15 Linden Road
“15 Linden Road’da, Yorgo Bacanos, Arif Hikmet Par, Çengel Hristo, Mıgırdıç Şellefyan, Yahya Kemal Beyatlı, Emanuel Karasu ve Resneli Niyazi benzeri mühim isimlerle birlikte ikâmet eden arkadaşımızın adı Roni Margulies’ti.”
Roni Margulies
1.
Flat F, 22 Longton Avenue, SE26, 6QZ. Londra’daki beş yılım bu adreste geçti. Kentin güneyinde, Sydenham isimli hayli sevimli bir semtte, kendi halinde hayli sevimli bir çatı katıydı burası. Royal Mail bugünkü badirelerden çok uzak olduğu için o yıllarda son derece düzenli ve titiz çalışırdı. Bu da günde iki kez, neredeyse artık ahbap olduğumuz postacının zili çalmasına ve benim de merdivenleri koşarak inmeme tekabül ediyordu. Genellikle alt kat komşusunun kedisi dolanırdı ayaklarıma böyle durumlarda. Heyecanlanırdım, çünkü postacının karşıdaki binanın bahçesini adımlarken görülmesi bile, İstanbul’dan kanatlanan mucizelerin o geniş ve uzun Longton Avenue sahillerine vurması anlamı taşırdı yeryüzünün kuzeyindeki ada ülkesinde.
Bir süre sonra postacının taşıdığı zarfların gönderici kısmında tuhaf isimler belirmeye başladı: Yorgo Bacanos, Arif Hikmet Par, Çengel Hristo, Mıgırdıç Şellefyan, Yahya Kemal Beyatlı, Emanuel Karasu ve Resneli Niyazi en dikkat çekici olanlardı. İstanbul’dan değil, Londra’nın bir başka yöresinden gönderilen zarflardı bunlar ve gönderici değişse de, gönderilen adres hepsinde aynıydı: 15 Linden Road, N 6. Anlaşılan oydu ki, 15 Linden Road’da kalabalık bir ekip yaşıyordu ve canları sıkıldıkça da bana birtakım şeyler gönderiyorlardı. Adam Sanat’ın son sayısı mesela, YKY’den yeni çıkmış bir kitap ya da bir demet maydanoz!
Adam Sanat veya kitaplar neyse ne de, hafiften solmaya başlamış maydanoz, çiğköfte veya kısır yapma mevsiminin geldiğine dair şairane bir ihtardı elbette. 22 Longton Avenue adresinde oturan arkadaşın, bu ihtarın gereklerini titizlikle yerine getirdiği çoktan Scotland Yard kayıtlarına geçtiği için o konuda en küçük bir tereddüt yoktu. Tereddüt, rakı şişesinin hacmi meselesinde düğümleniyordu her seferinde. Emanuel Karasu veya Yorgo Bacanos’u değilse de, Yahya Kemal’i gölgede bırakma mecburiyetinden kaynaklanan tuhaf bir tereddüttü bu.
15 Linden Road’da, Yorgo Bacanos, Arif Hikmet Par, Çengel Hristo, Mıgırdıç Şellefyan, Yahya Kemal Beyatlı, Emanuel Karasu ve Resneli Niyazi benzeri mühim isimlerle birlikte ikâmet eden arkadaşımızın adı, kimilerinin çoktan tahmin ettiği gibi, Roni Margulies’ti. Britanya ahalisinin ‘sense of humour’ diye tanımladığı atmosferle erken yaşlarda tanıştığından olsa gerek, tebessüme yol açacak hiçbir fırsatı kaçırmazdı bir başka ifadeyle. Robert yıllarında da, Rumelihisarı sırtlarından Boğaz’ın ışıltılı sularına bakarak akıllara fikirlere gelmeyecek yaratıcı esprilerin peşinde koştuğunu, sınıf arkadaşı Şavkar’dan (Altınel) öğrenecektim daha sonra.
2.
