girdiğine, bir yerlerde (genellikle kuytu, ilk bakışta fark edilemeyecek yerlerdir bunlar) ansızın nasıl belirebildiğine dair hiçbir bilgi yoktur. Asıl mesele de buradadır; ortaya çıkana kadar onu kimsenin fark etmemesi. Kafka’dan günümüze doğru uzandığımızda, birdenbire karşımızda beliren onca kötülüğün, bizi içinde çürüten çarkların ve çoktan evimize girmiş olabilecek yeni olumsuzlukların sorumlusu, biraz da bizim aymazlığımız, kendi evimizde görünceye kadar olan aldırışsızlığımız olabilir mi? Josef K.’ya “Tutuklandınız hiç kuşkusuz, ama bu uğraşınızı engellemeyecek. Normal yaşamınızı sürdürmekten de alıkonmayacaksınız” diyen bürokrasinin bu tavrı tam da Foucault’nun “bireyin özgürlük yanılsaması” dediği şeye tekabül eder. Sistemin hayatın sürdürülmesine ve çizgi dışına çıkılmasına dair bir endişesi yoktur. Çünkü Odradek evdedir ve her şeyi görmektedir.
Kendimizi en özgür hissettiğimiz yerde, evde belki de sandığımız kadar özgür değiliz; hatta hiç olmayabiliriz de. Üstelik evimizde yalnız da değiliz büyük olasılıkla. Yatağımızın altına, merdiven tırabzanının köşesine, sahanlığa, evdeki boşluklara bir baksak, buna cesaret edebilsek, ipliklerini saçaklandırıp uzatmış olarak, tüm sinsiliği ve ciğersiz kahkahasıyla, belki de tam oradadır Odradek.
YAZARIN NOTU:
Öyküyü Oruç Aruoba’nın çevirisinden okudum. Şuradan erişebilirsiniz.
Bu yazıda Kadir Can Dilber’in, “Odradek’in Belirsizliğinde Yağmur’daki Kedi’yi Semaver’de Kaybetmek-Mimesis’in Odağında Einfühlung’u Keşfetmek” başlıklı çalışmasından çok yararlandım.
NOTLAR:
[1] Nurdan Gürbilek, İkinci Hayat, Metis Yayınları, İstanbul, 2022 (5. basım), s. 51.
[2] Slavoj Žižek, Paralaks, Encore Yayınları, İstanbul, 2014, s. 115.
[3] Timothy Morton, Hyperobjects: Philosophy and Ecology after the End of the World, University of Minnesota Press, Minneapolis, 2013, s. 176-177.
[4] Walter Benjamin, Kafka Üzerine, çev. Deniz Kurt, Barış Tanyeri, Altıkırkbeş Yayınları, İstanbul, 2015, s. 48-50.
[5] Orhan Koçak, “Kafka ve Hukuk”, Cuma Seminerleri, Encore Yayınları, YouTube
[6] Orhan Koçak, “Kılavuzu Karga Olanın…” Birikim, 15 Aralık 2022.
Önceki Yazı

Ne çok şair var…
Üstelik zamanın sonuna doğru…
“Günler Çözüldükçe’nin önemli yanlarından biri, hemen hiç söylenmeyen bir noktaya açıkça dikkat çekmesi: Karakoç sadece bir züht insanı değildi, diyor Erdem; çile onun ne kişiliğinin ne de şiirinin tamamını kapsıyordu: Sırf böyle bir askesis’e çekilmek bile, gemlenmesi gereken bir aşk taşkınlığının, kısaca arzunun varlığını ortaya koyuyordu.”
Sonraki Yazı

135 yıl sonra Ahmet Mithat’ın izinden (III):
Yürüyen köprüler… Yürüyen kaldırımlar
“Ahmet Mithat Paris’e vardığında Edison çoktan orada. Ne var ki, tanışıp tanışmadığından hiç bahsetmeden, durmadan bir köşede tıngırdayan sonografı yani ses kayıt cihazını birkaç cümleyle anlatıyor.”