Muazzez İlmiye Çığ’ın
birkaç toplu şipşak fotosu – 1
“Eskiçağ uzmanlarının, dinler tarihçilerinin bildiği ama kitaplarını bilimsel yayın olarak görmediklerinden eleştirmeye değer bulmadıkları ya da düpedüz birçok alanda sezdikleri fahiş hataları yazmaya değer bulmadıkları, bir kısım medyanın parlattığı bir eskiçağ Mezopotamya araştırmacısı...”

Muazzez İlmiye Çığ
Sevimli şapkasıyla, sanki rengi değişse de hep aynı şapkayla verdiği güleç fotoğraflarıyla hatırlanacak Hititolog Muazzez İlmiye Çığ (bundan sonra İÇ). Yazdıklarının içeriğiyle ilgilenilmedi ölümünden önce de, sonra da. Çeşitli mecralarda bol keseden dağıtılan sıfatlarla rahmetlinin anılması (Türk aydınlanmasının … vs.), ama içerikle ilgili tek bir şey söylenememesi yüzünden, emekliliğinden 25 yıl sonra yazmaya başladığı popüler kitaplarından önceki yayınlarının, kimsenin farkında olmadığı niteliğini, dolayısıyla genel yaklaşımını, yetişimini ele almak zorunda kaldım.
Sıfatların ezici çoğunluğu onu aklı sıra yücelten asılsız sıfatlardı, pek azı da kapanmış bir vakıf dolayısıyla olumsuz sıfatlardı. Aslında eskiçağ uzmanlarının, dinler tarihçilerinin bildiği ama kitaplarını bilimsel yayın olarak görmediklerinden ya da dinler tarihi, Türkoloji açısından neresinden tutacağız dedikleri, (ne yazık ki İÇ’e atıfla yüksek lisans tezleri yazılıyor) eleştirmeye değer bulmadıkları ya da düpedüz birçok alanda sezdikleri fahiş hataları yazmaya değer bulmadıkları, bir kısım medyanın parlattığı bir eskiçağ Mezopotamya uzmanı, araştırmacısı karşısındayız. Bu kadar iri, hem de genel savlarını, metinlerde gördüğü birkaç benzerlikle, başka araçları işe katmadan öne sürdüğü “İbrahimi dinlerin kökeni Sümer dinidir”, “Sümerlilerin Türklerle akrabalığı vardır” gibi yazılarını, kitaplarını değerlendiren, eleştiren tek bir yazıya rastlamadım. Önce yetişimi dolayısıyla bilgi alanını bir ölçüde tanıyalım, sonra popüler kültürdeki algısına geçelim. Yazının ikinci bölümünde ise kitaplarından yola çıkarak “Düşünüşünün ardında neler var?”, “Kitapları bilimsel ise yeni bilgi üretimi açısından ve hazır bilgiyi yayma açısından konumu nedir?” sorularını kurcalayacağız.
Yayıncısı olan Doğu Perinçek’in Kaynak Yayınları Sümerolog sıfatını yerleştirdi. Resmen tarihçi, arkeolog da dendi. Dünyaca ünlü Sümerolog oldu son zamanlarda. Prof. Dr. da dendi. Adı belli bir gazeteci tweet’ten ölümünü duyururken “Türkiye’nin ilk ve dünyanın en önemli Sümeroloğu” oluverdi açık arttırmada; hiçbiri doğru değil. Bu alanlarda lisans dersleri almamış, hem yüksek lisans da yapmamıştır. O zamanlar DTCF’de dilbilim dersi yoktu, şimdi de yok. Herhangi bir kazıya falan da katılmamıştır. Mısır’a gezi yapmış, çok etkilenmiş 80’inden sonra; ne var ki Mezopotamya’ya, Irak’a gitme fırsatı çıkmamış. Sonraki uzun yaşamında da arkeolojiyi, dinler tarihini, Türkoloji’yi, karşılaştırmalı uygarlığı, düşünce tarihini tanıma, öğrenme çabasından söz etmiyor anılarında. Ben bunun böyle olduğunu kitaplarında adını anmadığı, okuyucuyu yönlendirmediği, Türkçeye çevrilmiş birtakım kitapların varlığından zaten çıkarsamıştım, değineceğim o kitaplara. “40’ından sonra İngilizce öğrendim” diyor 2002 yılında yayımlanmış Çivi Çiviyi Söker adlı söyleşi kitabında. Yerlerde sürünen genel kültür düzeyiyle Türk orta sınıfının medyası, söyleşilerinde “Atatürk’ün dediği gibi Sümerler Türk’tür, Kürtçe diye bir dil yoktur”, “Ne demek milliyetçiliğe karşı olmak. Biz bu ülkenin insanıyız. Türk’üz, milliyetçiyiz”, “Aynı zamanda sözde Ermeni soykırımından da bahsediliyor. 1 milyon Ermeni öldüyse, 1 milyon da Türk öldü. Biz zaten bir soykırım yapmak isteseydik, şu anda bir Ermeni bile kalmamıştı” gibi laflarına bayılıp (sonuncu mantık faciasını ülkücülerden de okumuşsunuzdur) ondan bir ikona yarattı. Bir dönemin çokça konuşulan cümleleri bunlar. Yazıların kendisine bakmadan önce yetişimini gözden geçirelim.