Bilenler bilir, Roni hakikaten eğlenceli bir insandı. (Artık geçmiş zaman kipleri, öyle mi?) Bütün o ciddiyetinin arkasında ilkgençlik heyecanını her durumda muhafaza eden muzip ve mütecessis bir delikanlının bulunduğunu anlamak için Roni Margulies karasularında bir miktar gezinmek kafiydi. Roni’nin esprilerine veya anlattığı fıkralara ‘maruz’ kalıp da, karanlığında boğulmaya yüz tuttuğu kuyulardan gün ışığının yakın yörelerine heveslenmeyen hiç kimse tanımadım bugüne kadar. En azından ben, 15 Linden Road’a her gidişimde, kapıyı Resneli Niyazi veya Çengel Hristo da açsa, çok geçmeden kahkahalara gömüleceğimizi bilirdim. Arka bahçeye birkaç basamak merdivenle bağlı mutfağın duvarlarında, nereden bulunduğunu merak etmeden duramayacağınız nesneler yer alırdı ve zaman içinde kendiliğinden zenginleşirdi de. İşte ben o mutfakta maydanozları ve naneleri ayıklarken mesela, Roni kitaplarla çevrili çalışma odasından kalkıp gelir ve sanki o anda öğrenmiş gibi, bir fıkrayı pul biber niyetine yeşilliklerin üzerine serpiştirerek durumu gözden geçirirdi. Bana bu kadar kısa sürede nasıl alıştığına şaşırdığım Eliot ise mutfaktaki masanın altında kuyruğunu sallayarak eşlik ederdi Roni’nin esprilerine.
Turnpike Lane metrosuna birkaç yüz metre mesafedeki Linden Road’da yer alan ev, bağrının derinliklerinde esasen bir yalnızlığı barındırsa da, güzeldi ve özenle döşenmişti. Roni’nin antika, eski fotoğraf ya da camaltı merakının yansımalarını sehpaların muhtelif köşelerinde ve kitap raflarında görmek mümkündü. Fakat beni nedense onlardan ziyade, şöminenin üzerindeki çıkıntıda duran siyah-beyaz bir fotoğraf ilgilendirirdi hemen her seferinde. Roni’nin yıllar sonra bir köşe yazısında kullanacağı fotoğrafta, omuzlarına akan saçlarıyla yirmili yaşlarına yetişmeye çalışan iki gencecik insan duruyordu çünkü. Gözbebeklerindeki kıvılcımlara inanmak gerekirse eğer, gelecek ismi altında meçhule uzanacağı daha o zamandan belli olan zaman diliminden en ufak bir tedirginlik duymuyordu her ikisi de. Fotoğrafı kim çektiyse artık, eminim ki o da benzer bir ruh hali içindeydi. Şavkar’ın hafif mahcup tebessümüyle Roni’nin Che’yi andıran seyrek sakallarının bu kadar birbirine yakışabileceğini kendilerinden başka kim bilebilirdi ki?
İstanbul’a döndükten yıllar sonra yeniden yolum düştü Linden Road’a. Roni İstanbul’daydı o sırada ve evin anahtarlarını bana vermekte tereddüt etmemişti. Eliot yoktu artık, gençlik yoktu, çiğköfte ve kısır partileri yoktu. Linden Road’da kaldığım on gün boyunca her akşam salondaki masaya oturmuş ve şöminenin üzerindeki o siyah-beyaz fotoğrafı karşıma koyarak Şavkar ve Roni’nin o yıllarını anlatan bir şiir yazmaya soyunmuştum. Ne var ki, birkaç iyi mısra dışında bütünüyle hüsrandı netice. Hayatın hakiki çehresine ait bir enstantane, şiire ihtiyaç duymuyordu belki de…
3.
