Normalliğe ihanet etmek:
Kırmızı çizgiler, büyük hapishane
ve uzun aralık
“Filistinlilere normallikle ihanet ettik. Bu yüzden, ne kadar devrimci olursa olsun yeni bir normali tanımlamaya uğraşmak bana anlamsız geliyor. 'Daha önce benzeri görülmemişin' aksi olduğuna inandığımız olağanlığın yatıştırıcı etkisini reddetmemiz gerekiyor.”
8 Haziran 2024'te Washington DC'deki Filistin eylemi: "Soykırım kırmızı çizgimizdir"
Gazze’deki Siyonist soykırımın ikinci ayında, Abdaljawad Omar’ın o gün bugündür her yere beraberimde taşıdığım yazısını okudum. Metni başlığını, post-kolonyal çalışmaların kurucularından biri olarak kabul edilen Gayatri Chakravorty Spivak’ın neredeyse 8 aydır süren bu felaketten yaklaşık 35 yıl önce yayımlanan denemesi “Madun Konuşabilir mi?”den almıştı. Omar ise şu soruya retorik olmayan bir cevap arayışındaydı: “Filistinli Yas Tutabilir mi?”[1]
Omar direnişin Filistinlilerin yas tutma hakkı için mücadele ettiğini yazıyordu. Filistin özgür olana –yani sömürgesizleştirilene– kadar, gerçek anlamıyla yas tutmanın Filistinliler için imkânsız hale getirildiğini ve bu yüzden sömürgecilik koşullarında yasın her biçiminin kısmen de olsa bu gerçeğe ihanet ettiğini söylüyordu. İşgal sadece yaşamı değil, öldürülen Filistinlilerin bedenlerini sistematik olarak alıkoyarak, cenazeden mezara tüm yas ritüellerini şiddetle ihlal ederek ahireti dahi engelliyordu.
Fargo Nissim Tbakhi “uzun aralığı” “… gündelik bir durum; içinde hareket ettiğimiz atmosferi şekillendirecek kadar yaygın bir baskı” olarak tanımlıyor.[2] Eğer bu 8 aylık yetersizliğimiz ve inkârımız bize bir şey gösterdiyse, o da bu “gündelik hayata” karışmaya ne denli gönüllü olduğumuz. Bir başkasının acısını sessizce tüketmeyi en yaygın “tanıklık” biçimi olarak kabul ederken, şiddeti çoğu zaman gerçekleştiği yerden kilometrelerce uzak ve saatlerce geride bulunan dolaylı bir şahidin ağzından dinliyoruz. O da çoğunlukla yalnızca kendi vicdanı ve kendi sorumlulukları hakkında konuşmayı tercih ediyor.
Olsa olsa biz Gazzelilere kurtuluşumuzu borçlu oluruz, onlar bize değil. Bunu Filistin özgürlük mücadelesini araçsallaştırmak için değil, ısrarla dayanışmadan bahsedildikçe görmezden gelinmesi gittikçe imkânsızlaşan tevazu eksikliğinin, pek de gizlenmeyen kahramanlık komplekslerinin, burası ve orasını karşılaştırırken üretilen bariz hiyerarşinin altını çizmek için söylüyorum.
Geçtiğimiz ekimden beri daha önceleri gıyabında umudumu yitirdiğim bazı konuşmalar belki de artık mümkün – Eylül 2023’te Artsakh Ermenileri vatanlarından sürülürken, ya da Şubat 2023’te sınırın öte yanında, Rojava’da depremde hayatta kalanların üzerine bombalar yağarken söylenmeyenlerin söylenmesi. Nihayet suç ortaklığını konuşulabiliriz diye düşündüm ve geç de olsa bunu bile memnuniyetle karşıladım.
Ben bu yazıyı yazarken, Filistin Gençlik Hareketi (Palestinian Youth Movement) ve destekçileri herkesi Refah için bir kırmızı çizgi oluşturmak üzere kırmızı kıyafetler giyerek Beyaz Saray’ı ve ABD’deki çeşitli büyük şehirleri kuşatmaya çağırıyor. “Biz sizin kırmızı çizginiziz!” 8 Haziran’daki eylemin ana sloganıydı... Bu, “kırmızı çizgiye” salt söylemsel bir başkaldırı olarak okunabilir. Nitekim kırmızı çizginin keyfî bir sınırın sözde dokunulmazlığını savunmanın ötesinde pek de bir işlevi yok hakikaten. Böylesi bir çizginin öte tarafına itilmiş kim varsa, ayrımcılığa maruz bırakılan topluluklar üzerindeki yıkıcı tesirlerini, ya da hiç değilse bir işe yaramadığını iyi biliyor. Kırmızı çizgi başından beri onu belirleme hakkından mahrum bırakılmış birinin ne işine yarar? Sömürgeci aklından ve aygıtlarından arındırıldıktan sonra ondan geriye ne kalır?