Dört yıllık ilkokul öğretmeniyken ilkokul öğretmenlerine bir kereliğine tanınan DTCF’ye kaydolma fırsatından yararlandı, çünkü fakülteye kayıt yaptıracak öğrenci pek çıkmıyordu. Fransız Filolojisi kotası dolmuş olduğundan Hititoloji’ye kaydoldu. 1914 doğumlu İÇ, 1940’ta, dört yılda bölümü başarıyla bitirdi. Ta öğretmen okulundan arkadaşı Hatice Kızılyay’la birlikte İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde, kendi deyimiyle memur olarak işe başladı. Nihayet ‘30’larda oluşturulmaya başlanan dünyanın en büyük üçüncü çiviyazılı tablet arşivinde 33 yıl tabletlerin temizlenmesi, sınıflandırılması, yerleştirilmesi işini hakkıyla yaptı, 1972 yılında emekli oldu. Fakültede Hint-Avrupa dil ailesinden Hititçeye ek olarak bölüm programındaki zorunlu derslerden Sami dil ailesinden Akadça ile onun lehçeleri Babilce, Asurca, herhangi bir dil ailesine bağlanamayan Sümerce derslerinin bir kısmı alınır. Enikonu ağır bir öğretim, çünkü iki bine yakın çiviyazısı işareti ezberlemek çalışmanın büyük bir parçasıdır. Hititçe dersi aldım da oradan biliyorum. Hem de Almanca dersler Türkçeye çevrilirken dersin süresi yarıya yakın kısalır. Bizim Klasik Filoloji’nin kurucusu Georg Rohde’nin derslerini çevirmen kadrosundaki Azra Erhat çevirirmiş. Bu bölümlerde kayıtlı öğrenci sayısı hep birkaç tanedir on yıllarca. Alman hocaların sözleşmesindeki koşul gereği 2 yıl sonra Türkçe öğrenmeleri gerekiyormuş kendi dersleri için. Asurbilimci Landsberger öğrenememiş; zaten onun dersleri ilk yıllarda verilir. Çivi Çiviyi Söker söyleşisinde “Son yıllarda biz Almanca öğrenmeye başladık” diyor İÇ. Sümeroloji’nin kurucularından sayılan Landsberger hocanın da Almanca dersi ders sırasında çevrilir. Böylelikle yarı yarıya düştü mü öğrenim süresi? Yani toplasanız en fazla iki dönem dersle, dört sene boyunca verilen Hititçe dışındaki diller adamakıllı öğrenilemez. Oysa İ.Ü. Hititoloji Bölümü lisans boyunca sadece Hitit kültürü ve Hititçe üzerine ders vermektedir.

Muazzez
İlmiye Çığ,
Öğretmen
Okulu’nda,
1930.
Yeri gelmişken, YÖK 12 Eylül sonrasında örneğin klasik filoloji bölümünü kapatmaya yeltendi, dönemin AÜ rektörü, Kültepe Kaneşi kazan arkeolog Tahsin Özgüç sayesinde bölüm kapanmadı. YÖK filolojileri, X dili ve edebiyatına çevirdi, kimi Batı örneklerine bakıp. ‘eskiçağ dilleri ve kültürleri’ adıyla bir bölüm, salt idari tasarrufla ihdas edilip içerisine Latin ve Yunan dili edebiyatı anabilim dalları, adı değiştirilmeyen Sümeroloji ile Hititoloji eklendi. Bu yeni bölümün şemasının ihdasından bu yana fakülteden, ayrılmamdan önce sadece bir kere bölüm toplantısı yapıldı, tahmin edileceği üzere orada bilgiyle bilimle ilgili tek bir şey konuşulmadı. İÜ’de de klasik filoloji bölümü kaldırılıp ihdas edilen ‘eskiçağ dilleri ve kültürleri’ bölümüne sadece Latince ve Yunanca dili edebiyatı anabilim dalları eklendi, Hititoloji kendi başına bölüm olarak devam etti...
Bereket bu dillerin yazısının bir bölüğü birbirine çok benzer. Bu çiviyazıları tarihsel olarak birbiriyle bağlantılı olduğu için, tek bir uygarlık çevresi oluşturduğundan birlikte öğretilmek zorundadır. Beş on çivi vuruşuyla yazılan bir imdeki zorluklar az değildir. Örneğin 375 çivi imine sahip olan Hititçede aynı çiviyazı imi anlamakta karşılaşılan zorluklar hiç de az değildir: Bu im Sümerce bir kavram olabilir, Latin abecesinde bunlar büyük harflerle gösterilir, ya da bir küme belirleyicisi olabilir; örneğin Tanrı’yla ilgili, odundan yapılmış gibi ya da sadece bir hecenin sesi olabilir. Bu sonuncusu Sami dilleri ya da Sümer çiviyazısında bulunmaz. Orada her işaret ya da im tam bir şeyi, kavramı, vs. imler.
Üstelik o zamanlar Almanca bilmeyen öğrencilerin başvuracağı dilbilgileri yoktur, hâlâ da yoktur; tam Türkçe dilbilgisi de yazılmamıştır. Daha pek az anlaşılmışken Sümercenin ilk taslak dilbilgisi 1923 yılında Almanca yazıldı, sonraki denemeler 1949’dan itibaren yayımlandı. İngilizcede, İspanyolcada 1980’den önce bu konuda öğrenciler, hocalar için ilk kitaplar yayımlanmamış olması alanın çok sorunlu olduğunu gösteriyor. Ali Dinçol’un öğrenciler ve yakın alandaki meslektaşları için yazdığı İ.Ü. Edebiyat Fakültesi yayınında gerçekten de, en eski Hint-Avrupa dili örnekleri olan, başta Hititçe olmak üzere Hiyeroglif Hititçesi ile Luvice, herhangi bir dil ailesine girmeyen iki dilin Hur dili (şimdi ona Hurrice deniyor), Orta Anadolu’nun eski bir dili olan Hatticenin ad-eylem-çekim kalıpları gibi basit dilbilgisi özellikleri, hiç çiviyazısı konusuna girmeden verilmekte. Benzeri bir kitap sayamayız bugün. Tek eleştiri, aslında önemlidir: Dilbilim, karşılaştırmalı Hint-Avrupa dilbilgisi konusunda bilgi verilmeden çeşitli dil ailelerine giren dillerin sınıflandırılması, Hint-Avrupa dilleri konusunda çeşitli dil ailelerine giren diller birkaç sayfada sıralanmaktadır.