Ancak bu başarısızlık Linden Road’a dair hiçbir şiir yazmadığım anlamına da gelmiyor hiç şüphesiz. İlki elimde avucumda yok maalesef. Roni’nin Nişantaşı’nda Ihlamur Yokuşu’nda oturduğunu duyunca ve Linden’in de ıhlamur anlamına geldiğini öğrenince heveslenip yazdığım esprili bir şiirdi bu. (adamdaki şansa bak sen, istanbul’da ıhlamur yokuşu, londra’da linden, bir kaza çıkmasa bari elimden!) Muhtemelen Roni’nin evrak-ı metrukesinin ücra bir köşesinde dolduruyordur çilesini. İkincisi ise mevcut ve hatta bir yolunu bulup Londra Şiirleri’ne dahil olmayı bile başardı.
Linden Road’daki akşamlardan bir başkasıydı işte. Şavkar o yıllarda yaşadığı Glasgow gibi bir yerden, Hakan Savlı da İstanbul gibi bir yerden çıkıp gelmişti. Madem ki şairler akşamıydı, ben de Longton Avenue’dan kalkıp London Bridge ve Piccadilly Circus üzerinden düşecektim yola. Evin diğer bir sakini de Eliot’tı ve adına yakışır bir sakinlikte oturuyordu döşemeye serili Anadolu işi kilimin üzerinde. İncir çekirdeğinden gemiler yapıp yırtık yelkenlere rüzgâr yetiştirmeye çalıştığımızı duydukça hafiften rahatsız olmasına bakılırsa, o bile farkındaydı beyhudeliklerin.
1997 veya ‘98, hatta belki ‘99’du. Hayattan ve şiirden emeklilik yaşımıza pek fazla zaman kalmamış olsa da, bunu kendisine veya yekdiğerine yakıştıran hiç kimse yoktu aramızda henüz. Tersine, şiire yahut daha genel bir ifadeyle edebiyata yeni başlamış insanlarda bile nadir görülen bir heyecan bulutu tarafından kuşatılmıştık sanki. Birkaç kadehten sonra edebiyat dünyasına çekidüzen vermeye başlamıştık zaten. Bilenler bilir, edebiyatçılar asla bu kadarıyla yetinmez; biz de hemen arkasından yeryüzünün ve tabii ki gökyüzünün eksiğini gediğini kapatmaya soyunmuştuk kolayca tahmin edilebileceği gibi.
Şavkar cin içiyordu, bizler rakı. Eliot ise tam bir Yeşilaycı edasıyla hafiften homurdanıp yadırgayan gözlerle bakıyordu tartışmalara. Gecenin geç bir saati ben kalkıp Turnpike Lane metrosuna doğru yürümüş olmalıyım. Şavkar ve Hakan Roni’de kalmıştı zira. Bizimkilerin meseleye açılan parantezler üzerinden devam edeceğini sezen Eliot ben çıkarken boynuma atılmıştı artık muradı ne idiyse. Şiirin Eliot’a ithaf edilmesinin sebebi de işte buydu:
Emekli Şairler Akşamı
–eliot için–
dört emekli şair ve bir de küçük miço
metruk bir gemi güvertesinde buluştular
kavga, gürültü, içki; bir hayli konuştular
en ünlü olanları haddinden fazla maço!
şairin emeklisi biraz tuhaftır elbet
külliyetli miktarda elde kalmış metafor
miras bıraksan olmaz, ödünç vermek, o da zor
tabuta serse bari, cinayetse cinayet!
tam dört emekli şair: ilki elsa’dan mülhem
aşklardan da emekli, halkıyla hasbelkader
tanışması neyse ne, –marx amca görse ne der–
kendi aydınlığında kendi kendine merhem!
ikincisi bedrettin, bir gezgin değirmeni
kendi içinde mecnûn, kendi ruhuna bıçak,
nasıl mı beceriyor, aynaya tutunarak
kuzey gecelerinde yorgun bir gözlemevi
üçüncüsü tababet adalet kördüğümü
güldüğü zaman kısrak, konuştuğunda toksin
karar verildi hemen, en genç emekli sensin!
ama o fark etmedi miço’nun güldüğünü
dördüncüsü müntehir yoktu tarakta bezi
bakarak aynalara yürüdü sona doğru
ülkesinde bir şaki, ülke dışında uğru!
ayıptır söylemesi kendini biçen terzi!
onlar böylece işte oturup söyleştiler
miço güvertedeydi izledi serüveni
bir meçhûle doğru sürüklenirken gemi
ambarlardan sızanlar sadece ter ve tiner!
miço kim mi dediniz, kim olacak eliot!