Filistinlilere normallikle ihanet ettik. Bu yüzden, ne kadar devrimci olursa olsun yeni bir normali tanımlamaya uğraşmak bana anlamsız geliyor. “Daha önce benzeri görülmemişin” aksi olduğuna inandığımız olağanlığın yatıştırıcı etkisini reddetmemiz gerekiyor. Bu ret, gücünü yalnızca gözlerimizin önünde meydana gelenlerden almamalı; çünkü zulmün etkileri, çakışma, çelişme ve birbirini gizleme riskini taşıyan sayısız coğrafya ve zamana yayılmış durumda. Kendimizi nisan ayında İsrail devleti tarafından kanser tedavisi engellenerek katledilen Walid Daqqa’nın 38 yıl boyunca tutulduğu “küçük hapishanenin” izdüşümü olarak gördüğü dışarıdaki “büyük hapishaneye” mahkûm etmemek için, baskının ulaştığı ölçeğin gözümüzü korkutmasına izin vermemeliyiz. En azından geçtiğimiz 8 ayda, çoğumuzun yakından bildiği bu ters yüz edilmiş hapishanenin, bu güçsüzleştirme ve kesintisiz eziyet sahasının duvarlarını tespit etmeye ve aşmaya dönük ısrarlı girişimlerde bulunulduğunu söyleyebiliriz.
Rezzan beni bu işine bir katkıda bulunmaya davet ettiğinde, gözümüzün önünde somutlaşan şeylerle –dayanışma sözleri ve eylemleri– uzun zamandır eksik olanlar –basit tepkiler, ya da zaman içinde kurulması gereken stratejik ittifaklar– arasındaki ikimizin de hissettiği derin yarığı konuştuk. Bu çatlak halihazırda ne denli “uzun bir aralığa” mahkûm edilmiş olduğumuzu da ortaya koyuyordu. Rezzan’ın kırmızı çizgileri, siyasi eylemliliğin olağanüstü hal kanunlarıyla boğulmaya çalışılarak normalliğin gündelik şiddetinin dayatıldığı Ankara’nın sokaklarına yayılıyor. Varlığını Osmanlı’nın ve Cumhuriyet’in yüzyıllardır hedef aldığı katledilmiş ve mülksüzleştirilmiş milyonlara borçlu olan “Türkiye’nin kalbi” Ankara’nın. Bu kırmızı çizgiler, geçici bir ahlaki netliğin tutarsız sınırlarını değil, kâh devletin kâh halklarının inşa ettiği bir dizi büyük hapishanenin kapılarını göstersin. Bize zulmedenler farklı biçim ve ölçeklere sahipse basit öykülerin ardına saklanmamamızı, zulmedenin adı bir taneyse belirsizliğin ve “karmaşıklığın” tuzağına kapılamamamızı sağlasın. Normalliğe ihanet etmek, hem büyük hem de küçük hapishaneyi yıkmaya yarasın.
NOTLAR:
[1] Abdaljawad Omar, "Can the Palestinian Mourn?", Rusted Radishes, 2023.
[2] Fargo Nissim Tbakhi, “Notes on Craft: Writing in the Hour of Genocide”, Protean Magazine, 2023.
Önceki Yazı
Komet’ten Sevin veya Aslı Hanımlara bir öneri:
Haydi Suna - üç perdelik facia
“Askerliğini yapan Komet esasen komutanı tarafından Vatan yahut Silistre’yi sahnelemekle görevlendirilmiş olsa da, Namık Kemal’in eserinin 'zor ve uzun' olduğunu ileri sürerek, kütüphanede bulduğu, belli ki etkilendiği Haydi Suna’yı öneriyor ve böylece ilk (tahminen de son) tiyatro yönetmenliğini gerçekleştiriyor.”