Hans Gustav Güterbock
İÇ’in Hititçe dersleri aldığı Güterbock ise Hititoloji alanının kurucularındandır. Hocası otuz yıl sonra İÇ’nin ABD’de katıldığı Oryantalistler kongresinde, müze arşivini, Türkiye’deki çiviyazılı tabletler üzerine çalışmaları tanıttığı konuşmalarını İngilizce ya da Almanca sunamayacağını söylediğinde hocası Güterbock’un ona çevirmenlik yaptığını aktarır Çivi Çiviyi Söker’deki söyleşisinde. Dil öğretiminde başka bir zorluk, öğrencilerin ortaöğretimde gramer, dilbilgisi dersleri görmemiş oluşundan, okullar için yazılmış gramer kitabı bulunmayışından ileri gelen dilbilgisi terimleri meselesidir bence; öğretim konusunda ayrıntı vermiyor söyleşisinde anı yazılarında. Türkolog Andreas Tietze 2000’lerin başında, sağlığında yayımlanmaya başlanan Türkçenin Etimolojik Sözlüğü’nde, dilbilgisi terimlerinin yenileri yerleşmemiş olduğundan, –aslında yerleşmiştir– Latincelerini vermeyi yeğlemiştir. DTCF’li Alman hocaları gibi o da Yunanca ve Latince öğretiminden gelmedir. İÇ’nin Alman hocaları, –başka hoca da yoktur bölümde– hafta sonları bizim Klasik Filoloji bölümünün kurucusu Georg Rhode’yle birlikte Yunan klasikleri okur, briç partileri çevirirmiş. Neyse… Tahsin Banguoğlu’nun geniş, betimleyici, Fransızca dilbilgisinin terimleriyle yazdığı Türkçenin Grameri (1974) ilk başvuru kitabıdır, okullarda kullanılabilmesi zordur. Artık devlet dairesi olan TDK kırk yıldır büyük Türkçe gramerini yazdıramadı halâ. Fakültelerin dil bölümlerinde karşılaştırmalı dilbilgisi yoktu aslında, hâlâ da yok; dolayısıyla dil sözcük listesi olarak kavranır.
Sümeroloji adıyla dünyada sadece DTCF’de bir bölüm var. Atatürk, Sümerlerin Türk olduğunu kanıtlanmasını (!) istediği için bu bölüm kuruldu. Dünyada bu bilgi dalına Asurbilim (Assyriology) denir, tek tek uzman bilimcilerine Sümerolog dense de. Bu bilgi dalının öğretiminde asıl öğretilen diller metinler Akadça, Akadça lehçeleri olan Babilce, Asurca ve Sümercedir. Hitit ve Mısır’ı içeren uygarlık tarihleri de şarttır, yerine göre İbrani filolojisine başlanır. Çiviyazılarının çok küçük bir yüzdesi edebiyattır; çoğunluğu idari, hukuki, iktisadi metinlerdir. Yazıyı yönetim aygıtının aracı olmaktan çıkaran Yunanlılar olacaktır, çünkü klasik çağ öncesi hızlı toplumsal evrimlerin yaşandığı birkaç yüzyıllık süreçte bildiğimiz kurumlarıyla merkezî devlete benzer, krallığa benzer bir toplumsal örgütlenmeden gelmezler.
İmdi, rahmetli Hayat Erkanal Hoca’nın bir sohbetinde dediğine göre, ‘90’larda Alman bir Mısırbilimci kütüphanesiyle birlikte DTCF’ye gelmeyi kabul etmişse de, öngörüsüz yöneticiler yüzünden bu gerçekleşmemiş. İÇ bir söyleşisinde Sümeroloji bölümünün Kültepe Kaneş höyüğünden çıkan Asurca tabletlerin yayımıyla uğraşmakla birlikte Sümerceyle, Sümercenin Türkçe bağıyla uğraşmamasına çıkışıyor. Aşağıda değineceğim gibi, aslında tam öyle değil. Evet, 1990’dan beri 12. cilde gelmiş olan Kültepe tabletleri, 25 bin tabletin ne de olsa küçük bir bölümüdür. Bu önemli projeyi başlatan, yıllarca bölüm başkanlığı yapmış olan Emin Bilgiç, Alparslan Türkeş’in ölümünden sonra parti başkanlığı için adı geçen birkaç kişiden biriydi, ama Türkçü olmak başka, Asurbilim başka.

Fritz Rudolf Kraus İstanbul Arkeoloji Müzesi önünde.
Giriş düzeyinde dilbilgisi, uzmanların kılavuzluğunda tabletlerin sınıflandırmasına yeter, yetmiştir de; ne kadar ağır bir iş olsa da bu. İÇ İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ni oluşturan üç kurumdan biri olan Antik Şark Eserleri Müzesi’nde Dr. F.R. Kraus’un –o da Nazi Almanyası kaçgınıdır– gözetiminde Kraus’un başlatmış olduğu on binlerce tabletin arşivlenmesi işine katıldı Hatice Kızılyay’la birlikte. Bu ağır görevi hakkıyla yerine getirmekteyken tek bir bilimsel bildiri sunmamışlar, tek bir yayımlanmamış tablet çevirisi ya da yayımlanmış tablette ortaya attığı bir sorunu çözüm önerisi demek olan makale yazmamışlardır. 80 yaşından sonra bilgiyi geniş kitlelere yayan popüler kitaplar yazdı; birçok kitabı olumlu bir bilgi yayma örneğidir. Kendisi en iyi Hititçeyi bildiğini, sonra Akadça ile lehçelerinin geldiğini söyler, en sonda Sümerceyi sayar Çivi Çiviyi Söker söyleşi kitabında. Kitaplarındaki Sümer, Akad metinlerinden alıntıları özgün dillerinden çevirmediğini kendisi söyler, İngilizcesinden Almancasından yaptım der.
1952’den itibaren 15 yıldır müzeye ara ara gelip envanter, sınıflandırma işinde çalışan Samuel Noah Kramer sistematik olarak müzede tabletlerin kopyalanması, sınıflandırılması işinde çalışmaya başlar, oradaki Sümerce edebi metinlere de yönelir ilk defa. Kütüphane müze uzmanlarını, Hatice Kızılyay ile İÇ’yi temizleme-sınıflandırma-kopyalamaya yönlendirir. Daha Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen önce kimi tabletler kopyalanmış, daha sonra da çok iyi yayınlar yapılmış Kramer’den önce.