şuâra tayfasının ilim-irfan görmüşü
divan şiiri dahil hazret bilir bu işi
bütün bodur şairler onun için kamarot!
kötü şair halkına baştan düşmandır eliot
sesini esirgemez beyhûdeyse çabalar,
ama efendidir de, sustu sabaha kadar!
4.
Dedim ya, Roni eğlenceli bir insandı. Yaşadıklarım, gözlemlerim, gördüklerim ve sezgilerim beni yanıltmıyorsa eğer, pandemi ve nihayet karantina günleri Roni’nin bu tarafında birtakım kırılmalara yol açtı. Burgaz’da, Kadıköy’de, Üsküdar’da veya Beşiktaş’ta buluştuğumuzda gene yeni fıkralar buluyor, esprilere omuz veriyordu, fakat en azından Londra yıllarındaki kadar heyecanlı değildi artık. Hemen her gün öğleye doğru yaptığımız ‘mutat’ telefon konuşmalarında ise, genellikle ağzından çıkan ilk kelime, hafiften bir Karadeniz aksanı eklemeye çalıştığı “Bezdum” oluyordu her seferinde. Birtakım hastalıkların bu dönemde baş göstermesi tesadüf değildi büyük ihtimalle. Roni’nin tam bir Susan Sontag ciddiyetiyle hastalıkları hakkında bilgiler topladığı, bununla yetinmeyip beni ve muhtemelen diğer arkadaşlarını da uzmanlaştırdığı bir dönemdi bu.
Roni’nin mücadele azmini hiçbir zaman bir kenara bırakmaya yanaşmayan diğer tarafı ise şiirlerle ve öykülerle direniyordu olup biten her şeye. Şavkar’a kıymetli vakitlerini çeviriye harcadığı için, bana ise muhtelif mazeretlerin gerisine gizlenip artık yazıyı ciddiye almadığım için kızıyordu mütemadiyen. Kendisi ise hemen her şeyi mizaha dökme ve belki böylece o kırılganlığın üzerini örtme çabasıyla şiirler, öyküler yazıyor ve çeviriler yapıyordu sarsılmaz bir inatla. İşte, Turgay’ın (Fişekçi) gayretleriyle basılan Dur Yolcu, Dur ve İşe! bu dönemin en çarpıcı yansımasıydı. Aynı dönemde polisiye öykülere merak salması ve Kalpazankaya’ya tırmanırken ya da Kadıköy’de buğulu iki bira bardağının gölgesinde dinlenirken mesela, büyük bir heyecanla yeni öyküsünün kurgusundan ve kahramanlarından söz etmesi de, aynaya düşen bir başka görüntüydü. Her öyküde esas amacı, memleketin önemli bir sorununu ucundan bucağından da olsa gündeme getirmekti. İşte Kürt meselesi, eşcinsellere reva görülen zulüm veya neredeyse süreklilik kazanan ırkçılık belli başlı temalar arasındaydı. Öykülerin polisiye yanının zayıf kaldığını söylediğimde ise zerre umursamıyor ve gülüp geçiyordu.
Polisiye öykülerin ana şahsiyetlerinden birinin Çorumlu olması da aramızda bitip tükenmeyen bir esprinin nihayet kâğıda dökülmüş biçimiydi. Roni benim koskoca Anadolu coğrafyasında başka yer kalmamış gibi gidip Çorum’da doğmamı, öğrendiği ilk günden beri diline dolayıp durmuştu. “Hişt Çorumlu” filan türünden sataşmalarına, İbrahim Tatlıses’i dahi kıskandıracak sarsılmaz bir sınıf bilinciyle, “Ne yapalım evladım, Nişantaşı’nda doğ dediler de doğmadık mı?” diye mukabele etmekten tuhaf bir keyif alırdım nedense.
Bir de bilimsel buluşları mısralara dökmeye merak salmıştı durup dururken. Memlekette görebildiğim en iyi evrim kuramı uzmanı olması mıydı bunun sebebi, yoksa sürekli sözünü ettiği bezginlik mi, kestiremiyorum ama, gene esprili bir tarafından yaklaşarak, birkaç mısrada, mesela yerçekiminin bulunuşunu anlatırdı. Şavkar’ın Ramsgate’den, benim Kozyatağı’ndan yazıp gönderdiğim benzer denemeleri ise asla beğenmezdi. Mizah iyi bir sığınak mıydı o dönemde yoksa bir direniş yöntemi mi, onu da kestiremiyorum doğrusu.
Şavkar ve Mustafa (Arslantunalı) tarafından derlenip toplanan Harfiyat Kamyonları ise o mizahın gerisinde derin bir hüzün bulunduğunun en somut göstergesiydi. Hemen hepsini yazılma aşamasında okuduğum şiirler Roni’nin bildiğimiz çizgisinin dışındaydı tabii ki. Şiirlerin kıymet-i harbiyesini merak eden, Şavkar’ın kitaba yazdığı yazıyı okumalı bir fırsatını bulup. Ama kapağa uygun görülen dörtlük bile o yıpratıcı hüznün dillendirilmesinden ibaret zaten:
Biliyorum, saatler var daha sabaha,
geceler uzun çünkü, gölgeler gaddar.
Hiçbir şey bana hayatımda
koymadı bu yaşa girmek kadar.
5.
2023’ün 19 Temmuzu’nda, yıllardır yolumun düşmediği Levent yöresindeydim kentin. Şenol’un (Karakaş) mesajı tozlu topraklı bir sokağında Levent’in gelip saplanıverdi zihnime. Berbat bir sıcak vardı, berbat bir gürültü vardı. İnsanlar her zamanki gibi kaba ve lümpen, vasıtalar her zamanki gibi serseri ve vurdumduymazdı. Roni de sevmezdi sıcağı ve her gün tahammül etmek zorunda kaldığımız vandallıkları, ben de sevmezdim. Bir miktar gökyüzüne baktım, bir miktar da yeryüzüne. Sadece Roni’yle bir daha oturup sohbet edemeyeceğimi, derinliklerinde hüzünler ışıldayan o muziplikler ülkesi ela gözlerine bir daha bakamayacağımı düşünerek üzüldüm. Yanılmışım. Bir yıldır, her gün değilse de, birkaç akşamda bir konuk oluyor çünkü rüyalarıma Roni. Kimi zaman Şavkar’ın da eşlik ettiği bu rüyalarla boğuşmak, Freud’unu yahut Jung’unu arayan mesajlarla dolu belki de. Bilmiyorum. Bildiğim, sabahları uyandığımda gözlerimde buğulanan nem sadece…
Önceki Yazı
Normalliğe ihanet etmek:
Kırmızı çizgiler, büyük hapishane
ve uzun aralık
“Filistinlilere normallikle ihanet ettik. Bu yüzden, ne kadar devrimci olursa olsun yeni bir normali tanımlamaya uğraşmak bana anlamsız geliyor. 'Daha önce benzeri görülmemişin' aksi olduğuna inandığımız olağanlığın yatıştırıcı etkisini reddetmemiz gerekiyor.”
Sonraki Yazı
Betraying normalcy: Red lines, the big prison, and the long middle
“We have betrayed Palestinians by way of normalcy. Trying to define a new normal, however revolutionary, seems counterintuitive to me. We must reject the sedative quality of what is deemed mundane as opposed to being unprecedented.”