Fikir vermesi bakımından bu alandaki yayınlarına bir örnek verelim, içeriğine kendi gözümüzle bakalım. Kitap müze uzmanlarıyla Kramer’in 1969 yılında yayımlanan 600 kadar Sümerce tabletin kopyalarıdır. İngilizce bir sayfalık önsözlerinde Kızılyay ile İÇ, Kramer’in kopya işinin de yüzde doksanını yaptığını vurgulayıp Sümerce edebiyat gibi kendilerine zor gelen metinleri çözmede, transkripsiyonda Kramer’in yardımından söz etmekte. Türkçe metinlerin tek tek betimlendiği, sınıflandırıldığı 40 sayfalık giriş Kramer’in işi. Kitabın gerisi çiviyazılı metinlerin elle yapılmış kopyaları: Hatice Kızılyay, İÇ, Sümer Edebi Tabletleri ve Parçaları (1969).

Çivi Çiviyi Söker’in sonunda İÇ’in en geniş yayın listesi bulunur. Burada tam künyesi verilmiyor kitabın, oysa künyesinde giriş ve katalog Samuel Kramer yazılıdır. Girişteki betimlemeleri atlayıp tabletlerin sadece kopyalarının verildiği sayfalara bakın. Elbette bunların transkripsiyonu yapılsa birkaç düzine uzman dışında dilbilgisini, sözlükleri kullanmayı bilenler de yararlanırdı; bu tür yayınlarda tutulmayan bir yol. Bu tür uzmanların yararlanması için yapılmış tablet kopyaları kitaplarından Kızılyay’la birlikte emekliliğine kadar sekiz tane hazırlamış, bir tanesi de Finli bir filologla birlikte. Bunların üçü Hititçe; sonra Akadça ve Babilce geliyor, en son Kramer sayesinde Sümerce tabletleri. Çivi Çiviyi Söker söyleşi kitabının sonundaki yayın listesinde, makale bölümünde 50 tane sıralanmış. Bilimsel makalenin anlamını değiştirmeyelim, Müze Yıllığı, arkeoloji ve coğrafya dergileri gibi süreli yayınlardaki bir-iki sayfalık yazılar bilimsel makale değildir.

Donbaz
Veysel Donbaz, DTCF Sümeroloji bölümünden mezun olunca kendisini Arkeoloji Müzesi’ne göndermişler; İÇ “Onu biz yetiştirdik” der. Çiviyazılı arşivin baş uzmanı Veysel Donbaz’ın yaptıklarıyla karşılaştırın, makalelerin sayfa sayısını ölçüt alın, çünkü bir sorunu ortaya atmak, çeşitli çözümler önermek öyle bir-iki sayfada yapılacak iş değildir neresinden bakarsanız bakın. Donbaz da yüksek lisans, doktora yapmayıp hemen hepsi Almanca olan 14 bilimsel kitapla bir tane editörlük, 129 tane İngilizce-Almanca bilimsel dergi makalesi, 5 tane de genel süreli yayınlarda bir ya da iki sayfalık bilgiyi yaygınlaştırma yazısını hanesine eklemiş bilgindir. Yayın listesinin künyeleri Veysel Donbaz’a Sunulan Yazılar (Ege Yayınları, 2010) kitabında bulunur, bu künyeleri Facebook sayfasında 24 Kasım tarihinde veriyor Donbaz. Hadi bir tanesini verelim. “Sümerler Türk değil” (Söyleşi) Bilim ve Ütopya, Cilt 28, Sayı 342, s. 58-63. Donbaz’a sunulan kitapta yazan bilginlerin yarıdan biraz fazlası yabancıdır. Muazzez İlmiye Çığ’a Armağan Kitap yayımlamış yayımcısı, ama bilginlere adanan, sunulan, Veysel Donbaz’ınki gibi, yani özgün incelemelerden oluşma değil, kendisine gönderilen çok çeşitli kesimlerden mektuplar, kendi söyleşilerinden yapılmış bir kitap imiş.

Bir arkadaşım önemli Hititolog/Arkeolog Muhibbe Darga ile yapılan nehir söyleşiler kitabını okumuş yakınlarda. Anadolu’da Kadın kitabını da bitirmek üzereyim diyor. Her iki kitapta da Darga, Veysel Donbaz’dan saygı ve hayranlıkla bahsederken, İÇ’nin adı hiçbir yerde geçmiyormuş. Popüler algıda mesele bilim söylemi değil. Örneğin Hititolog/Arkeolog Hatice Gonnet Bağana’yı İÇ’nin okurları nereden bilsin?
Widmann’in verdiği bilgiye göre, Profesör Benno Landsberger 26.04.1968’de, Chicago’da, Landsberger’in Türkiye’deki öğrencileri arasında Emin Bilgiç, Kemal Balkan, Mebrure Tosun, Kadriye Yalvaç, Mustafa Kalaç ve Firuzan Kınal ile tam bir Sümeroloji Bölümü öğrencilerini saymaktadır Atatürk ve Üniversite Reformu kitabında; şurada anılıyor.
Bu kişilerin hepsi DTCF Sümeroloji bölümünde akademik çalışma yapmıştır.
Sadık Usta (SU olsun kısaltması) geçmişte Kaynak Yayınları’nda İÇ’nin yayımcısı editörü olmuş, Yeniçağla ilgili bir sürü derlemesi, çeviri kitapları olan biri. Yukarıda andığım tablet kopyaları kitaplarını eline almamış, niteliğini bilmiyor, Twitter’da yayını yok diyenlere üçünün künyesini verdi. İçeriğini bilmediği belli. Tekrar olsun, bunlar katalogdur, tablet yayımı, eski deyimiyle neşri değildir. SU metin neşretmek nedir bilmiyor. Metin çevirisi ya da yorumu da yapılmaz bu tür kitaplarda, ancak bunlar bilginlere büyük kolaylık sağlar; İstanbul’a gelmeleri gerekmeden tabletler üzerinde çalışabilirler. Ayrıca SU’nun, tweet’te verdikleri birkaç sayfalık raporları tanıtmayı bilimsel yayın sandığı anlaşılıyor.
Sonra YouTube’da da yayımlanan F. Altaylı ile “Muazzez İlmiye Çığ’a saldırmak Cumhuriyet birikimine saldırmaktır” başlığında bir söyleşi yapmış, bir haftada 140 bin tıklama almıştı. Vaktimize yazık, 5. dakikaya atladım, “Sümerce çevirdi” diyor. Daha önceden çevirisi yapılmamış hiçbir çevirisi yoktur. Bir ara elinde Oxford Üniversitesi’nin bir dizisinden bir kitap tutuyordu, özgün bilimsel olmasa da bilgiyi yaygınlaştırmak için falan, herhalde İÇ’nin Kaynak Yayınları’ndaki kitaplarından örneksemeyle. O diziden iyi bildiğimi sandığım konularda bile çok şey öğrenmişimdir; kaynakçaları yeter. Atladım, 19. dakika civarıydı herhalde, Noel ağacı süslemesinin Türklerdeki kökeninin kesin kanıtı yokmuş. Bu SU’nun eleştirisi. Altaylı “Sosyal bilim yorumu” dedi, dolayısıyla karihanıza doğan, dilediğiniz her şeyi söyleyebilirsiniz sanıyorlar zahir. Nardugan diye “ateş doğuran” anlamındaki bayram Türklerde varmış. Hangisi, nerede? İşte bu Roma Saturnaliası’na, oradan kiliseye geçmiş İÇ’ye göre. Türkçü hocalar dahil, gazetelerde aslı faslı yok bunun dendi. Nar, Farsça ateş demektir, eski Türkçede od ateştir; Türklerin katkısı olan beşinci element odun da oradan gelir. Bence Sovyetler’in Batılı kültür-teknoloji ürünlerini yerlileştirmesi gibi, bir-iki Türki cumhuriyette Ayaz Atalı Nardugan kutlamasını yerlileştirdiğini düşünebiliriz. Diyelim birisi İÇ’ye mektup yazar, “Türkmenistan’da böyle bir bayram var” diye. Alın size buradan İÇ’nin tarih-aşırı, tarihi hiçe sayan bir sonucu daha: Noel ağacının kökeni Türk’tür!

19. dakikada SU “Ben de kendisine üç eleştirimi söylemişimdir” diyor, sıralıyor. 1. Sümer metinlerinde at geçmez, hep eşek, (tam o anda Altaylı “Evet, eşek” diyor) dolayısıyla onlar Türklerle bağlantılı değil. Durun, bir kere at neden Türklerin ayırt edici nişanesi ki? Daha önce at kullanan halk yok sanki. Hem atın evcilleştirilmesi Sümer kentlerinin ortaya çıkışından bin yıl sonra, Hint-Avrupa dillerinin de anayurdu olan Karadeniz’in kuzeyinde gerçekleşti. Önce tarımda, taşımacılıkta kullanılırdı. Troya’da at izine İÖ 1900 yılında rastlanır (lisans dersinde aklıma kazınmıştı). Troya Savaşı’nda yiğitler teke tek dövüş için kullanırlar. Mezopotamya’da da süvari birliği falan yoktur. Askerî teknoloji milat sularında geriye dönüp ok atan İrani Parth’larla, birkaç yüzyıl sonra Avarların üzengiyi icadıyla atlı savaşçıyı önünde durulamaz hale getirdi. 2. Sümercede onlar için kara kafa denir. Evet, buradan SU’nun çıkardığı sonuçlar evlere şenlik! O zaman bu halk kara tenli olmalı. Almanlar da Türk işçilere karakafa der, Anadolu’da da kullanılır bu deyim. Sonra ek olarak bir yeşil taş, adı bir türlü hatırlanamıyor. Altaylı yeşim taşı diyor, sonunda bulunuyor: lapis lazuli, lacivert taşı. Bunun Afganistan’dan Sümereli’ne ticaretini kara tenli Tamiller yapıyormuş, bir yerden okumuş. Uzun erimli ticaret hep bir kervandan ötekine çeşitli boyların, beyliklerin içinden geçerek yapılırdı. Bin beş yüz yıl Doğu Akdeniz’deki en değerli taş sayılan lacivert taşı ticareti, Afganistan’ın kuzeydoğusundaki Bedehşan’dan İran’ı iki yoldan katederek yapılmıştır. Tamiller, Afganistan’ın güneydoğusu, Pakistan’ın kuzeydoğusu Hindistan’ın kuzeybatısındaki Gandhara bölgesinde bir adacıktır, asıl Hinteli’nin güneyinde krallıklar kuracaklardır. İÖ 4. bin ile 2. bin başı arasında en değerli lüks ticaret bu. Denizyolu da var. İyi de konuyla ilgisi? Sümercedeki karakafa adlandırmasından buralara bir çırpıda geldik!
Sahi, o zamanlar proto-Türkler nerede, ne yapıyor, bilmiyor/bilmiyorlar herhalde. O sıralarda Doğu Sibirya’da, hepsi de “proto” ön ekiyle (yani etnogenezden, kavim oluşumundan önceki kuramsal, varsayımsal ilk biçimleriyle Kore, Japon, Moğol, Tunguz, Türk oymakları) komşuluk içinde ya da iç içe domuz yetiştiren, ilk defa o bölgede darı tarımı yapan boylardan, soylardan birisi olmalı, şu son önemli araştırmaya göre. Proto Türk aslen dille ilgili bir adlandırmadır, burada tam olması gerektiği gibi dilbilim, arkeoloji, popülasyon genetiği verileri birlikte ele alınıyor.
Daha hayvan yetiştirici atlı göçebe Türk-Moğol kavimlerinin etnogenezine çok yüzyıl var, o da yeni askerî düzende bir toplumsal örgütlenmeyle ortaya çıkacaktır. Onlardan önce Batı Avrasya’da İrani İskit-Saka boyları at oynatmaktır bin yıla yakın bir süre. Milat dolayında Hunlarla ilgili dolaylı izlerde, Çince kaynaklarında ilk defa Türk diyebileceğimiz boylar belirir, elbet öncesi olmalı. Asya uygarlıklarında Sümer’in çağdaşı bir kentsel uygarlık bilmiyor arkeoloji. Sümer’den 4 bin yıl sonra ise Göktürkler belirecek MS 6. yüzyılda. Orta Asya’ya yayılmaları, oradaki halkları büyük ölçüde içlerinde eritmeleri birkaç yüzyıl içerisinde gerçekleşecektir.
Orta Asya dendi mi neden akla sadece Türkler gelir? Sonra anacağım, Türkçe çevirisi çıkmış genel Türk tarihi ve İç Asya başvuru kitaplarından İÇ de, SU da, bütün pop-Türkçüler, ideolojik Türkçüler zaten habersizdirler; bir kısmı aslında ilgilenmez.

Muazzez İlmiye Çığ. Fotoğraf: Muazzez Mucizesi 104 Yaşında, Yönetmen: Nurdan Arca, 2018, Pera Müzesi
1930’ların Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Kuramı var olmamış olsa, bu tür söylemler pıtrak gibi çoğalamazdı. Sorun o zamanlarda üretilmiş bilimsel görünümlü bilginin birkaç kitapla, birkaç bildiriyle sınırlı kalmış oluşu. Resmen ‘30’ların sonunda vazgeçildi; zaten üniversiteler buna hiçbir zaman katılmamıştı, bir (Hagop Dilaçar’ın bir bildirisi vardır) dilci dışında katılan olmamıştı. Yine de SU’nun programa getirdiği, İskitler-Sakalar Türk’tür gibi kitaplar çokça yazılıyor. İskitçe için yapılmış incelemeleri izleyebilmek için bir parça Hint-Avrupa dilbilgisi bilmek gerek; İrani dil olduğu kesindir. Sakalardan Hotan lehçesinde yazılmış 12. yüzyıla kadar gelen dil verilerini nasıl bilmezler, anlayamıyorum.
Aaa, Türkçe de Sümerce gibi bitişken dil dedi. Bu mantıkla örtük olarak nerede bitişken (agglutinative) dil var, Türkçeyle akrabadır! Bir adım daha atıp Sümerce Türkçedir denegeldi. Yetmiş yılda bir kişi çıkıp “O sınıflandırma mantıksal bir sınıflandırmadır, dil ailelerindeki gibi akrabalık türeme ilişkisine ilişkin değildir” demedi. Bizde Urartu arkeolojisini kurmuş olan seçkin arkeolog Altan Çilingiroğlu pandemi sırasında çevrimiçi bir konuşmasında yine bunu tekrarlayınca, “Hocam, ‘Urartucanın Türkçeyle bağı bitişkenlikten ötürü’ dediniz ama bitişken diller arasında Afrika dilinden Endonezya diline çok örnek vardır, o sınıflandırma şu türdendir” demiştim. Yıllardır çevresinde bunu diyebilecek kimsenin bulunmayışı, karşılaştırmalı tarihsel dilbilgisi konusunda asgari temel bilgilerden haberli birinin var olmayışından ileri gelir. Neyse… SU üç eleştirim var demişti, dört oldu. Sümerce Türkçenin kolu olamaz diyor SU. Tabii ki dil ve kavim kolayca birbirinin yerine kullanılıyor burada. Başka yerde, İÇ “Sümerler Türklerin koludur” der. Dil tamamen siyasi egemenlikle yayılır, bize karmaşık toplumsal örgütlenme düzeyindeki toplumlarda kavmi vermez. SU’nun eski Türk dili tarihi, Sümerce bilmeden İÇ’ye getirdiği “eleştiri” de, sadece Sümerceden eski bir Türkçe kanıtı olmalı diyor, o kadar. İkisinin de akıl yürütmelerinin dayandığı safsata, Latincesiyle post hoc propter hoc safsatası, yani önce gelen sonrakinin nedenidir, kökenidir falan. Zurna zırt diyor artık, soluk kesici düşünsel doruklarda geziniyoruz: SU Sümercenin Türkçeyi etkilemiş olabileceği ihtimalinden söz etti. Nasıl yani, hangi yollarla diyen yok mu? Eğer biri Ural-Altay dil ailesi diyorsa, ortaöğretimde kafalara yerleştirilen bir-iki –ama üç değil– cümleyi hatırlıyordur. Böyle bir dil ailesinin varlığına 1960’lardan sonra hiçbir Türkolog, Altayist inanmamaktadır diyelim.
İÇ de kullanır bu terimi. İmdi Ural- Altay dil ailesi varsayımı daha tarihsel dilbilimin oluşum aşamasında, Hint-Avrupa dilbiliminin kurucularından Rasmus Rask (1787–1832) Franz Bopp (1791–1867) tarafından önerildi. Hint-Avrupa dilbilimi kendini tümdengelimli, fen bilimi kesinliğinde kurmaya girişti. Örneğin çağdaş dilbilimin kurucusu olmadan önce, daha yirmi yaşına varmadan F. Saussure’ün H-Avrupa dilinin ortak fonolojisini bir matriste gösterip şu sütunda örneği bulunmasa da gırtlaksı bir ses olmalı öngörüsü, Hititçe’nin keşfiyle doğrulanmıştır. Hint-Avrupa dilbiliminin adım adım kuruluşuyla birlikte diğer diller de bu örnekçeye göre öbeklenmeye başlanacaktır, ilk önce farklı Germen dillerindeki aynı anlamdaki farklı kelimeleri açıklayan ses denklikleri saptanmış, sonra bu ilke diğer alt gruplarda uygulanmıştı. Ural-Altay’da ise ses denklikleri değil sözcükler kimi dilbilgisi özelliklerine göre, yani kimi tipolojik özellikleriyle sıralandı, ünlü uyumu, bitişkenlik gibi – yine bitişkenlik! Bazı özelliklerin bölgesel olarak yayılması fikri yoktu. Ya da sözcük benzerliklerine bakıldı, ödünçlemeyle açıklanıyor bunlar şimdi. Sistematik olarak sözbirimler ile fonolojiye dayanmadığından zaten sağlam inşa edilmemişti bu varsayım.
Hint-Avrupa dil araştırmalarına giriş, dil aileleri fikri, çağdaş dilbilimin kuruluşu, bunun kültürel antropolojide , karşılaştırmalı mitoloji araştırmalarında, dilsel olmayan biçimde yansımaları, daha çok kültür tarihiyle, ama temelde alanın kuruluşuyla ilgilenenlere, (biraz) uğultulu bir ses-görüntü kaydını şuradan dizleyebilirsiniz.
19. yüzyılın Turan dilleri çok eskiden geçersizleşmiş makro dil aileleri oluşturmak eğiliminin bir ürünüydü. Bugün de bu eğilimi sürdüren, sadece Starosin Moskova dil okulunun UA’yı sürdürmesine şaşılmaz, o okulun amacı bütün dünya dillerinin evrimini tek bir sınıflandırmada toplamaktı. Neyse UA önerisinin ortaya atıldığı tutulduğu 19. yyda, Türkoloji ancak yüzyılın sonuna doğru birkaç Rus bilgininin dil örnekleri derleyip incelemeye başlamasıyla yola çıkmıştı. Örneğin Kızılderili dil ailelerinin birbirleriye bağlantısı hiç açık değil, diyelim en işlenmiş Na- Dene ailesindeki dillerin arasındaki bağlar açığa çıkarılmış olsa da.
SU “Bilimsel yayını yok diyenlere karşı, bana yayınevinden elli makalelik bir İÇ yayın listesi gönderildi” dedi. Bu liste Çivi Çiviyi Söker’in sonunda verilen, yukarıda değindiğimiz yayın listesidir. İçerikleri hakkında bilgisi olmadığından okumadı neyse ki… Önce Kaynak Yayınevi’nin sitesinde İÇ’nin kitaplarının ilk baskısı ne zaman, kaç basım yapıldı bilgileri verilsin; bu bilgiye erişmenin imkânı yok.
Peki İÇ bu “eleştiri”lere karşı ne demiş, onu söylemedi. Herhangi bir şey de diyemez, bir akıl yürütme yapmamıştır. Bilgi ortamı hakkında tipik bir örnek olduğu için aktardım bu hezliyatı. Zaten bir Alexander Pope, bir Jonathan Swift değilsek, koşuk hicivle bu incileri işleyemeyeceksek, kaale almamak en iyisi. Videonun son yarısı abisinin vakıfta yürüttüğü araştırmalar. Konumuzla ilgisiz; dinlemedim.

Değerli Türkolog Mehmet Ölmez’e teşekkür ederim, yukarıdaki SU cikcikleri –tweet İngilizcede cikcik demek– ve YouTube videosundan beni haberdar ettiği için. Hoca “Etrafımda bu konuda laf anlatabileceğim kimse yok” diyor. Azeriler şu Sümer-Türk meselesini bizden çaldı, artık Kazak okul kitaplarına bile girdi Sümer-Türk bağı diyor; veyl! Pop milliyetçiliğin saldırgan olmayan çeşitlerinin farkına 2000’den önceki Radikal gazetesinde rastlamıştım. Son zamanlarda çeşitli dil arkeoloji tarih gruplarına üye oldum, bu konularda düzmece şehir efsanelerinin, kumpas kuramlarının çetelelerini tutmak için çok malzeme birikti. Bir gün ses-yay (podcast) programı yaparsam dil, tarih, coğrafya konularının arasına serpiştirme niyetim var bunları. İngilizce dil, arkeoloji gruplarındaki en saldırgan, bilisiz, kendini gülünç durumlara düşüren gönderiler hep Türkiye’den, bir ölçüde de Azerbeycan’dan çıkıyor.
Birkaç sene önce ODTÜ’deki Uluslararası Estetik Kongresi bitiminde Hitit krallığının başkenti Hattuşaş’a katılımcılarla gezi düzenlendi. Düzenleyiciye fakültede DTCF’nin Hititoloji asistanı, doktora adayı bir kadını rehberlik etmede önermişler. Tanımak için konuşurken “Ben Hint-Avrupa dil ailesine inanmıyorum” dedi. İ.Ü. Hitotolji bölümünden DTCF’ye gelmiş. Demek ki dört sene yoğun Hititçenin yanında kültür tarihi, arkeoloji, tarihsel karşılaştırmalı dilbilim formasyonu edinemeyince bu da olurmuş. Bu bir matematik bölümü asistanının “Abi, ben Öklid geometrisine inanmıyorum” demesine benzer. Yeni bir milli dilbilim paradigması mı? Yoo... Uzun yıllar Hacettepe Felsefe bölümü okutmanlığını yapmış olan Necdet Sümer’in (soyadında bir kelime oyunu yoktur) emekliliğinde “Bize her şeyi yanlış öğretmişler, Kâzım Mirşan haklıymış” deyip onu öven bir kitap yazması gibi… Klasik Filoloji’de Latin-Yunan dili edebiyatlarını öğrenmenin kendiliğinden tarih, dilbilim biçimlendirmesi sağlamadığı açık.
Evet, gerçekten insanbilimler, sosyal bilimler formasyonu diye bir şey var, bizim örnekte dil, tarih, toplumsal örgütlenme, tarihsel sosyoloji konularında, tarihsel derinlik, tarih bilinci tek bir dersle verilemez, bütün ders izlencesinin bu amaç bakımından bağlantılı olarak tasarlanmasıyla lisanstan başlayarak verilebilir ancak.
Marx “Tarihte hiçbir şey tekrarlanmaz. İlkinde trajik olan ikincisinde komik olur” demişti. Bizim örneklerde sanki bunun tersi yaşanıyor. Öğrenciyken katıla katıla güldüğümüz Mirşan’ın savları bu bağlamda üzüntü verici bir renge bürünüyor. Tıpkı Türk Tarih Tezi’nin hortlamasındaki gibi.
İsteyen wikipedia’daki maddesine bakabilir, popüler kültür düşkünleri de ekşi sözlük maddesine göz atabilir:
"ben Kazım Mirşan; ulukem, baykal lena, altay, talas, moğolistan, başkurdistan, iskiteli, val camonica, anadolu, isviçre, etrüsk, yunanistan, makedonya, fransa, portekiz, mısır ve iskandinavya yazıtlarını okumakla kalmadım, türklerin takvimlerini de ortaya çıkararak elimden geldiğince erken türk gramerini de yazdım. batılı bilginlerin bütün iddialarının aksine bugün dünyada kullanılan alfabelerin hepsinin temeli türkler tarafından 18 bin yıl öncelerinden beri geliştirilen tamgalara dayanıyor. bugünkü avrupa medeniyetini kuranların yazı yazmasını bilen türkler olduğu ispat edilmiş durumdadır."
kaynak: http://www.yenicaggazetesi.com.tr/…oldu-39008yy.htm Bu nutkunun tamamı aktarılmamış olsa da, yazımı düzeltilmedi, daha ne inciler var tamamında, bu kadarı da bir fikir verebilir.

Hatice Kızılyay ve Muazzez İlmiye Çığ İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde.
1980’de yayımlanmasıyla birlikte bir sürü dile çevrilen, S. Noah Kramer’in Tarih Sümer’de Başlar kitabının ilk Türkçe çevirisini İÇ yapmıştır. Kramer önsözün sonunda tablet koleksiyonunun iki uzmanına, (İÇ curator’u öyle çevirmiş) İÇ ile Hatice Kızılyay’a sürekli yardımları için, özellikle de yüzlerce kırık Sümer edebiyat tabletini kopyalamalarından ötürü teşekkür eder. İÇ’nin 1990 yılında yayımlanan çevirisi aynı zamanda onun ilk ve tek çevirisidir. Çeviriye yazdığı kendi önsözünde İÇ, Türkçede Sümerler üzerine başvuru kaynağı bulunmadığını söylemesi üzerine Kramer’in 1983’te onu yazmaya teşvik ettiğini, buna eskiden zamanının olmadığını, kazılardan çıkalı elli yıldır dokunulmamış 73 bin tablete bir de Hititçe tabletlerin katıldığını söylüyor. “Türkçede Sümerler üzerine başvuru kitabı yok” demesi üzerine Kramer önce “Sen yaz” diyor, olmayınca o zaman Kramer’in 1950’lerden beri geliştirdiği bu kitabını çevirmesini öneriyor. İngilizcem o kadar iyi değil dese de, Kramer “Konuları biliyorsun” demiş. Çeviri 1990’da çıktı. Bundan beş-altı yıl sonra, 80 yaşlarından itibaren hummalı bir kitap yayımına önce çocuk kitaplarıyla başladı.
İÇ’nin önsözüne dönecek olursak:
“Kolay değildi kuşkusuz bu iş. Üstelik onun gibi yıllarca yalnız Sümer edebi metinleri üzerinde tam bir araştırıcı olarak çalışmamıştım. Buna olanak da yoktu müzede. Çünkü merhum arkadaşım Hatice Kızılyay ile müzeye atandığımızda bizi bekleyen ne kadar çok iş olduğunu bilmiyorduk bile. Yetmiş beş bine varan sayılarıyla 2.500 yıl süresince üç ayrı dilde yazılmış, kazılardan çıktıkları gibi en az 50 yıl beklemiş tabletlerin temizlenmesi, kazı yerlerine, çağlarına, konularına, tarihlerine göre ayrılması, düzenlenmesi, numaralanması, envantere girilmesi gerekiyordu.”
Daha sonra ekliyor:
“Müze çalışmalarının en önemli yanı, metinlerin bilim adamları tarafından araştırılabilmesi için kopyalarının yayımlanmasıdır.”
Kramer’in müzeye gelmesiyle Sümer edebiyat metinlerinin ortaya çıkarıldığını söyler İÇ.
Samuel Noah Kramer (1897-1990) 1986 yılında yazdığı özyaşamöyküsünde Sümer edebiyatının kurtarılması, onarılması ve ayağa kaldırılmasında oynadığı rolü belirtir. Bunun için binlerce tableti kopyaladığını, hümanistler, antropologlar, tarihçiler için güvenilir çevirilerini yaptığını söyler. 1937 yılından beri İstanbul müzesinde çalışmalarını anar. Bu öykülemede İÇ’nin ya da başka bir müze görevlisinin adı geçmez. 30 kitabı, 200 kadar bilimsel dergi makalesiyle “dünya çapında” Sümerolog, bu kişidir.
Türkçeye çevrilmiş temel kitapları gelecek yazıda ele alıp bunların İÇ’de yer almamasının anlamı üzerinde duracağız, İÇ’nin kitaplarından örneklerle…
Önceki Yazı

Unufak’ta ışık, karanlık, fluluk ve netlik:
“Dünyanın ışığı değişti”
“Rober Koptaş’ın Unufak’taki en büyük başarısı bence dışarıdaki karanlıkla içerdekinin birbirini beslediğini, birlikte var olduklarını anlamamızı sağlayan bir hikâye anlatmış olması.”
Sonraki Yazı

Tohum âşığı bir ekici ile, Esra Güven'le söyleşi:
Tohumların Hamileri
“Hiçbir bitkiyi çekmecelerde saklayarak koruyamazsınız. Bunu yaptığınızda bitkinin çevresel koşullara uyum sağlama gücünü elinden almış olursunuz. İklim krizi sebebiyle kritik eşiklerin aşıldığı düşünülürse, bu bir tohumun hayatta kalma ihtimalini yok etmek demektir.”